İran yazı dizisi 9. Bölüm.
İran sineması 3. Bölüm
YAZARLAR: Atagül Demir & Doğan Alpaslan Demir
Giriş
1979 yılındaki İslam Devrimi[i] sadece İran değil Dünya ve Ortadoğu tarihinin kırılma noktalarından biridir. 1977 yılında Şah istibdat rejimine karşı yükselen muhalefet kitlesel bir karakter kazanmış, Şah rejiminin sertleşmesi, büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesi protesto gösterilerinin daha da yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Gösterilerin zirveye çıktığı dönemde, 1964 yılında sürgün edilen, önce Irak’ta ardından da Fransa’da dini hareketi yöneten Ayetullah Ruhullah Humeyni tüm muhalefetin odak noktası haline gelmiştir. Şu noktayı hatırlamak önemli: Şah monarşisine karşı yükselen muhalefetin en güçlü kanadını mollalar oluşturuyordu. Molla örgütlenmeleri özellikle Musaddık sonrasında iyice güçlenmiştir[ii]. Nedir, muhalefet içindeki liberaller ve sosyalistler de Şah monarşisinin yıkılmasında oldukça etkili olmuştur.
1979 yılının 16 Ocak’ında Şah İran’ı terk etti. Şahpur Bahtiyar başkanlığındaki hükümet muhalefetle uzlaşmaya çalıştı. Artık çok geçti, Humeyni 1 Şubat tarihinde 15 yıllık sürgünden sonra İran’a döndü. Şah rejimi yıkılmıştı.
Şah monarşisinin yıkılması sonrası, Fransız İhtilali ileri gelenlerinden Danton’un deyişiyle “Her devrim kendi evlatlarını yer” dönemi başlamıştır. 25 Ocak 1980’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların %78,9’unu alan liberal kanadın güçlü ismi Seyyid Ebu’l-Hasan Beni Sadr[iii] Cumhurbaşkanı seçilir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri “Cumhuriyet rejimi” teamüllerine uygun olarak yapılsa da makamın kendisi göstermelikti. Ayetullah Humeyni cumhurbaşkanını görevden alma yetkisine sahip dini lider konumundaydı. Humeyni tarafından Yüksek Mahkeme Başkanı olarak atanan Muhammed Beheşti’nin savcı ve hâkim rollerini üstlenerek, avukat dolayısıyla itiraz hakkı bulunmayan mahkemelerde monarşi rejimine bağlı sanıkları idama mahkûm ederek infaz etmesi ipleri germeye başlamıştı bile. Humeyni, Beheşti ve mollalarla karşı karşıya gelen Hasan Beni Sadr, Cumhurbaşkanlığı sarayı Devrim Muhafızları tarafından kuşatılması üzerine Fransa’ya kaçtı.
Sıra, mollaların iktidara birlikte yürüdükleri liberalleri ve sosyalistleri tasfiye etmesine gelmişti. Sosyalist TUDEH partisi ve kendilerini “İslam Marksist’i” olarak tanımlayan Halkın Mücahitleri örgütleri “seri idamlarla” ortadan kaldırıldı.
Sinema
Şii Radikal İslam’ın vesayeti altındaki “Cumhuriyet” adı verilen bir istibdat rejiminin kültür, sanat, edebiyat etkinliklerine sert kurallar ve ağır yaptırımlar koyması kaçınılmazdı. Sinema da payına düşeni fazlasıyla aldı: Sinemacılar üzerindeki baskı, sansür arttı. Devrimden sonra Humeyni’nin film yapımcılarından ilk beklentisi, yeni rejimin kültürel kodlarını topluma iletecek propaganda amaçlı filmler çekilmesiydi. Humeyni’nin İran sinemasına dayattığı çerçeve şudur:
Filmde telkin edilen değerler İslami olmalıdır. İslami değerler nedir, üzerinde konuşularak bu değerlerin sahasını tespit etmek ve aydınlatmak mümkündür. Elbette namaz kılmayı öğretmek bir İslami değerdir. Ama doğruluk, cesaret ve mukavemet öğretmek de İslami değerlerdendir. Demek ki bu değerleri işleyen ve öven her film gerçekte İslami içeriğe sahiptir. Bu, meselenin bir yönüdür. İkinci husus, o filmde gayri İslami sahneler yer almamalıdır.
