Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in misafiri Melek Akdoğan GEDİK’ti. Melek Hanımla Karahan Yayınları’ndan çıkan Kadın ve Ekonomik Yoksunluk kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Hocam kitabınızı şiddete maruz kalan ve cinayete kurban giden tüm kadınlara ithaf etmişsiniz. Nitekim çalışmanızda da Türkiye ve dünyada kadının ekonomik yoksunluğunu inceliyorsunuz. Çalışmanızda kadınların yoksunluk, ayrımcılık ve sömürüden orantısız bir şekilde etkilenmeye devam ettiğini söylüyorsunuz. Kitabınızdaki ifadelere göre cinsiyet ayrımcılığı kadınların genellikle güvencesiz, düşük ücretli işlere girmesi ve üst düzey pozisyonlarda çalışanların küçük bir azınlığını oluşturmalarıyla anlam taşımaktadır. İlk sorum da bu hususta olacak, cinsiyet ayrımcılığını sadece düşük ücret ve yüksek pozisyonlardan uzak tutulmayla mı anlamlandırabiliriz? Cinsiyet ayrımcılığı bundan biraz daha fazlası değil midir?
Melek Akdoğan GEDİK: Tabii ki, cinsiyet ayrımcılığı, sadece ücret ve eşitsiz gelirle alakalandırılmıyor; çok boyutlu değerlendirmeler yapılıyor. Çalışmamın sınırları çerçevesinde benim sadece ekonomik boyutunu değerlendirme şansım oldu. Yoksa kadınların sıkıntılarına dair konular uzun uzun konuşmakla bitmez. Kadının birçok yoksunluğu var. Bunlar: eğitim yoksunluğu, siyasal yoksunluk, ekonomik yoksunluk ve sağlık yoksunluğu olarak değerlendirilebilir. 2006 yılında Dünya Ekonomik Formu’nun yayınlamış olduğu Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’nu da dört alt değişken, on dört tane de alt gösterge üzerinden kadınla erkek arasındaki cinsiyet ayrımcılığını veya cinsiyet uçurumunu değerlendiren indeksler oluşturuyor.
Melek Hocam, çalışmanın ilk bölümünde tarihsel açıdan kadın işgücünü konu ediniyorsunuz ve kadın işgücünün dünyadaki tarihi gelişiminin izlerini sürmeye çalışıyorsunuz. Eski Yunan’dan başlayarak neredeyse günümüze kadar kadın emeğinin, kadın işgücünün karşılaştıkları zorluklar, ayrımcılıkla ilgili kimi örneklere de çalışmanızda yer veriyorsunuz. Bu noktada, özellikle Aydınlanma döneminden itibaren bir değişimin yaşanmaya başladığının altını çiziyorsunuz. Şunu sormak istiyorum, Aydınlanma, Rönesans ve Reform… bir siyasal kavram olarak “birey” ve onun peşinden de yine bir siyasal kavram olarak “kadın”ın, ortaya çıkışında nasıl bir rol oynamıştır? Bunu tartışabilir miyiz?
İlkel toplum döneminden bilgi toplumu dönemine kadar değerlendirirsek aydınlanma dönemini daha iyi anlarız. Aydınlanma döneminin kırılması, aslında kadın aklının fark edilmesiyle başlıyor. Kadın aklına hürmet ediliyor ve akabinde de bu aklın eğitilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor. Avcı-toplayıcı dönemde aslında anaerkil bir yapı hâkim. Erkekler daha çok avcılıkla, kadınlar ise evin bakımıyla uğraşıyorlar. Daha sonraki dönemde Antik Roma’da yine kadının rolüne gelecek olursak toplumda göçebe hayattan yerleşik hayata geçmesiyle birlikte ataerkil düzen hâkimiyeti oluyor. Kadın aslında gücünü o dönemden itibaren yitiriyor. Siyasetten tutun da sosyal ve ekonomik hayatta kadın hep ikincil planda yer alıyor. Hatta tarihi kalıntılarda, yazılı eserlerde, kitabelerde bunlar -günümüze kadar- tarihçilerin araştırmasına da konu oluyor. Lonca döneminde yine ikinci sınıf işçi pozisyonunda kadın; aynı zamanda küçük kız çocuklarının çalıştırıldığı bir ortam var. Sadece Aydınlanma Dönemi’nde kadının aklı nispeten hürmet kazanıyor; eğitilerek iş gücüne ve iş dünyasına dahil edilmesi de bu döneme denk geliyor. Tüm kadınlar ve erkekler için aynı koşullar var; ama kadının daha ön plana geçmesini altının çizilmesi gereken bir nokta olarak görüyorum.
