“Sağlık her şey değildir, ancak sağlık olmadan her şey hiçbir şeydir.” Bir evin duvarına böyle yazmışlar.
Çin’in devlet kapitalizminin emperyal bir düzeye yükselişi, başka bir deyişle yoğun bir şekilde dünya pazarında bulunma durumu ile kapitalist dünya pazarının hızlı ve aralıksız hareketliliğine dayanan küresel tedarik zinciri, virüsle ulusal düzeyde savaşımı neredeyse olanaksız hale getirdi. Ulus-devletin bu dövüşü kazanma şansı, köktenci bir ekonomik paradigma değişikliğine bağlıdır.
Devlet temsil ettiği sınıfın istek ve çıkarlarını korur. Burjuva konjonktür devleti, temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını, salgın nedeniyle, kamusal çıkarlara öncelik vererek kısmaya gider mi? Bu işin tabiatına biraz terstir.
Aïcha, Paris yakınlarındaki Saint-Denis’de bir Carrefour mağazasında çalışan bir kasiyerdi. Aïcha, Covid-19’dan öldü. Meslektaşları, ölümünün ardından, “eli yüreğinde emekçi bir kadını” selamladıklarını belirten gazete ilanları verdiler.
Toplumun ezilen, sömürülen, haklarından yoksun bırakılan sınıf ve kesimleri salgın karşısında sessizce ölüyor.
İşçi sınıfının iş ve yaşam koşullarının görece daha iyi olduğu Fransa gibi bir yerde bile emekçiler salgından en fazla etkilenen toplumsal kategoriyi oluşturuyor.
Kapitalist için önemli olan insan hayatı değil, mümkün olduğunca en ucuz işgücünün istediği an elinin altında bulunmasıdır.
Fransa’da devlet, ulusal sağlık sistemini kamu yararına hizmet eden tüm devlet sektörleriyle birlikte zayıflatarak, yıkıcı bir salgına hazırlıksız yakalandı. Salgın bu hızla devam ederse ağır hasta yaşlıların bakımından vazgeçileceği söyleniyor.
Virüs halklar, sınıflar ve cinsler arasındaki eşitsizliğin derinleşmesine katkıda bulunuyor. Kırılgan sosyal doku, ön cephede yer alan sağlık personeli, bakım evlerinde bulunan yaşlılar, her gün işe gitmek zorunda olan proletarya, kışladaki askerler, göçmen kamplarında yaşayanlar, hapishanelerdekiler, müzmin kimsesizler, sokaklarda yaşayanlar ve evsizlerdir.
Bu bağlamda “Hayat eve sığar”, gerçeklikte karşılığı olmayan, sadece burjuva bir sakilliği ve duygusallığı ortaya çıkaran patetik bir çağrıydı. “İşimi kaybetmek istemiyorum. Ödemelerimi yapamıyorum. Evde kalırsam çocuklarımla aç kalırız” diyen milyonlarca insan var.
İğnenin sivri ucunun ya bir proletere ya da bir evsize battığı kıyamet öngörülerinde bulunmak kolaycı, mistik bir yaklaşım. Asıl meydan okuma, gerçekçi çözüm önerilerinde bulunmaktır.
Türkiye’de de eğitim ve sağlık gibi en temel hizmetler sermayeye peşkeş çekildi. Oysa sermayenin işleyişine riayet ederek salgınla baş etmek mümkün değildir. Bir salgınla karşı karşıya kalındığında kamucu devletçi refleks kaçınılmaz olmalıdır.
Yarasalardan gelen virüsün doğal habitatının, vasat hijyen koşulları ve kalabalık temas ortamları olduğu söyleniyor. Kanımca hastalıkların üremesi için de en uygun ortamı kapitalizm oluşturuyor.
Pragmatist kapitalist devlet aklı- daha çok akılsızlığı-, virüsle dövüşün yol açtığı munzam tüm yan zayiatın, dövüşülen kötülükten daha büyük olmaması gerektiğini unutmuş görünüyor. Böyle giderse sonunda, “Operasyon başarılıydı, ama hasta öldü” deyip işin içinden sıyrılmayı düşünüyorlar.