İran sinemasını anlattığımız bu yazıya İran dışında yaşayan ve İran’ı anlatan yönetmenlerin diaspora sineması dahil edilmemiştir. Bu bir eksiklik midir? Evet, belki… Nedir; sansüre takılma sorunu olmadan çekilen bir filmin “İran sineması” olarak sunulmasının inandırıcılıktan uzak olduğu söylenebilir.
1980 Eylül’ünde İran’ın kaotik durumunu fırsat bilen Irak, hiçbir uyarı yapmadan İran’a saldırarak bazı bölgeleri işgal etti. İran rejiminin öncelikleri değişmişti. İran ilk şaşkınlığını üzerinden atar atmaz karşı saldırıya geçti ve Irak’ın işgal ettiği bölgeleri geri aldı. İran Irak savaşı 8 yıl sürmüş ve galibi olmayan savaş, 1 milyondan fazla kişinin ölümüne, 2 milyon kişinin yaralanmasına sebep olmuştur. Savaşın arka cephesinde yoksulluk, açlık, salgın hastalıklar neticesinde ölenlerin kaydı bulunmamaktadır.
İran Irak savaşının sinemacılara rejimin baskılarını nasıl “delebilecekleri” konusunda hazırlık yapma fırsatı verdiği söylenebilir. Yeni Dalga sinemacıları güçlü simgesel, metaforik imgelerle ördükleri filmlerle, sokaktaki insanın bireysel hikayelerini etkileyici bir üslupla sinemaya aktarmaya başladılar. Örneğin rejimin koyduğu sansür kuralları filmlerde kadınların başlarının açık olmasına izin vermemektedir. Bu nedenle kadınlar ev içinde gösterilmemiş ve kadınların yer aldığı sahneler dış mekanlara taşınmıştır.
İran Yeni Dalga Sinemasının, sansürü̈ “delmek” için sadece metaforları, sembolik anlatımı kullandığı söylenemez. İran’ın yüzlerce yıllık Fars, Türk, Kürt toplumlarının bağırlarından akıp gelen güçlü̈ bir sözlü edebiyat geleneği bulunmaktadır. Sinemacılar, sansürün kurallarını kıracak film kurgularında bu sözlü kültürden bolca faydalanmışlardır.
1997- 2005 yılları arasında İran’ın 5. Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Muhammed Hatemi döneminde sansürün nispeten azaldığını, muhalif bir sinema dilinin oluştuğu söylenebilir.
Abbas Kiyarüstemi
Tüm baskı ve yasaklara karşın 1979 yılında Abbas Kiyarüstemi’nin çektiği kurmaca belgesel “Birinci Olay, İkinci Olay” adlı film[iv] siyasi değişimlerin gündelik yaşama yansımaları ve etik tartışmaları üzerinedir.
Derste aykırı bir ses çıkaran öğrenciyi bulmak isteyen öğretmen, öğrencilerden bunu yapanı ihbar etmesini ister. Öğrencilerin ihbar etmeyip rastgele cezalandırıldıkları birinci durum ve ihbar ettikleri ikinci durumu ayrı ayrı çeker. Belgeselin devamında, filmi izleyen adalet bakanı, parti başkanları durumu tartışırlar. Devrim sonrası komşuları tarafından ihbar edilen insanların “Şah yanlısı” oldukları için tutuklandıkları bir dönemdir. Film galadan sonra yasaklanır, 2009’dan sonra internetten izlenebilir hale gelir.