Yukarıdaki soruma ilaveten yine aydınlanma hattı üzerinden yürüyecek olursak, İslam dünyasındaki temel eksikliğin de –birçok konuda olduğu gibi, kadın konusunda da- her şeyden çok bir “zihniyet” bir Aydınlanma eksikliği sorunu olduğunu söylemek yanlış olur mu?
Kadının ikincil rolü sadece bizim topluma özgü değil. Din, yani İslam’la ilişkilendirmek de çok akılcı değil. Çünkü Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta da benzer durumlar kadın için söz konusu aynı dönemler itibariyle. Kaldı ki, Anadolu’da Osmanlı’dan önce halk göçebe-aşiret olarak yaşarken; kadın ev içerisinde eşit. Karar almada kadına daha çok söz veriliyor. Tek eşlilik hâkim. Daha sonraları Osmanlı’dan sonra kadın, yine ikinci plana atılıyor. Ta ki Tanzimat dönemine kadar. Osmanlı İmparatorluğu döneminde sadece III. Selim ve Kanuni Sultan zamanında kadının işgücüne dahil olabilmesine ilişkin fetvalara rastlanıyor. Daha sonraları II. Meşrutiyet Döneminde veya savaş dönemlerinde kadın işgücüne ihtiyaç var. Balkan Savaşları, Birinci Dünya savaşlarında kadınlar işgücüne duyulan ihtiyaçtan dolayı çalışma hayatına girebiliyorlar.
Çalışmanızda, kadın emeğinin üretim sürecine dahil olmasındaki bir başka önemli tarihsel kertenin de Sanayi Devrimi olduğunun altını çiziyorsunuz. “Sanayileşme” ve “kadın emeği”nin üretime dahil olması süreçleri arasındaki ilişkiyi de birkaç cümleyle özetlemek mümkün olabilir mi?
Tabii ki. 1750’lerin İngiltere’sinde çıkrık makinesinin icadından sonra, yavaş yavaş kadın işgücünün önemi fark ediliyor. Buharlı makinenin icadından sonra demir-çelik atölyelerinin yaygınlaşması, sanayileşmenin yaygınlık kazanması… Biz iktisatçılar, üretim faktörü olarak her zaman emek ve sermayeyi değerlendiririz. Ama kadın işgücü emek faktörü hep ikinci planda tutuluyor. Ancak Sanayi Devrimi’nden sonra -o makineleşme, o sanayi- kadın işgücünün de verimlilik ve aynı zamanda sermaye ve kar getirisi elde edilmek için kullanılmasını gerekli kılıyor. 18. ve 19. Yüzyıldan sonra artık kadın işgücü yedek olmak vasfından çıkıp, çekirdek işgücü olma özelliğine sahip oluyor. Bir taraftan da sermayenin kurumsallaşması devamında kadının daha çok üretime dahil olmasını sağlayan sebepler.
Burada kadın olduğu için Sanayi Devrimi’yle birlikte üretim sürecine girmesinden ziyade, mevcut erkek nüfusun çok daha ötesinde bir çalışana ihtiyaç duyulmasının da önemli olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabi ki, zaten geçmiş dönemlerde de sanayileşme ile daha öncesinde savaş dönemlerinde kadınlara ihtiyaç duyulmasını az önce söylemiştim. Ancak savaştan döndükten sonra erkeklerin kadınları kendilerine tehdit olarak görmesi, erkeklerin daha çok kayıtlı olarak çalışması, kadınların kayıt-dışı istihdam edilmesi, sendikalaşma haklarının bulunmaması da zor durumda kalmalarının akabinde yatan gerçekler.
