ne istediğimizi bilmiyoruz; günü kurtarma telaşı ve önceliğine tutuklu olduğumuzun ayrımına varmadan bildiğimizi, gördüğümüzü de susuyoruz. kendi doğrularımızı kutsuyor, hatta iman ediyoruz… çok kötüyüz, hem de çok. dile getirdiğimiz sorunların büyük çoğunluğunun kendimizden kaynaklandığını, çözümünün içimizde (içtenliğimizde) saklı olduğunu görmüyor, gördüğümüz zaman da insanlara karşı kullanıyoruz…
kendi içine, bilgisine, deneyim ve içtenliğine bakmadan, işe kendinden başlamadan nereye kadar gidebilir insan…? kendini sevemeyen insan başka bir insanı sevebilir mi? kendine saygısı olmayan başka birine ve doğaya saygı gösterebilir mi? kendine acımayan karşısındakine acır mı? kendi içinde gizlediği yaşamlarla yüzleşmeyen insan yalnızlıktan kurtulabilir mi…?
çok kötüyüz çok… bırakın sistemi, düzeni, çevreyi… kendi içinizde yaşadığınız, büyüttüğünüz, gayet ayrımında olduğunuz yaratıklar sistemin ürünü mü yalnızca…? sevmek, paylaşmak, içtenlikli davranmak, değer bilmek, saygı duymak, başkalarından beklediğimizi vermek için bencillik etmememiz gerektiğini bilmiyor muyuz yani? biliyoruz; fakat kendimizden, kutsayıp iman ettiğimiz ve bencilleşmemize yol açan bireysel önceliklerimizden vazgeçmeyi yenilgi olarak görüyor veya gurur sorunu yapıyoruz…
hep bir yarış durumu… acıları, hüzünleri, yoksunlukları, özlemleri, düşleri, malı-mülkü yarıştırıyoruz. çünkü, istiyoruz ki en merkez de olalım. sevilecek biri varsa biz olalım; acınacak biri varsa biz olalım; yoksunlukları, hüzünleri konuşacaksak önce biz anlatalım; düşler için savaşılacaksa ilk önce bizimki için olmalı… sorunlar çözülecekse bizimkinden başlanmalı… sanırım bir yanıyla da bulunduğumuz her alanda iktidar olmak köreltiyor bizi… oysa kendi içimize dönebildiğimiz nadir zamanlarda bu gerçekliğimizi, bencilliğimizi gördüğümüzü de düşünüyorum… o nadir zamanları neden sürekli kılamıyoruz…?
sonra; sonra güzelliklerden, insanlığın yarattığı erdemlerden söz ediyoruz; ciddi miyiz? zaman zaman dönün içinize, kendinizden bir şeyler isteyin, kendinizden beklentilere girin; gerçekte içimizde olağanüstü yalnızlıklar var. paylaştığımız da paylaşamadığımız da yalnızlığımızdır… BEN demekten, özellikle de “biz” derken bile (çaktırmadan) “ben” demekten vazgeçtiğinizde önemli bir adım atmış olacaksınız…
dünyadan söz edin
tanrı cezasını verecek diyorsunuz.
cehennemde yakacak diyorsunuz
bana bu dünyadan söz edin
dünyası cehennem edilenlerden
tanrınız ve siz
açlıktan ne diyorsunuz ölenler için
bana bu dünyadan söz edin
aç mısınız, açık mısınız
acılarla kıvranmakta mısınız
dünyanız cehennem ömrünüz yangınlar içinde mi
cennet vaat ediyorsunuz
bir gün yer değişeceğiz sizinle sizinle
dünyada cennetinize karşılık
vereceğiz ölümden sonraki cennetimizi
taş çağı ilkelliğine/karanlığına savrulup, o ilkelliğe saplanmış olanları bir düğmeye basarak aydınlatamazsınız. onlar için odunları birbirine sürterek yakacağınız ateşin aydınlığı petrolün de, elektriğin de aydınlığından (vd. etkilerinden) daha fazladır…
taş çağı ilkelliğini yaşayan insanların nelere, nasıl tepki verdiklerini, 21. yüzyıla kadar yaratılmış insani değerlere nasıl sırt döndüklerini ve ortalama beyne sahip her insanı şaşırtan ve korkutan linç ve katliamlara ne kadar çabuk katıldıklarını bir kez daha düşünün isterseniz…
bu yüzden, aydınlanma/aydınlatma veya en azından birlikte yaşama ve birbirimize katlanma koşullarını yaratmanın zorluğunu görmemiz gerek. bu nedenle de şimdiden odunları birbirine sürtmeye başlamalıyız. bizi ancak ateşin en yalın durumu, insanın en doğal durumu aydınlatabilir…
elbette bu arada bizim de aydınlanmaya, aydınlatılmaya gereksinimimiz olduğunu yadsımadan, insanın/insanlığın yalın durumuyla aramızdaki mesafeyi kapatarak bakabilmeyi de öğrenerek başlamalıyız… en baştan…
insan hatası
onlarca insan öldü bayım
zamanları olmadı bir soluk daha
diyorsun ki insan hatası
ölçtü biçti biriniz
tasarladı diğeriniz
emir verdi en yetkiliniz
diyorsun ki insan hatası
yalan hata olur mu bayım
katilsiniz hem de en azılısı
doğmuş olmanız insan hatası