Cafer Penahi
2005- 2013 yılları arasında görev yapan 6. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad döneminde sansür şiddetini arttırır. 2009 yılında Ahmedinejad’ın ikinci kez seçilmesi üzerine düzenlenen protesto eylemlerinde çok sayıda kişinin Besic milisleri[v] tarafından öldürüldüğü ileri sürülmüştür. Dünyaca tanınmış sinema yönetmeni Cafer Penahi, öldürülen insanların anısına düzenlenen törene katılımı nedeniyle tutuklanmış, rejim karşıtı film yapma hazırlığı içinde olduğu için 6 yıl hapis ve 20 yıl boyunca film yönetmeme, yazı yazmama, yapımcılık yapmama, yurt dışına çıkmama ve yerli-yabancı medyaya açıklama yapmama cezaları verildi[vi].
Cafer Penahi önemlidir; İran Yeni Dalgası’nın en etkili isimlerindendir biridir. Cafer Penahi önemlidir çünkü onu görmezden gelerek İran sinemasını hatta İran’ı anlamak mümkün olmayabilir. Cafer Panahi’nin uluslararası festivallerde ödül almış birçok filmi bulunuyor. Beyaz Balon isimli filmi 1995 yılında Cannes Film Festivali’nde Camera d’or ödülünü, Daire filmi ise 2000 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü almıştır. Penahi’nin hapis cezasına gelen uluslararası tepkilerin sonucu cezası ev hapsine çevrilir:
“Artık hapiste değilim, serbest bırakıldım ama ülke dışına seyahat etmem ve film festivallerine katılmam hâlâ yasak. Son beş yıldır film çekmem de resmî olarak yasaklanmış bulunuyor. Film çekmesine izin verilmeyen bir yönetmenin zihnine kilit vurulmuştur. Küçük bir hücreye tıkılmamış olabilir ama aslında çok daha büyük bir zindana atılmıştır. Cafer Penahi”[vii]
Film çekme yasağına rağmen Penahi üretmeye devam eder. “Bu Bir Film Değil” adlı yapımı kekin içine saklanan bir USB bellekle Fransa’ya kaçırılır. 2015 tarihinde bir taksi içindeki kamera ile çektiği “Taksi Tahran” filmi ile hem sokağa çıkma yasağını hem de film çekme yasağını deler; film Altın Ayı ödülünü alır. 2018’de Se Rokh (Üç Hayat) filmi Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülü alır. Törene gitmesine izin verilmez.
Cafer Penahi hem bir sembol hem de kırılma noktasıdır; sanatçının istibdat koşullarında bile duracağı/durması gereken yere işaret eder. Siyasal baskı ve sansür koşullarında daha güçlü sanat eserleri yapıldığı konusunda kıyasıya bir tartışmanın odak noktasında Penahi vardır[viii].
Kadın yönetmenler
İran sinemasının en can alıcı noktasında kadın yönetmenler durur. Siyasal İslam ve şeriatın toplum yaşamının dışına ittiği kadınların yönetmen sıfatıyla kamera arkasına geçebilmesinin sebebi İran yönetiminin hoşgörüsü değil, kadınların yırtıcı mücadeleleridir. Tebriz Radyo ve Televizyon Kurumu’nda yönetmen olarak çalışmış̧, aynı zamanda fotoğraf, tiyatro ve müzik alanlarında da çalışmaları olan Fatema Khakzadeh, 2004 yılındaki söyleşide İran’da kadın olmayı anlatmıştır:
Kadın birinci derecede bir eşya olarak tanınıyor. Özellikle kocası tarafından bağımsız bir kişilik olarak kabul edilmiyor. Hatta kadın bu sınırı yavaş yavaş zorlayıp kendini var etse bile erkek bunu kabullenemiyor ve eşine özgürlüğü çok görmeye devam ediyor. İran’da kocasının izniyle vardır kadın. Eğitimi koca iznine tabidir. Yurt dışına koca izniyle çıkabilir. Hatta daha yoksul kesimlerde annesinin evine dahi izinsiz gidemez. Kadın erkeğin yarısıdır İran’da, daha fazlası değil. (…) Halamın bir arkadaşını kocası öldürdü, tartışmışlardı, sevmiyorlardı birbirlerini. İki yaşında bir çocukları vardı. Adam iki sene hapiste kaldı ve şimdi dışarıda rahat rahat dolanıyor. Aynı şeyi kadın yapsaydı idam bile edilebilirdi[ix].