Kadınların çalışma hayatındaki rolüne ilişkin en önemli etkinin 1964 yılında yayınlanan Sivil Haklar Bildirgesi sayesinde olduğunun altını çiziyorsunuz. Kennedy tarafından hazırlanan ama imzalanması Başkan Johnson’a nasip olan ve ABD için önemli sayılabilecek bir günde 2 Temmuz 1964’te ilan edilen bu yasa orijinal adıyla The Civil Rights Act aslında bir bildiri olmaktan çok, medeni hakları düzenleyen bir yasa ve sizin de belirttiğiniz gibi, bu yasayla BD’de ayrımcılık suç haline getiriliyor. Bu yasanın kadın haklarından çok ırk ayrımcılığı üzerinde bir etkisi olduğunu söylemek yanlış olur mu?
Evet, söylediğiniz gibi Sivil Haklar Bildirgesi; ırk, dil, din, millet, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldıran bir şey. Cinsiyet ikinci planda ancak; kadınlar burada bir şeyin farkına varıyorlar: cinsiyet eşitliğinin de aslında bir sivil hak olduğunu iddia ederek, 1970 yılında Eşit İstihdam Olanakları Komisyonu’nun kurulmasına neden oluyorlar. Sivil Haklar Bildirgesi aslında bir temel; ama kadınların uyanışında, eşit istihdam olanaklarının oluşumunda ve buna paralel olarak çeşitli stratejilerin belirlenmesinde çok da önemli bir temel. O yüzden kitabımda özellikle belirtmek istedim.
O zaman bunun direkt etkisinden ziyade bir domino taşı gibi, kendisinden sonraki hareketleri etkilemesi, tetiklemesi sebebiyle biraz daha önem taşıyor diyebilir miyiz?
Tabii ki; ırk, din, millet ayrımı yapılmaksızın bir eşitlik sağlanırken; kadın erkek eşitliğinin sağlanmaması tabii ki hoş bir durum değil.
Çalışmanızda yüksek teknolojik gelişmelerin ve hizmet sektörünün ön plana çıktığı 21. yüzyılda kadın işgücünün geçmiş yıllara göre daha avantajlı konuma ulaştığının da altın çiziyorsunuz ve “…duygusal zeka ve estetik açıdan görece daha üstün konuma sahip olan kadınların çalışma hayatında yeni bir dönem ile karşı karşıya kaldıklarını” söylüyorsunuz. Biz sosyal bilimciler olarak cinsiyetler arasında doğuştan getirilen (zeka, estetik vb) farklılıkların olduğunu kabul etmeli miyiz, yoksa bunlara karşı mı çıkmalıyız, ben bu noktadaki görüşlerinizi almak istedim.
Yaşadığımız coğrafyada da, dünyada da cinsiyet söylemciliği hep kadın üzerinden yapılıyor değil mi? Bizim söylemlerimize de yerleşmiş: kadın gibi konuşma, elinin hamuruyla şu işe karışma gibi. Hatta siz de akademisyensiniz ben de akademisyenim. Son yıllarda bilim adamı kelimesinden imtina ediliyor değil mi? Bilim adamı değil; bilim insanı. Yani sanki kadın aklı bilim yapmaya müsait değilmiş gibi adam nitelendirmesi üzerinden tahakküm görüyoruz. İkincisi, tabii ki biz haklar üzerinden konuşuyoruz. Kadın ve erkeklerin eşit hakları: eğitim, sağlık, ekonomik koşullar gibi. Ama yaradılıştan da birtakım farklılıklarımızın olduğu aşikâr. Kas gücümüz, fiziki anatomimiz bir erkeğinki kadar kuvvetli olmayabilir. Ama kadınların da estetik algısının erkeklerden göreceli olarak daha farklı olduğunu düşünüyorum. Hizmet sektöründe neden bu kadar kadın istihdam ediliyor diye sorgulamamız gerekiyor. Onu ifade etmeye çalıştım.
Hizmet sektörünün gelişmesi, konuştuğumuz konudan bağımsız olarak kadınların işgücüne katılmasını nasıl etkiliyor? Hizmet sektörü gelişince, herhalde, estetik gücü daha fazladır deyip işe almıyorlar değil mi?
(Gülüyor.) Hayır, şöyle ki, kadına atfedilen değerler var değil mi? Kadının yapabileceği bazı meslek grupları daha ön planda. Hemşirelik bunların başında. Yeni yeni erkek hemşirelere rastlıyoruz. Ama genelde birçok alanda kadınların yapabileceği işlere bir erkek istihdam edilmiyor. Dolayısıyla hizmet sektörünün tarımdan hizmete dönmesi hem dünyada hem Türkiye’de daha çok bu alanlarda kadınların istihdam yolunu açtı. Yeterli mi? Hala yeterli değil. Ama ben bu anlamda söyledim. Bir turizm ve konaklama tesisini bir kadının dekore etmesi daha arzulanabilir diye düşünüyorum.
