Geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Kamil Kartal idi. Kamil Bey ile NotaBene Yayınları’ndan çıkan Öyle Mi Alay Komutanı! Sınıf Hareketiyle İç İçe Bir Ömür kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Sol Parti Üyesi Füsun Demiralp Taş, çalışmanızda yer alan makalesinde/bölümünde sizi “Bir devrimci Bir işçi Önderi bir Abi, Bir Yoldaş olarak tanımlıyor. Çetin Uygur’da sizden Sınıfın Karıncası diye söz ediyor. İzninizle ben de sizden aynı sıfatlarla söz etmek istiyorum. Tabii bir de tüm bunlara ben Mukavemet TV ve Dergideki çalışma arkadaşım sıfatını eklemek istiyorum. Sizin programınız Perşembe günleri saat 21.00’da Kitaba Dair de pazartesi günleri yayına giriyor, siz de mukavemet dergi de yazıyorsunuz Kitabınız adını da oluşturan “Öyle mi Alay Komutanı” sözü, Soma Uyar Madencilik işçileri Ankara yürüyüşü sırasında Salihli’deki konuşmanız sırasında ortaya çıkmış. Kitap fikri nasıl ortaya çıktı, insanın kendi biyografisini yazması nasıl bir duygu?
Kamil Kartal: Esasında bir kitap yazarak yaşadığım dönemlerdeki sınıflar mücadelesine ilişkin bir yaklaşım tarzını ortaya çıkartmak ve yeni kuşaklardan işçi sınıfının sınıf mücadelesini vermek isteyen arkadaşlara bir sürgü tarih sunmayı uzun zamandır düşünüyordum. İki buçuk sene önce özellikle Soma’da Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nın kurulması ile beraber bu kitap fikri kafamda daha fazla olgunlaştı ve bunun ardından bir buçuk seneye yakın bir süre çalışmayla 9 bölümden ve 490 sayfadan oluşan bu kitap ortaya çıkmış oldu.
Kitabınız oldukça sıra dışı bir formata sahip. Bildik otobiyografilerden değil. Birçok kişi yazar olarak bulunuyor. Kitabınıza katkı veren isimler sadece sizinle iligli anılarını anlatmıyorlar; ayrıca sendikal ve devrimci mücadeleden bir kesiti de paylaşıyorlar. Bu da kitabınızı bir siyasi hayat kitabı, bir işçi ve sendika tarihi kitabı haline de getiriyor. Çalışmanız hem bir biyografi olmuş hem de bir tarih kitabı. Kitaba katkı sunan yazarların kısa hayat hikayelerini vermeniz de ayrıca güzel olmuş. Siz programın başında yayınladığımız videodaki konuşmanızda da Devlet gücünü üzerimizde sınamayın diyorsunuz. Kitabınız 1972’de Karaköy’deki Bobinaj atölyesindeki iş yaşamınızdan çok yakın tarihe kadar geniş bir dönemi kapsıyor. Bugünden o günlere baktığınızda nasıl bir Türkiye gözünüze çarpıyor ve kitabınızı o günlerden bu günlere devletin gücünü sütünde sınamaya çalıştığı işçi sınıfı ile ona karşı çıkanların mücadelelerinin bir kesiti olarak da ele alabilir miyiz?
