Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

İnsanlar; Evleri Mezar, Köyleri, Kentleri Mezar

...ve barınma hakkının ticari bir alan olmaktan çıkarılmasından, kent rantının toplum yararına kullanılmasına kadar tüm süreçler en yoksulların çıkarları doğrultusunda planlanmalıdır…  kader planı değil, bilimin planı, varsıllara değil yoksullara kaynak…

siyasi gündemin halkın ölümlerinin, acılarının, yoksunlukların, umarsızlıklarının yerini aldığı son iki üç güne bakınca sanki başka bir ülkede, başka bir coğrafyada yaşıyor gibiyiz… daha doğrusu deprem, depremle ortaya çıkan acılar, şans eseri yaşıyor olanların acılarına eklenen çileler Altılı Masa’daki tartışmaların gölgesinde, belki de karanlığında kaldı.

oysa deprem bölgesinde yanındaki insanın, akrabasının, komşusunun yarasına dokunacak insanlar da yaralı, acısını saracak olan insanlar da acılı…  ayrıksı bir zamandayız yani… oysa aynı coğrafyanın insanları, aynı halkların ve insanlığın çocukları olarak yaralarımız ortak, öyle bir ortak ki ulu orta, hatta pazara çıkarılmış gibi…

deprem bölgesinde binlerce insan aradan geçen bir aylık zamana rağmen çadır, su, hijyen malzemesi, çocuklar için gerekli şeyler istiyorlar… bu istekler çığlığa dönüşüp sosyal medya üzerinden karşılık buldukça karşılanıyor ancak. bu arada iktidar deprem sonrası yaptığı bazı düzenlemelerle çevreyi, doğayı, tarihi dokuyu hiçe sayan adımlarla yeni kentler inşa etmek üzere hazırlıklarını sürdürüyor… inşaat üzerinden sermaye birikimi ve büyüme modelinin rant ile birleştirilmesi sonucu gerçekleşen binlerce ölüm, kentlerin yıkımı, çevre katliamı depremle yeni bir boyut kazanacak… ve ne yazık ki depremzedelere yaşatılan anlamsız yoksunluklar bu yeni boyuta rıza üretmek için de kullanılacak gibi görünüyor.

hepimizin ortak görüşü ve isteği depremde evleri yıkılanların en kısa zamanda ev sahibi olmalarının yanında günlük yaşama dönecek koşulların sağlanması… görünürde bu görüş ve istek iktidar dahil herkes tarafından sahipleniliyor… fakat iktidar yaptıracağı deprem konutlarını bedelinin (en az) %40’ı fiyattan satacağını açıkladı. tepkileri düşürmek için de 20 yıl vade, faizsiz kredi gibi ‘masum’ ifadelerle ‘iyi bir şey’ yaptığını söylemeye getirdi. deprem sonrası aile üyeleri başta olmak üzere, tüm varlıklarını, evlerini yitirmiş insanları 20 yıl süreyle borçlandırmak tam da iktidarın kurduğu ve beslendiği, sermayesini yarattığı düzenin yeniden dayatılması anlamına geliyor… konut/ barınma hakkının bir meta, yatırım ve kar aracı olarak sunulması depremzedeler için de sürdürülüyor.

sosyal medyada izlediğim bir videoda; yaşlı bir mühendis oturduğu eve güvenmediğini, ancak aldığı emekli maaşıyla yeni bir ev almak bir yana, başka bir eve kiraya da çıkamayacağını anlatıyordu. evinin depreme karşı güvenli olup olmadığını test ettirmenin maliyetinin 20 bin tl. olduğunu, borçlanarak bu parayı bulsa bile, oturulamaz raporu verilirse başka bir yere taşınma olanağının olmadığını anlatıyordu… 7-8 bin tl. emekli maaşı olan bir kişinin kent merkezlerinde kiralık ev bulması da, bu maaşla taksitle ev alabilmesi de olanaksız; peki bu insanlar ölsünler mi diyeceğiz?  örneğin kendi eviyse ve depreme dayanıksızsa şansına küs mü diyeceğiz? peki bu yurttaşın/ yurttaşların yaşamları boyunca ödedikleri vergiler, sigorta primleri, tükettikleri mal ve hizmetler karşılığı dolaylı olarak verdikleri vergiler ne oldu, ne olacak…? iktidar acımasız, sermaye acımasız, toplumun ayrıştırılması sonucu yaratılan ortam güven vermiyor ve biz depremle birlikte korkularımız, kaygılarımız arttıkça evimizden, evimizin mezar olmasından korkmaya başlıyoruz…sahi tv şovlarında izlediğimiz toplanan milyarlarca lira niye toplandı, nerelerde kullanılacak biliyor muyuz? deprem oluyor evsiz kalıyoruz, test yapılıyor çürük çıkıyor ve evsiz kalıyoruz; ne yapacağız biz…?