Samira Makhmalbaf
İranlı yönetmen Samira Makhmalbaf’ın Tahran’ın güneyinde yaşanan gerçek bir olaydan etkilenerek 1998 yılında çektiği Elma (Sib), babaları tarafından 12 yıl boyunca evden çıkartılmayan ikiz kız kardeşlerin hikâyesini anlatıyor. Durum komşular tarafından şikâyet edilince bir sosyal hizmet görevlisinin yardımıyla 12 yıl sonra ilk defa dışarı çıkan kızların dış dünyada yaşadıkları perdeye aktarılıyor. Oyuncular olayı yaşayan gerçek kişilerdir. Makhmalbaf, kızları mağdur olarak değil, istediklerini başarmanın, kendine güvenmenin, umudun temsili olarak gösterir[x].
Samira Makhmalbaf’ın bir diğer filmi 2001 yapımı, Kürtçe adıyla Taxte Raş (Kara Tahta) adını taşır. Kara Tahta, Saddam dönemindeki Halepçe katliamından sonra da devam eden kimyasal silah kullanımının yol açtığı göçleri, savaşları, ruhsal ve fiziksel yıkımları, ailelerin parçalanışını anlatır. Savaş nedeniyle yerlerinden yurtlarından edilen Kürt göçmenleri, öğrencilerini kaybeden ve “bilgilerini satmaya” çalışan öğretmenleri sırtlarında taşıdıkları kara tahtaları ile anlatan film, Cannes Film Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile döner.
Tahmineh Milani
1960 doğumlu Tahmineh Milani, 1979 Şubat Devrimi sırasında yaşanan olaylara dayandırdığı yarı otobiyografik Nimeh-ye Penhan (Saklı Yarı, 2001) adlı filmde sorgusuz yargısız infazları, kıyımları, gözaltı ve tutuklamaları anlatmıştır. İslam Devrimi öncesinin başı açık kadınlarını da başörtülü göstermek zorunda kalarak izin alan bu film gündemin ilk sırasına oturarak büyük yankı uyandırır. 27 Ağustos 2001 sabahı Milani tutuklanmış, sanatı kötüye kullanma, Allah’a karşı savaşa girmiş olanları destekleme, şeytanla işbirliği yapma suçlamaları ile dört kez idam cezasına çarptırılmıştır. Francis Ford Coppola, Spike Lee, Martin Scorsese ve Oliver Stone gibi ünlü yönetmenlerin başını çektiği idamın durdurulmasını ve Milani’nin derhal serbest bırakılmasını talep eden büyük bir uluslararası kampanya başlatılmış, sonunda Cumhurbaşkanı Hatemi’nin Milani’nin yanında saf tutması ve “bir suç varsa bu filmin yapımına ve gösterimine izin verenlerin de suçudur ama ben suç kastı ve niyeti olduğunu sanmıyorum” demesiyle Milani serbest bırakılmıştır.
Tahmineh Milani Do Zen (1998) ve Vakoneshe Penjom (2003) filmlerinde, toplumsal cinsiyet rollerinin iktidar ilişkilerini yansıttığını vurgulamış ve bu ideolojinin yeniden üretimini feminist bir eleştirel söylemle ortaya koymuştur. Milani’nin filmleri çözümlendiğinde yer verdiği kadın karakterlerin toplumsal baskı nedeniyle sessiz kalmayı tercih etmek zorunda bırakılsalar da isyankâr tavırlarıyla mücadelelerinden vazgeçmedikleri anlaşılmaktadır. Milani filmleri rejimi doğrudan eleştirmez, yaratılan toplumu, sorunları ön plana çıkararak eleştiriyi izleyiciye bırakır[xi].