Tabii ki hocam, Öyle mi Alay Komutanı! cümlesi tamamen spontane, o ortam içerinde oluşan bir duyguyla dile getirilmiş bir cümledir. Fakat elbette o cümlenin bir arka planı da var. Bizler, devletin gücünü bizim üzerimizde sınadığı çeşitli tarihsel evreler yaşadık, bunlardan bir tanesi sizin de bildiğiniz gibi 12 Eylül Faşizmi idi. Bu süreçte, henüz gelişmekte olan emek hareketinin de önüne geçmek doğrultusunda askeri Faşist rejim başta emekçi sınıf olmak üzere halkımızı ve halkımızın çocuklarını ciddi anlamda ezdi, astı, kesti… Bu yolla ciddi bir şekilde devlet gücünü kullanarak bir güç gösterisinde bulundu. Bunun dışında yaklaşık yirmi yıldır süren mevcut siyasal iktidarın yine bir takım toplumsal, yaşamsal ve insan hakları taleplerine, işçi sınıfının özgürce örgütlenmesine, sendikal haklar elde etmesi gibi bütün taleplerine karşı çeşitli yasal düzenlemeler gündeme getirirken öbür taraftan da kendisinin kolluk kuvvetleri olarak tarif ettiğimiz gücünü emekçi halkın üzerine sürerek bu gücünü her zaman göstermeye özel bir önem verdi. Mevcut hükümet, 2019 yılında Soma’da başlayan maden işçilerinin ödenmeyen tazminatlarının alınması mücadelesinde de zaman zaman bu gücünü göstermeye yönelik davranışlarda bulundu. Doğal olarak geçmişten gelen çeşitli tecrübeler birikimlerle bunu sürdürdü. Fakat maden işçilerinin yürüttüğü mücadelede toplumun ciddi anlamda bastırıldığı bir ortamda adeta kendisini ifade eden bir çığlık haline dönüştü. Tabii ki bunu besleyen çeşitli arka plan var. Soma’nın kendine özgü durumdan da baktığınızda 2014 yılında katledilen madencilerin ailelerinin 2015 Şubat’ın da sokağa çıkmalarında ve Akhisar’da başlayan ceza davası süreçlerinde tüm baskı ve korku iklimine rağmen öldürülen madenci eşlerinin ve annelerinin örgütlenmesi ve kesintisiz 5 yıl süren sokağa çıkma mücadelesi, tazminatlarını alamayan maden işçilerinin de bir öncüsü işlevi görmüş oldu. Özetle ifade edecek olursam; biz devletin gücünü her zaman üzerimizde gördük sanıyorum ki bundan sonra da görmeye devam edeceğiz.
Kitabınızda 1980-1983 arasını darbe dönemi olarak paranteze alıp. 1983-1986 yıları arasındaki aktif örgütlenme dönemi sonrasındaki işçi mücadelesinin mayalanma süreci olarak adlandırıyorsunuz. Bu hususu biraz daha açıklayabilir misiniz. Bu mayalanma nasıl oldu?
Tabii 12 Eylül’den sonra bütün sendikal faaliyetler 1983 yılına kadar yasaklanmıştı. 1983 Mart ayında çıkan 2821 ve 2822 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile bu durum son buldu. Yine bilindiği üzere başta Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Disk) yöneticileri olmak üzere çeşitli sendika yöneticileri hatta iş yeri temsilcilerine varana kadar sıkı yönetim bildirileriyle göz altına alındılar. 40 günlük göz altı süresi soncunda bazı iş temsilcileri bir daha sendikacılık faaliyetlerinde bulunmayacağız beyanları içeren çeşitli belgelere imzalar atarak serbest bırakılırken sendika şube ve genel merkez yöneticileri uzun yıllar süren bir tutuklulukla karşı karşıya kaldılar. Bunlara ek olarak, 1991 yılına kadar Disk’e bağlı olan tüm sendikalar kayyumlara devredildi, bir anlamda kapalı kaldılar. 