denilebilir ki enkaz altında kalmak da var. doğru; fakat deprem anına kadar bir olasılık, bu yüzden birçok kişi evini kontrol ettirmekten kaçınıyor… fakat şunu da unutmamak gerekiyor; son depremlerde anlı şanlı şirketlerin yaptığı, imar planı, yeri belediye, devlet tarafından belirlenmiş, sözüm ona denetim şirketlerinin rapor verdiği yeni binalarda çöktü… hatta bazı yerlerde hastaneler, belediye binaları, polis evleri çöktü… kısacası oturduğumuz eve deprem açısından tehlikeli raporu verilse ve tüm koşullarımızı zorlayarak yeni bir eve (kiraya) çıksak bile o evin güvenli olduğundan nasıl emin olacağız…?

depremle birlikte iktidarın öncelikleri ve konuttan para kazanmak üzerine kurulu anlayış en açık biçimiyle boş evlerin, otellerin, kamu lojmanlarının depremzedelere açılmamasıyla görülmedi mi sizce? 1 milyon 600 bin dolayında boş konut olduğu söyleniyor, yıllık 30 milyondan fazla turist ağırlayabilen bir otel kapasitesi, binlerce boş kamu lojmanı ve misafirhanelere neden depremzedeler yerleştirilmiyor?  hatta bir adım daha atılarak kamuda ve özel sektörde personel alımlarında bir defaya, bu özel duruma özgü olarak depremde evini, işini yitirmiş olanlara öncelik tanınmasına yönelik düzenleme yapılmıyor? çünkü yıkılan her evde devletin, devlet adına görev yapanların sorumluluğu var. denilebilir ki şu tarihten önce, uygun olmayan malzemelerle yapılmış vb… peki devletin bir binanın yapımında, bu binanın yapımı için kullanılan malzemelerde (piyasada) denetim yapmasının önündeki engel nedir? çıkarılan imar afları öncesi bu binaların denetlenmesi düşünülemez mi; devlet dediğimiz aygıt ve görevliler bunları öngöremeyecek kadar bilgisiz mi? kesinlikle değil; merak edenler AFAD’ın 2020 yılında K.Maraş ve Hatay merkezli olası 7,5 büyüklüğünde gerçekleşecek deprem senaryolarına bakmalarını öneririm. ölü ve yıkılan bina sayıları bile neredeyse tutuyor; o zaman buna afet demek bile sorumluların aklamak anlamına gelmez mi?

bu yüzden barınma hakkının ücretsiz olmasının yanında devlet, ilgili meslek örgütlerinin (TMMOB), belediyeler ve tüketici derneklerinin bina yapımından kent planlamasına kadar her aşamada etkin olacakları bir mekanizma kurulması için savaşım vermeliyiz… ve barınma hakkının ticari bir alan olmaktan çıkarılmasından, kent rantının toplum yararına kullanılmasına kadar tüm süreçler en yoksulların çıkarları doğrultusunda planlanmalıdır…  kader planı değil, bilimin planı, varsıllara değil yoksullara kaynak…

ARMUTÇUK GRİZUSU

7 Mart 1983 tarihinde Türkiye’nin ilk kitlesel ölümlü maden katliamı yaşandı… o zaman çocuktum; yaşadığım yerde tüm elektrikler kesilmiş, on dakika kadar sonra da ‘ocakta grizu patlamış’ haberiyle yüzlerce insan bölgedeki hastanenin (darbe sonrası dispansere çevrilmiş, malzemeleri ve personeli dağıtılmış bir binanın) önüne doğru akın akın akıyordu… kömür işletmesinin malzeme ve yolcu taşıma araçları, özel aracı olan az sayıdaki sivil yurttaşlar ölü ve yaralı taşıyorlardı adı hastane olan dispansere… haber madenci köylerine de ulaştıktan sonra gece boyunca yüzlerce insan Armutçuk’a yığılmıştı… sonra; onlarca köyden 103 ölü… şehit dediler adlarına…

grizuyu bilmeden bu ölümleri anlatmak, anlamak zordur; biriken metan gazının patlamasıyla 6.500 dereceye kadar yükselebilen bir ısı, ray demirlerini simit gibi bükebilen bir basınç ve toz, duman… bir madende grizu patlamış dendiğinde unutmayın; grizu sonrası madencilerin ölümü böyle bir ortamda gerçekleşiyor…

deprem bölgesinde madencilerin muhteşem kurtarma çalışmalarının geri planında bu ortamın ‘bilgisi’ ve deneyimi de var. madencilerin yeraltında göçüklerde arkadaşlarını kurtarması daha kolay gibi görünebilir ki zordur. fakat yukarıda yazdığım grizu patlamış, yangın ve basınçla tarumar olmuş yerlerde de kurtarma çalışması yapar madenci… yaşadığım yerde bir mühendis arkadaşa deprem bölgesine gidenlerde psikolojik bir farklılık/ sorun görünüyor mu dediğimde; “onlar işlerini yapıyorlar. düşünce olarak da, psikolojik olarak da kurtarma çalışması yaşamlarının bir parçası” dedi…

depremde, emek ve ekmek savaşımında yaşamını yitirenlere saygıyla…

Bir Cevap Yazın

Salim Çalık
Emekli Maden İşçisi, Şiir Yazar