Melek Hocam ana hatlarıyla Osmanlı döneminde ve erken dönemi Türkiye’sinde kadının işgücüne ilişkin bir genel değerlendirme yapmak isterseniz birkaç cümle ile neler söylerdiniz?
Osmanlı’da kadın emeği genelde tarım sektöründe kullanılmış ve ücretsiz aile işçisi olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla kadının yarattığı katma değer ne ev içinde ne de tarımda kendisini gösterip ekonomiye katkı sağlama durumunda. Sanayileşme henüz gerçekleşmemiş ki istihdam edilme koşulları çok az. Kadının çalıştığı alanlar; dokumacılık, tezgâh ve halıcılıktan ibaret. Genelde de Bursa, Trakya bölgesinde çalışıyorlar. Burada da Türk kadınları değil; daha ziyade Ermeni ve Rum asıllı kadınların istihdam edildiği görülüyor. Gıda sektörü de aynı şekilde. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da benzer seyir söz konusu. Ancak 1925 yılında Hıfzı Sıhha Kanunu’yla kadınların sağlığının korunmasına dair ilk adım atılıyor. 1926, 1935 ve 1936 yıllarında çıkarılan yasalarla da Atatürk Türk kadınlarının ve aynı zamanda Türk işçisinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve yasal haklarının korunması ile ilgili adımları atıyor.
Pekin Deklarasyonu, 4-15 Eylül 1995 tarihinde Çin’in başkenti Pekin’de gerçekleştirilen Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’nda kabul edilmiş ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 15 Eylül 1995 tarihindeki 16. Kurul toplantısında onaylanmıştır. Bu eylem planı çalışmanızın da temel hareket noktasını oluşturuyor. Konferansta belirlenen 12 temel kritik alan nedir ve bunların üzerinden belirlenen ileriye dönük temel stratejiler nelerdir? Bu hedef ve stratejilerden bize biraz bahsetmeniz mümkün olabilir mi?
Pekin Deklarasyonu aslında tüm ülke ekonomileri için kadın erkek eşitsizliğine yönelik politik adımların temelini oluşturuyor. 12 temel kriter üzerinden stratejiler belirleniyor. Bunlar: kadın yoksulluğu, kadının eğitim ve öğretimi, kadın ve sağlık, kadına yönelik şiddet, silahlı çatışmalar ve kadın, kadın ve ekonomi, yetki ve karar süreçlerinde kadının rolü, kadının ilerlemesinde kurumsal süreçler, kadının insan hakları bağlamında rolü, kadın ve medya, kadın ve çevre, en önemlisi de kız çocuklarının gelişimi. Benim çalışma konum itibariyle, Pekin Deklarasyonu’ndaki ekonomik, kadının yoksulluğuna ilişkin stratejiler şu şekilde değerlendirilebiliyor: Öncelikle kadının sırtında bulunan devamlı ve artan yoksulluk yükünün ortadan kaldırılması, yoksulluk içindeki kadınların ihtiyaçlarına ve çabalarına cevap veren makro ekonomik politikaların uygulanması ve kalkınma stratejilerini gözden geçirmek ve benimsemek, yasaları ve idari uygulamaları kadınların eşit haklara ve ekonomik kaynaklara ulaşmasını sağlayacak şekilde yeniden düzenlemek. Özellikle kadınların tasarruf imkanlarının arttırılması, kredi olanaklarına ulaşımının kolaylaştırılması tüm ülke ekonomileri için önemli. Cinsiyete dair metodolojiler geliştirmek ve yoksulluğun kadınla özdeşleşmesini engelleyecek politikaların uygulamaya geçirilmesi önem arz ediyor. Ekonomik yapılarda ve politikalarda üretime yönelik her tür faaliyette ve kaynaklara erişimde kadınlara öncelik tanınması veya eşit haklardan faydalanmasının sağlanması. İstihdama uygun çalışma koşullarının ve ekonomik kaynakların kontrolü ve ulaşılabilirlik, kadınların kaynaklara ve yine istihdam piyasalarına ulaşımının sağlanması. Özellikle düşük gelirli kadınların iş bulabilmelerine yönelik hizmetlere, mesleki eğitim ve iş olanaklarına, özellikle kadınların el becerilerini geliştirebilecek veya eğitimle donanımı sağlayabilecekleri olanakların yaratılması. Ticari ağlar içerisine yine kadınlara daha fazla rol verilmesi, kadınlar ve erkekler için çalışma ve aile sorumluluklarında uyumlu hale getirilmesi. Yasal düzenlemelerin de bu yönde gerçekleşmesine yönelik strateji kararları belirleniyor. Aslında temel bu; ancak her ülke kendisine yönelik farklı strateji geliştirebilir.