1983 dönemi baskının ve kapanıklığın çok yoğun olduğu bir dönem olduğu için çok bilinen bir dönem değildir. Sizin de bildiğiniz üzere 90 güne çıkarılan göz altı süreleri ile bizim pozisyonumuzda olan bir çok arkadaş uzun süreler göz altında tutuldu. Bu dönemde Disk’e bağlı sendikalarda görev yapmış arkadaşlarımız bu dönemin içerisinde neler yapılabileceği sorusunu gündeme getirdiler ve 1981 yılının sonunda birkaç temsilci arkadaşla birlikte İstanbul’da bir komiteleşme konusu tartışıldı. Bundan sonra 1982 yılında Ankara’da ilk toplantı yapıldı, ağırlıklı olarak Disk’e bağlı sendikalardan gelen arkadaşlardan oluşan bir komite kurulması kararlaştırıldı. Fakat 1983 yılına doğru gelinince yeni bir sendika yasası çıkacağı ve Disk dışındaki sendikalara izin verileceği konuşuldu. Bunun ardından, bir çok işçi yoğun bir biçimde Türk-İş Sendikası’na üye yapılma konusunda çağrılarla karşılaştılar. Bu nedenle doğal olarak Disk’i Bekleme Komitelerini bağımsız işçi sendikaları kurma biçimine dönüştürmek konusunda bir takım çalışmalar yürütülmeye başlandı çünkü komiteler çeşitli nedenlerden dolayı çok işlevsel olamadı. Ve az önce bahsettiğim kanunlarla birlikte Bağımsız İşçi Sendikları’nın kuruluş süreçleri gündeme getirildi. Bu kapsamda 5 sendika kurulmuştur, bunlardan birisi benim de kuruluşunda yer aldığım ve kurucusu olduğum Genel Hizmet İşçileri Sendikası idi. Fakat o dönem bağımsız olarak faaliyetini sürdüren sendikalar da vardı, bunların en önemlilerinden birisi Otomobil Sendikası’ydı. Biz o dönemin koşullarında bağımsız sendikaların beraber hareket etmesi ve aynı zamanda Türk-İş’in içerisindeki ilerici sendikalarla da bir ilişki düzleminin gerçekleştirilmesi konusunda bir çaba gösterdik. 1980-1983 yılları arasındaki temel önemli noktalar Disk’i bekleme komiteleriydi. 1983-1986 yılları arasındaki dönemli nokta ise bağımsız sendikalaşmadır. O dönemde baraj çok yüksek olduğu için Genel Hizmet İşçileri sendikası 14 bin üye sayısı gibi bir sayıya ulaşmasına rağmen barajı geçememiştir. Barajı bağımsız sendikalar arasından bir tek Laspetkim- İş Sendikası geçmiştir. 1991’de Disk’in açılması ile bu bağımsız sendikalar 1992’deki kongre kararları ile Disk’e katılmaya karar verdiler. Laspetkim- İş Sendikası Lastik-İş Sendikasına dönüştü. Böylece Disk açılır açılmaz bağımsız sendikalardan gelen işçilerin etkisiyle önemli bir kitleye ulaşmış oldu. Bu nedenle daha sonra bazı mücadele sonuçlarına sebep olarak 1983-1986 dönemini 1980-1983 döneminden biraz daha farklı değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
1989 1 Mayıs’ı herhalde bu sizin mayalanma olarak adlandırdığınız sürecin kuvveden fiile geçmesi olarak okunabilir. Siz de kitabınızda o günleri “On binler Tekrar Alanlarda Buluşuyor” başlığıyla anlatıyorsunuz. O günleri bir de seyircilerimiz için özetleyebilir misiniz?
