deprem olduğu günden bu yana aklım o bölgede ve insanlarda… belki bir şey yapamıyor oluşum-uz, belki yaptığımız-ı yetersiz bulmam nedeniyle, belki yaşananlar karşısında devletin, iktidarın, halkın yaptıkları veya yapmadıkları, belki uygun ve doğru bir anlam yükleyemiyor oluşum… gerçekten bilmiyorum; ve anlamaya çalıştıkça bir başka görüntüyle, başka bir acıyla, başka bir anıyla, hatta başka bir saldırıyla bütün anlamlar, anlamlı duruma getirme çabaları uçup gidiyor…
‘kaldık yeryüzünde yapayalnız’ bütün ailesini yitirmiş ve tek tek mezarlarını seven bir insanın sözü bu… eşinin mezarı başında ‘hayat arkadaşım benim, milyarda bir gelecek insan’ diyordu… çocuklarının mezarlarını baba şefkatiyle severken ‘nasıl özür dileyeceğimi bilmiyorum’ diyordu… deprem gölgesinde kamera, mikrofon, siyasetçi gören birçok insan ilk iki günde devletin, devlet kurumlarının yokluğunu sorgularken bu acıları yeniden yeniden yaşıyorlar. çoğu anlatımda insanların soğuktan donarak, zamanında kurtarma ekipleri ulaşmadığı için ölümlerin fazla olduğu yönünde ki canlı canlı, bir film izler gibi izledik, izliyoruz… yitirdiği çocuklarından, sevdiklerinden özür dileme olanağı kalmamış insanlar ellerinden bu olanağının alınmasına isyan ediyorlar… binlerce insan hala daha sevdiklerinden haber alamamış, iz bulamamış olmanın acısıyla, dua edecek, yüz sürecek bir mezarının bile olmayışına isyan ediyorlar…
ölen çocuklarından, sevdiklerinden onları koruyamadığı için özür dileyememenin ezikliği ve iç sıkıntısı içindeki insanların varlığına karşılık bu ölümlerden birinci derecedeki sorumluların rahatlığını anlayabiliyor musunuz? ne diyordu Adıyaman’da ‘ilk günlerde eksiklerimiz olmuş olabilir…’ binlerce insanın ölümünün sorumluluğunu duymadan, sıradan bir işte, ötelenebilir bazı şeyleri yapmamış gibi nasıl rahat, nasıl soğuk, nasıl duygusuz… adam akıllı bir özür bile dilemeden, çocuklarının ve sevdiklerinin ölümünden kendisi sorumluymuş gibi iç sıkıntısı ve acı duyan anne babaların duyduğunun onda biri kadar sıkıntı ve acı duymadan; ‘ilk günlerde eksiklerimiz olmuş olabilir…’
ben bu satırları yazarken depremi yaşamış birinin o günden bugüne kadar ağlayamadığını duydum… insanlar yas bile tutamadılar, var mı ötesi? deprem bölgesinden paylaşılan fotoğraflardan bazıları orada yaşananların, yaşatılanların özeti; “bu enkazdan sağ çıkan tek kişiyim… ailemi kaybettim. enkaz kaldırma çalışmaları başlamadan arayın. son kalan anılarımı almak istiyorum… tel…”
amacım yaraları deşmek değil; bölgenin önemli bir kısmının gerçekliği böyleyken iktidarın önceliği hızla enkaz kaldırmak ve inşaatlara başlamak olarak kendini gösterdi… ayna anda orada depremzedelerle dayanışma içinde olan görünür, öne çıkan örgütlerin çadırlarına, yardım merkezlerine el koyarak devleti yerleştirerek varlığını da gösterdi… 50 gün geçmesine rağmen çadır, hijyen malzemesi, seyyar tuvalet, çocuklara oyuncak ve kitap isteği sürüyor oysa…