Kadın istihdamını etkileyen faktörlere de çalışmanızda yer veriyorsunuz. Boşanma oranı, işsizlik oranı, enflasyon, doğurganlık hızı, erkek işgücünün istihdam oranı gibi birçok faktör kadınların iş yaşamına girip girmemesini belirliyor. Aslında cinsiyetin çok ötesinde birçok faktör var. Bunlara göre çok kısaca değinecek olursak bir ülkedeki kadın istihdamını ana hatlarıyla hangi faktörlerin etkilediğini söylemeniz mümkün olabilir mi?
Kitapta sizin de söylediğiniz gibi birçok faktöre değindim -eğitim vb hepimizin bildiği şeyler- biraz daha farklı bir bakış açısı sağlamak adına politikaların da kadın istihdamını teşvik edici olması gerektiğini düşünüyorum. Bizim gibi makro ekonomik politika istikrarsızlığıyla uğraşan ülkelerde biraz daha zor. Enflasyon var, işsizlik var, kadının elde ettiği geliri enflasyon zaten zarar veren bir etken. Biz iktisatta bazı maliye politikası derslerinde şunu anlatırız. Gelir ikame ilişkisini ve dengesini bozmayacak bir politika uygulanması gerekiyor. Şimdi kadın genelde istihdam olanakları peşinde koşuyor değil mi? Çalışmayı istiyor ama çalıştığı zaman evde istihdam edeceği, çocuklarına bakacağı, kendinin evde olmadığı sürede bu işleri yürütebilecek bir kadın istihdam ettiğinde elde ettiği gelirin yarısını ona veriyorsa, bu durum fayda-maliyet analizi çerçevesinde kadının çalışmasını çok da mantıklı kılmıyor. Çok çok sosyal statüsü yüksek bir işte olabilir, kadının tatmin duygusunu yükselteceksiniz; böylelikle kadın çalışmayı tercih edebilir. Burada bir boş zamanı tercih etme eğilimi kadınlarda daha çok gözleniyor. Erkek için aynı şey söz konusu değil. Erkek her ne kadar düşük ücretle de çalışsa geliri arttırabilmek için ek işe gidiyor. Hafta sonu mesai yapıyor, İstanbul-Ankara gibi büyük şehirlerde görüyoruz, taksicilik yapıyor. Yine de ikame etmiyor, gelir etkisini artıracak ek işler yapıyor. İstihdam politikaları kadının bu alanda istihdam edilmesini yönlendirmeli. Bu tip gerçekleri göz ardı etmemeli. Diğer taraftan kamu-özel sektör… Kamunun küçüldüğü durumda kamuda istihdam olanağı bulamayan kadınlar, özel sektörde zaten hiç bulamıyor. Kadının doğumu, süt izni, kadının verimliliğinin sorgulanması, akabinde kadın çalışanların yoğun olduğu sektörde kreş, bebek bakım odaları… Bunlar hep özel sektörün karlılığını etkileyecek ve kadın işgücünü tercih etmemesine neden olan faktörler. Dolayısıyla sorunun tek başına hükümetle değil, sivil toplum, kamu, üniversiteler ve bireyler tarafından değerlendirip topyekûn bir çözüm bulunması ama başlı başına da politikaların bu yönde geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Dünyada kadınların işgücüne işgücü istihdamı katılımlarını göz önüne aldığımızda Türkiye’nin bu konudaki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları dünya oranlarının altında mıdır üzerinde midir Türkiye’ye özgü hangi faktörler dünyadaki bu oranlardan farklılaşmaya zemin hazırlamaktadır?