1986 yılından sonra bazı sendikalar tarafından baraj aşılamayınca işçilerin önemli bir kısım toplu sözleşme düzeneğinden faydalanmak durumunda kaldılar. 1986 yılında Disk’in davalarının uzaması ve bir daha açılamayacağı gibi düşüncelerin doğmasıyla Türk-İş’e bağlı sendikalara geçiş önemli ölçüde yeniden başladı. Bunun ardından, Türk-İş’in içinde bir mücadele dönemi başladı. 1986 yılında başlayan bu mücadele süreci kendi sonuçlarını da üretmeye başladı ve 1988 ve 1989 da Türk-iş’e bağlı şubelerin önemli bir bölümü Disk’ten gelen temsilci arkadaşlarımızın yönetimlere geldiği bir süreç doğurdu. Doğal olarak aslında 1986’dan sonraki süreçte mayalanmaya başlayan şey genel anlatılarda çok ön planda yer almasa da 1987 yılı 1 Mayıs’ında kendisini göstermeye başladı.1987 yılı 1 Mayıs’ında Taksim ve Galatasaray Meydanlarına çıkıldı. 1989 yılı 1 Mayıs’ın da ise hepimizin bildiği devletin yine gücünü gösterdiği Taksim Eylemleri meydana geldi. Tüm bunların örgütlenmesinde İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun çok önemli işlevleri olduğunu söylemem gerekir çünkü 1986 yılında Türk-İş’e geçen ve 1988 ve 1989’un ilk aylarında yapılan şube genel kurullarında yönetime gelmiş olan işçiler İstanbul Bağımsız Sendika Şubeleri Platformu adı altında toplanmışlardı. Bu Platform, ondan sonra gelişecek olan programı organize etmeye çalıştı ve aynı zamanda Türk-İş genel merkezine rağmen yapılan meşhur bahar eylemlerinde aktif bir rol oynadı.
DİSK’in 19 Ocak 1992’de yeniden açılışı süreci de kitabınızda detaylarıyla tartışılıyor. 1992 sonrası DİSK ile 1980 öncesi DİSK’i ana hatlarıyla karşılaştırmanızı istesem temel farklar ve benzerliler hususunda neler söylerdiniz.
1980 öncesi 1967’de kurulan Disk’in mücadele süreçlerine ve bu mücadele süreçleri içerisindeki politik veya politik olmayan tavır alış süreçlerine baktığımız da 1992 yılında oluşmuş olan Disk ile uzaktan yakından bir ilgisi yok diyebilirim. 1967’de 30 bin işçiyle Paşabahçe Grevine dayanışma üzerine bir araya gelme sonrasında kurulan konfederasyon Türk-İş’e bağlı sendikalar arasından bir kopuştu. 1980 Faşizmine geldiğimizde ise neredeyse 450 bin ile 500 bin arasında bir işçi sayısına ulaşmış bir Disk’ten bahsediyoruz, 15-16 Haziranları yaratmış, toplu iş sözleşmelerindeki grevleri ile sosyal güvenceler, demokratik kazanımlar elde etmiş bir Disk’ten bahsediyoruz. Fakat 1992 yılından sonra açılan Disk’te bunlardan bahsetmekten çok uzağız. Burada, konunun daha iyi anlaşılması açısından iki şeyden söz etmek istiyorum. Disk’in açıldığı 1992 yılında Aksaray’da çeşitli sendika başkanlarının katıldığı bir toplantıda Disk’in açılması artık kararlaştırılmıştı ve Disk’in kayyumlardan alınması ve yeniden örgütlenmesi sürecine ilişkin nelerin yapılabileceği konuşuluyordu. Bu kararlar arasında iki önemli karar vardır; birincisi Disk açıldıktan sonra bütün sendikalar fikir birliği yapacaktır, ikincisi Disk imkan ve kaynaklarını örgütlenmeye seferber edecektir ve başta bir televizyon kanalı kurmak olmak üzere yayın alanına özel bir önem verilecektir. Daha sonraki süreçte Ören’de yapılan ve Ören Toplantıları olarak tarihe geçen toplantılarda da buna yakın kararlar alınmıştır. Fakat aynı zamanda da Disk yöneticileri faaliyete yeniden başladıkları tarihe kadar kıdem tazminatı ya da görev tazminatı adı altında herhangi bir ücret talep etmeyeceklerini taahhüt etmişlerdi ama sendikalar açıldıktan sonra bazı istisnalar hariç geriye doğru bütün haklarını aldılar. Disk’in en güçlü sendikaları Maden İş’ten Genel-İş’e kadar her tarafı talan ettiler. 1992 de kurulan Disk’in içinde gelişen mücadele süreçlerine baktığımızda Disk üyelerinin oranında kendisinin yönetimlerde temsil eden bir sendikal konfederasyon olmaktan ziyade parası olan sendikaların Disk’e ne kadar fazla aidat öderse o kadar temsil elde ettiği bir konfederasyonu haline dönüştürüldü. Bugün Disk dediğimiz konfederasyon aslında 4 sendikanın konfederasyonu haline geldi. Politik tutumlarıma baktığımızda ise çeşitli kamuoyu açıklamaları ve bazı önemli bilimsel çalışmalar ve araştırmalar dışında işçi sınıfının harekete geçmesini ve kendi hak ve çıkarlarını korumak amacıyla örgütlenerek taleplerinin gerçekleşmesi için verdiği mücadele süreçlerini örgütleyemedi bu alanda çok fazla şey yapamadılar. Bu anlamda 1980 öncesi Disk ile eş tutmak çok güçtür.