iktidar Hatay’da bazı yerlerde kaldırdığı enkazı okulların, kurtulanların kaldığı çadırların yakınına dökerek insanların ve o bölgenin yıllarca sağlık sorunları yaşamasına yol açacak bir saçmalığı da görmezden geliyor. adeta insanları orayı terk etmeye zorluyor… oysa kaldırılan hafriyat içindeki toz başta asbest olmak üzere çok sayıda zararlı madde içeriyor. özel giysiler ve maskelerle çalışılması gerekirken çalışanlar da, orada yaşayan ve yaşayacak olanlar da yalnızca bugün değil, gelecek yıllarda da aynı tehlikeyle iç içe olacaklar. toprak, çevrede yaşayan diğer canlılar da bu tehlikeye maruz kalıyorlar, kalacaklar…
ülkenin seçim atmosferine girmesiyle gündemdeki yeri önceliğini yitiren deprem bölgesinde yaşayanlar yokluklara karşı direnmenin yanında iktidarın yaptıklarına (ve yapmadıklarına) karşı da direniyorlar… Malatya’dan bir fotoğraf; evinin enkazı kaldırılan bir kadın belki sağlam eşya çıkar umuduyla, belki bir anı kurtarma beklentisiyle kepçenin yakınında oturmuş enkazı gözlüyor… deprem anına kadar biriktirilmiş anılar, umutlar, sevinçler, selamlar, her şey ama her şey o enkazın altında (belki sevdikleri de)…kepçenin her hareketinde kanayan bir yara gibi.
depremi ve depremle birlikte o insanların yaşadıklarını, tanık olduklarımızı hiçbir zaman unutmamak ve unutturmamak zorundayız. bu unutmama, unutturmama eylemi yitirdiğimiz binlerce insana karşı sorumluluğumuz, kendimize ve bizden sonra gelecek olanlara da borcumuzdur… ekranların, sosyal medya denilen alanın belleğimizi silmesine, bu günleri unutturmasına karşı direnmek zorundayız… yetmez; yaptıkları ve yapmadıklarıyla bugünleri hazırlayan iktidarların, yerel yönetimlerin, devlet/ kamu görevlilerinin hesap vermeleri gerektiğini unutmadan; ‘haklarımızı helal etmiyoruz’ diyen milyonlarca insanın yanında olmalıyız.
iktidarıyla, muhalefetiyle siyasetin yönünün ve önceliğinin seçimlere evrildiği, evrileceği bugünlerde söylenenlerin değil yapılanların dikkate alınması vicdanı bir gereklilik… sorumluların ilk cezalandırılacağı yer sandık olmalı; fakat yetmez, bu kadar ölümün, yıkımın karşılığı olarak iktidardan düşmek yetmez. yapılan ve yapılmayanların hesabının verileceği yargı süreçleri de düşünülmelidir. çünkü; şöyle diyordu bir depremzede “insanın yakını ölür, gömer gelir evine ‘Hayat devam ediyor’ der ve bir şekilde yaşamaya devam eder. İnsanın kedisi, köpeği ölür, gömer gelir evine devam eder acısıyla. Yahu insanın hiç evi ölür mü? Sokağı, caddesi, mahallesi ölür mü?” diyordu… kısacası bu depremdeki yıkımın ve ölümlerin sorumlusu olanlar binlerce cinayete ortak oldular… AFAD’ın 2020 yılında Maraş merkezli bir depremle ilgili çalışmalarının gereğini yapmayanlar bu insanların, bu sokakların, bu kentlerin, buralardaki yaşamın ölümünden sorumludur…
depremden sonraki ilk yazımda; unutmayın, unutamayın, demiştim… Hatay’da yıkılmamış bir duvarda “Kalanlar/ Ey kardeşlerim/ ellerinizi uzatın ellerime” yazıyordu. ve hemen yanında; “GERİ DÖNECEĞİZ” ve bu yeryüzünde yalnızlığı birlikte yeneceğiz…