Sonuç olarak:
Bu yazı İran Sineması üzerine kapsamlı bir analiz gerçekleştirdiği, en önemli yönetmenlerin, yapımların incelendiği iddiasında değildir. Bir İran panoramasında sinemanın olmazsa olmaz olduğu vurgulanmak istenmiştir. İran gibi dünyanın en zengin, binlerce yıllık sözlü kültürlerinden birine sahip, Fars, Türk, Kürt dil ve edebiyatının harmanlandığı bir ülkenin bu birikiminin sinemaya güçlü bir biçimde aktarılmış olması tesadüf değildir; değildir ama arkasında çarpıcı sorular bırakır. Örneğin festivallerde ödüllere boğulan filmlerin İran’da tanınmadığı ve yeterince izlenmediği iddiası ve gerçeği ile yüzleşmek gerekir.
İran sineması günümüzde rüştünü ispat etmiş, dünyaca tanınan ve sevilen bir sinemadır. Yönetmenler kısılıp kalmış insanların hikayelerini sansüre takılmadan metafor ve sembollerle anlatırken toplumsal panoramayı çizdikleri gibi, siyasal İslam’ın dünyadaki yalnızlığını ve şeriat rejiminin insanın naturasını kavrayamadığını gözler önüne sermişlerdir.
Dipnotlar ve kaynaklar
[i] İslam Devrimi kavramına sık sık itirazlar geliyor. Haklı noktaları da olabilir. Ama bu konudaki tartışmayı bizim yazımızın kapsama alanına sokmak istemedik. Bu nedenle tarihçi ve sosyal bilimcilerin yaygın kullandığı “İslam Devrimi” kavramını kullanmayı tercih ettik.
[ii] Musaddık sonrası mollaların neden güçlendiğini anlamak için daha önce yayımlanan İran yazı dizisinin dördüncü bölümünü okumanız önerilir: https://www.mukavemet.org/iran-yazi-dizisi-muhammed-musaddik/
[iii] Seyyid Ebu’l-Hasan Beni Sadr: İran İslam Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı olan Ebu’l-Hasan Beni Sadr, 40 yıllık bir sürgünden sonra 9 Ekim 2021 tarihinde Paris’te öldü.
[iv] Filmin orijinal adı: Ghazieh-e Shekl-e Aval, Ghazieh-e Shekl-e Dou Wom.
[v] Besic milisleri: İran’ın zift karası yüzlerinden biridir. Ayetullah Humeyni tarafından kurulmuş bir milis teşkilatıdır. Besic, günümüzde İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun bir alt koludur ve devlete çalışan gönüllü gençlerden oluşur. Besic, silahlanma yetkisi bulunmamasına rağmen silahlı bir güç olmuş, İran polisi onların sokaklardaki şiddet eylemlerini engelleyememiştir
[vi] Kaynak: https://haber.sol.org.tr/dunyadan/cafer-panahiye-6-yil-hapis-ve-20-yil-sinema-yasagi-haberi-37144
[vii] Kaynak: https://altyazi.net/yazilar/yonetmen-portreleri/cafer-panahi-caresizlik-ofke-ve-umut/
[viii] Siyasi baskı ve sansürün daha güçlü eserlere esin kaynağı olduğu görüşünün, teslimiyetin ön kabulü anlamına geldiği kanaatindeyim. Yazmayı düşündüğüm bu konudaki görüşlerinizi paylaşmanızdan mutluluk duyarım. (Doğan Alpaslan Demir.)
[ix] Fatin Kanat, İran Sinemasında Kadın, Kadın Temsili ve Kadın Yönetmenler, Dipnot Yayınları, 2007.
[x] Cihan Aktaş, Şark’ın Şiiri İran Sineması, İz yayıncılık, 2015.
[xi] Hülya Özkan, İran Sinemasında Kadının Temsili ve Toplumsal Konumu: Tahmineh Milani Filmleri Üzerine Bir Çözümleme, Medya ve Din Araştırmaları Dergisi, Cilt 4, Sayı 1, 29.06.2021.