Şemsi Denizer (Genel Maden İş Başkanı, Türk-İş Genel Sekreteri) 6 Ağustos 1999’da öldürülmesi olayına da kitabınızda yer veriyorsunuz ve Denizer’i Laz Cemil’in öldürdüğünden bahsediyorsunuz. Şemsi Denizer’in öldürülmesi olayını ve Laz Cemil’in olaydaki rolünü seyircilerimiz için de özetlemeniz mümkün olabilir mi?
Şemsi Denizer’in en etkili dönemlerinde, büyük Ankara Yürüyüşünden bir yıl sonra, ben Zonguldak’ta Yeraltı Maden-İş Sendikası’nın Zonguldak örgütlenmesini gerçekleştirmek adına bir çalışmasını yürütüyordum. Şemsi Denizer hakikatten o dönemde maden işçilerinin gözünde çok önemli bir figürdü ve gerçek bir Maden-İş lideri olarak kendisini gösterdi. Fakat daha sonra yaşanan süreçte Şemsi’ Denizer’in Türk-İş genel sekreteri olması için bir takım ilişkiler geliştirildi. Gördüğümüz kadarıyla bu girişimlerin arka planında bir takım gelişmeler yaşandı. Laz Cemil dediğimiz kişi aslında Şemsi Denizer’in uzun süredir yanında olan bir kişiydi ve bize karşı militanlık yapan, bizi tehdit eden ve yolumuzu kesen kişilerden birisiydi. Aynı zaman da Şemsi Bey’e hem korumalık hem şoförlük yapıyordu. Şemsi Denizer’in öldürüldüğü dönem Genel Maden-İş Sendikası’nın genel kurulunun birinci günüdür. Birinci günün akşamında verilen bir yemekte Laz Cemil denilen kişinin Şemsi Denizer’e kendisine bir takım sözler verdiği üzerine gelişen bir diyalog meydana geldiğini biliyorum. Bu diyalog, Laz Cemil’in Ege Bölgesi’nde açtığı barın borçları olduğu ve Şemsi Denizer’in bu barın borçları ile ilgili kendisine bazı güvenceler verdiği şeklinde ifade ediliyor. Bilinen bir gerçek ise Şemsi Denizer’in bazı hakaretlerle Laz Cemil’i yanından uzaklaştırdığı. Bu olayın ardından Laz Cemil’in Şemsi Denizer’i evinin önünde öldürüyor. Tabii ki bu olay bir çok tartışmayı beraberinde getirdi Şemsi Bey ne kadar eleştirsek eleştirelim Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinde Maden-İş ile yüz binlere önderlik etmiş bir işçi önderidir. Türkiye sınıf mücadelesine önemli şeyler katmıştır. Öldürülmesine ise sadece Laz Cemil’e karşı olan tutumu nedeniyle diye yaklaşılmamalıdır, arka planı ne yazık ki devletin orada da gücünü göstermesi ile karanlıkta kalmış suç Cemil’e yüklenerek kapatılmıştır.