Bazı insanlar hayatlarının, sağlığa ilişkin yüksek kaygılar ile ekonominin “düşük” kaygısı arasında bir seçim olduğuna inanıp, stoacı bir şekilde yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Bu gibi insanların tuzu kurudur. Kapanma zamanlarında kendilerini suda bir balık gibi hissederler.
Modern uygar devlet, yaptırım gücünü doğru yerde ve zamanda kullanan devlettir.
Virüs yaşamsal önemde birçok gelişmeyi, ikincil hatta üçüncül plana iterek, gölgede bıraktı.
Uluslararası planda bazı önemli gelişmeler de virüsün kalın gölgesi altında kaldı. Suriye’nin kuzeydoğusunda İŞİD hücreleri uzun uykularından sonra yeni bir gerçekliğe uyandılar.
Tutuldukları Hasake’deki Ghuiran Gözaltı Merkezi, Kürt-Arap SDG milislerinin gözetiminde bulunuyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre, her an geniş çaplı bir isyan ile yaklaşık 5.000 mahkûmun kaçma olasılığı bulunuyor.
Virologlar dünyaya hükmediyor. Politikacılar ise vekaleten onların yardımcıları gibi davranıyorlar. Korona krizinde siyaset kararı uzmanlara bıraktı. Bu mantıklı olabilir. Fakat sonuçta siyasal liderlik, varlık nedenini tam olarak bu ikilem durumlarından almaz mı? Platon Politeia’yı bugünlerde yazsaydı, mutlaka virologları seçkinci devlet konseptinin üyeleri arasına alırdı.
Buradaki yönetim boşluğu kapitalist ulus devletin zaaflarıyla ilgili bir sorundur. Kapitalist ulus devlet, monarşinin ya da saltanatın çözemediği dört önemli meseleyi çözemedi.
Toplumsal gönenç: Ekonomik kalkınma ile gelir dağılımı arasında adil bir paylaşımı sürekli kılacak bir dengenin tesisi sağlanamadı.
Güvenlik: Ödüllendirme ve cezalandırma düzeneklerinin hesaplanabilir olduğu bir ortamın yaratılması ve bu ortamın korunması mümkün olmadı.
Kimlik: Aidiyet, bütünleşme ve uyum. Ortak bir biz duygusunun tesisi sağlanamadı.
Meşrutiyet: İrade oluşturma, karar alma ve icra süreçlerine demokratik katılım tam anlamıyla sağlanamadı.
Ulus devlet sınırları belli bir coğrafyada, paydaş bir kültürü, dili ve tarihi olan ve paydaş bir gelecek için kader birliği yapmış insanların yaşadığı devlet örgütlenmesidir. Eğer öyleyse güven bunalımı yaşayan toplumlar birlikte varoluşu başarabilirler mi?
İnsanlık korona canavarıyla boğuşuyor. “Bir canavarla boğuşurken canavarlaşmamak için uyanık olmalısınız” der Nietzsche.
İnsandan canavara doğru metamorfoz, ikisinde de çekirdekten var olan yıkım kabiliyeti üzerinden gerçekleşir.
Kapitalist ekonomik koşullarda insanlığın miadı çoktan doldu. Homo Sapienz sosyal Darwinist kapitalist koşullarda bir seri katile dönüştü.
At izinin it izine karıştığı bir zamanda “viral barbarlığın” yeni tezahürleri yüzümüze çarpmayı sürdürürken, insanlar kapitalist devletin sömürü ve eşitsizliklerin yol açtığı ekonomik ve siyasi barbarlıklara maruz kalıyor.
Gregor Samsa’nın bir böceğe metamorfozu (başkalaşımı), babaya karşı derin bir güven bunalımının neticesiydi. Şefkat, güven ve koruma ile dolu olması gereken baba figüründen, aşağılayıp şiddet uygulayan Tiran babaya sert geçişte deneyimlenen şey erkin kapitalist şiddet karakteridir. Baba figürünü devlet kabul edersek babanın ölümcül iktidarı, özgüveni zedelenmiş, yaralı, örselenmiş, lanetli bir kişilik (toplum) yarattı.