Onları aldığım notlardan rakamsal olarak açıklayayım isterseniz. İşgücüne katılım ve istihdam oranı üzerinden dünya, Avrupa Birliği, OECD ve Türkiye arasında bir değerlendirme yapacak olursak; Dünyada 2020 yılı itibariyle işgücüne katılım oranı kadınların %46.91, AB’de %50.51, OECD ortalaması %51.97. Türkiye’nin maalesef %33.93. İstihdam oranı da benzer şekilde: Dünya ortalaması %44.28, AB ortalaması %47, OECD ortalaması %49.10, Türkiye ortalaması %28.7. İyi haber şu ki, 2007’den 2020’ye gelene kadar bu oran yaklaşık 10 puan değerinde iyileşme göstermiş Türkiye için. Yine kadın açısından Türkiye’ye dair bir değerlendirme yapacak olursak; kadın istihdamının nüfusa oranı 2020 yılında %26.9; erkek istihdam oranı %61.2. 2020 yılı itibariyle işgücüne katılım oranı; kadınların %32, erkeklerin %69. İşsizlik oranı; kadınların %15.9, erkeklerin %11.9. Aradaki farkı görüyorsunuz, matematik gerçekleri gösteriyor bir anlamda. Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurum Raporu’ndan ve oradaki verilerden de bahsederek toparlamak istiyorum. Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu üç temel esas üzerinden endeks değeri hesaplanıyor. Bunlar ülkelerin seviyeleri yerine, ülke vatandaşlarının kadın ve erkekler arası uçurumu belirlemeye çalışıyorlar. Bunu yaparken girdi veya nedensel bir ilişkiden ziyade, çıktılara yönelik bir endeks değeri geliştiriyorlar ve böylece toplumsal cinsiyet eşitliğine göre de bir sıralama gerçekleşiyor. Türkiye 153 ülke arasında, 2020 yılı itibariyle maalesef 130. sırada. Şimdi de bu eşitsizliği dört temel gösterge üzerinden değerlendirelim. Ekonomik katılım ve fırsatlarda %47 ile 136. sıradayız. Eğitime erişimde 113. Sıradayız. Sağlık ve yaşamda 64. Sıradayız, nispeten ilk 100’e girebilmişiz. Politik güçlendirmede maalesef 109. sıradayız. Ekonomik katılım ve fırsatların boşluğunun kapatılması önem arz ediyor ki, bu boşluğu kapatmak için uzayan süre aynı zamanda kadın ve erkek eşitliğinin sağlanmasını da geciktirecek bir süre. Yine 2020 raporuna göre, dünya ortalamasından bahsediyorum, dünyada %31 yönünde bir iyileşme gerçekleşmiş. Ancak dünyada tam anlamıyla kadın ve erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için öngörülen yıl, 70-90 arası. 2020 raporunda yazan bilgiler bunlar. İzlanda ekonomisi 2006 yılından beri 11 yıl birinci olmuş. Akabinde yine kuzey İskandinav ülkeleri ilk ona girebilme başarısını göstermiş. Tek tek Sahra Altı Afrika ülkelerinin, Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinin, OECD ülkelerinin, AB Ülkelerinin öngörüleri, yani yaklaşık kaç yıl içerisinde bu cinsiyet eşitsizliğinin giderilebileceğine yönelik öngörüleri var. Aynı zamanda Türkiye için konuşacak olursak, 2019-2023 11. Kalkınma Planı’nın kadının kalkınmadaki rolüne ilişkin temel göstergeleri; kadın ve kız çocuklarının güçlendirilmesi, kadın girişimcilere özel teşviklerin verilmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi gibi konular çerçevesinde konuşuyor ve hedef alıyoruz.
Melek Hocam son sorum da şöyle olacak, öğrencileriniz okuyucularınız bundan sonra hangi çalışmalarınızla ilgili bize birkaç tüyo vermeniz mümkün olabilir mi?
Konuşmanın başında da belirttiğim gibi aslında kadın ve eşitsizlik konusu çok disiplinli bir konu. Mümkün olursa, çok disiplinli bir bakış açısıyla eşitsizliğin giderilmesine yönelik sadece ekonomik değil; hukuki yönlerin de iyileştirilmesine yönelik çalışmalar yapmak isterim.
Çok teşekkür ederim Hocam. Katıldığınız ve bizle değerli fikirlerinizi paylaştığınız için çok sağ olun.
Ben teşekkür ederim.