M. Foucault’ya göre iktidar, saymakla bitmeyecek kadar çok sayıda odaklar vasıtasıyla her yerdedir. Foucault iktidarın sadece baskıcı ve yasaklayıcı bir işlevi olmadığını, onun aynı zamanda “üretici” bir nitelik taşıdığını ileri sürer.
Foucault’un “iktidarın heryerdeliği” kuramı, birçok ulus devlet örneğinde olduğu gibi sadece baskıcı ve yasaklayıcı boyutuyla doğrulanıyor. Üretici sıfatıyla Foucault’un kastettiği şey direnmektir. İktidarın üretici özelliğiyle, bir ulus devletin varlığını tehdit edecek boyutta, şimdiye kadar Türkiye’de doğrulandığı görülmedi.
Keldani Diril çiftinden Şimoni Diril’in cansız bedeni 69 gün sonra köyün altındaki derede bulundu. İnsanlar güpegündüz kaçırılıp işkenceye maruz kalıyor. Kadına ve çocuğa şiddetin en barbar sürümleri denenmekte. Toplumun kamu yararı gütmesi gereken neredeyse her kurumuna kayyum atamaları hız kazandı. Toplu intiharlar ideolojik olarak kapitalist ulus devlet tarafından neredeyse önceden programlandı.
Kapanma ile birlikte evin, ev içi sömürünün doğal bir vazife olarak kavratıldığı en geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin üretim merkezi olduğu ortaya çıktı.
Kamusal alan, uzun zamandır ve hâlâ, Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede, kadınların varlığına derinden düşmanca hisler besleyen eril bir mekândır.
Evin iç hukuku, kadınları geleneksele köklendirip disipline eden ve şiddetten kaçmak arzusunu ortadan kaldıran Kantçı (Kant için kadın evdir.) bir erdemliliğe dönüştü. Eskil bir mit uyarınca Penelope, eşi Ulysses’i neredeyse yazgısal bir sadakatle beklemeyi sürdürmektedir.
Sosyal medya faşizan gericiliğin yayılması için bir zemin oluşturmayı sürdürüyor. Virüs, İd’in faşizan tahakkümü altında aslında her birimizin potansiyel bir barbar olduğunu açığa çıkardı.
İnsanlık derin alt üst oluşlar nedeniyle uzlaşmaz parçalanma ve bütünleşme süreçlerine maruz kalıyor. Çağımızın diğer bir sorunu da epistemolojik kopuştur. Hesap ve rakam barbarlığıdır. Bilgi sadece niceliksel boyutuna indirgendi. İnsan, yoğun bakım odalarının kayıtlarında, Covid-19 kurbanları sayımlarında, işsizlik, boşanma, trafik ve iş kazaları, şiddet, Prozac ve intihar istatistiklerinde basit bir rakama karşılık gelmektedir.
İçimizde zaman zaman birbiriyle kavgalı birçok ‘Janus’un tepindiği bir zaman diliminin içinden geçiyoruz. “Şimdiki içsel zaman”, iniş çıkışları ve olanaksız yarınları ile insanlığı Kartezyen bir döngü içine sürükledi.
İçimizde sefaletin, şiddetin, hor görülmenin, hastalıklı gururun, kabadayılığın, gösteriş merakının, hırsın ve yoksunluğun; bununla beraber, kardeşlik, şefkat, sadakat ve arkadaşlığın, sahiciliğin, masumiyetin, saflığın, militan empatinin Janus’ları tepinip duruyor.
Rekabet, kıskançlık, nefret, nispet, arzu, korku, öfke, düşmanlık, çıkar, pragmatizm, hedonizm, Makyavelizm, ihanet, itiraf, ihbar, yalan gibi olguların hepsi bu mikro evrenin bir parçası olup, kuvvetli dozlarda oldukları zaman, sığınak olarak tahayyül edilen toplumu, bireyi içine alıp yutan bir mekâna dönüştürüyorlar. Bu kötücül karışımda sosyolojik altyapıyı sırtlayan çok yüzlü “Janus toplumudur.”
Geçmişe ve geleceğe aynı anda bakan, bu sebeple perspektifinde ne geçmiş ne gelecek olan bu Janus toplumunun kapitalist modernitede bir karşılığı olduğunu belirtmeliyim.
Bir atom parçacığı çok dar bir alana sıkışıp kaldığı zaman hapsedilmiş olmasına tepki gösterir ve hızla dönmeye başlar. Kuantum etkisi de denen bu olgu, atom-altı dünyaya hâkim olan kıpırtı ve huzursuzluğu anlatır. Kapanma ve sosyal izolasyon, artık kuantumsal süreçlerle benzerlikler taşıyor.
Kapanma, bazıları için bir içine kapanma pratiğine, Dostoyevski kahramanlarında olduğu gibi yeraltına kaçışa ya da Atay’ın “Korkuyu Beklerken” kendini evine hapseden kahramanında olduğu gibi bir korku gerçekliğine evirilebiliyor.
Bütün bu saptamaları bir üçüncü dünya solculuğu olarak görüp küçümseyenler var. Bu saptamalar bazılarının yaptığı gibi, Marx ve Lenin’in on dokuzuncu yüz yıl mutfağından kuramsal bir yağma hiç değildir. Aksine bu saptamalar, entelektüel totaliterliğin, mistisizm, uydurma, dua, kehanet, lanet, devrimci romantizm, küçük burjuva solculuğu ve kıyamet karamsarlığı arasında salınan tutumlarına siyasi sert bir yanıt teşkil ediyor.
Çünkü ‘Sol’dan olmak, özgürlükçü, sosyalist, komünist, ekolojist olmak üzere çok sayıda kökten beslenmek demektir. Bireyin serpilip gelişmesi, toplumun iyileştirilmesi, ortaklaşalım, kardeşlik ve tabiatla yeni bir ilişki için bu köklerden beslenmek yaşamsal bir önem taşır.
İnsanlık bir serüvendir ve “soldan olmak”, alçakgönüllülük, insan onuruna saygı, temiz yüreklilik, yaratıcılık, empati, dayanışma ve militan diğerkâmlıkla bu olağanüstü serüvene katılmaktır. Toplumsal ve ahlâkî biçimleri de dâhil olmak üzere tüm sefalet biçimlerine karşı gelmektir.
İnsanın kurtarıcı refleksleri uçurum kıyısında olduğu zaman ortaya çıkarmış. Dünyanın pek çok yerindeki insan hakları sicilinin oldukça karanlık izlerine rağmen, insanlığın, kökleri derinde bir eşitlikçilik duygusunu, kökleri derinde bir toplumculuk normuna bağlılığı, kökleri derinde bir kamuculuk ruhunu hâlâ koruduğu yolunda işaretler var. Bu duygulanım koskoca bir nehirde bir su damlası olma hissidir.
Kısacası umudu tekrar büyülü kılmak mümkün. Bir karadelikte sıkıştığınızı düşünüyorsanız vazgeçmeyin, her zaman bir çıkış vardır.
Sömürgeci imparatorluklarda heterojen toplumsal dokuları bir arada tutan tutkal neydi? Osmanlı’da bunun din birliği olduğu ileri sürülür. Osmanlı’da devletin “Büyük Cihat” çağrısına İslam âlemi sözde gecikmeden cevap verecek ve halifenin etrafında kenetlenen Müslümanlar Batı Emperyalizmine karşı direnerek devleti yıkılmaktan kurtaracaklardı. Ama beklenen şey olmadı, aksine azımsanmayacak kadar çok Müslüman, Osmanlı’ya yani halifeye karşı İngilizlerle iş birliği yapmayı tercih etti. Sonraki süreçleri biliyoruz, kazanılan ulusal kurtuluş savaşı ve ardından kurulan ulus devlet esasına dayalı yeni Cumhuriyet.
Demokratik bir Cumhuriyet’te heterojen toplumsal dokuları bir arada tutan tutkal bence sosyalizmdir.