Yok, tam öyle değil; Beyanname’nin bir ABD “oyunu”, bir ABD “kandırmacası”, “yalanı” olduğunu falan yazacak değilim. Ama 1948’in son haftalarında (10 Aralık) kabul edilen Beyanneme’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşik Devletler’in, dünya-ekonomi sisteminin hegemonik gücü haline gelmesinden ayrı düşünülemeyeceğini de akılda tutmak gerekiyor.
Beyanname’yi kabul eden Birleşmiş Milletler’in dahi bir Bretton-Woods kurumu olduğunu unutmayalım. Elbette Temmuz 1944’te New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında toplanan konferans temelde iktisadi bir konferanstı; zaten Konferans’ın tam adı da Birleşmiş Milletler Para ve Maliye Konferansı (United Nations Monetary and Financial Conference) idi. Ancak bu Konferans’ta alınan kararlarla, Savaş sonrası dünyasına yön verecek küresel kurumların harcının karıldığını, tabir-i caizse, Savaş sonrasının dünyasının –Birleşmiş Milletler de dahil- Bretton-Woods’un “paltosundan çıktığını” da unutmamak gerekiyor.
Savaş sonrası dünyayı anlamak için, Temmuz 1944’teki Bretton-Woods konferansı ile savaş daha resmî olarak sona ermemişken (İkinci Dünya Savaşı hukuken 2 Eylül 1945’te sona erdi) 25 Haziran 1945’te toplanan San Francisco Konferansı (The United Nations Conference on International Organization); San Francisco Konferansı ile 24 Ekim 1945’te faaliyete geçen Birleşmiş Milletler örgütü; Birleşmiş Miletler ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi arasındaki ilişkiyi de aklımızda tutmamız gerekiyor. Her biri arasındaki rabıtanın sadece tarihsel artardalık ve yakınlıktan ibaret olmadığını da söylemeye gerek yok sanırım.
Wallerstein, Dünya-ekonomi sisteminin 16. yüzyılda şekillenmeye başladığını belirtir. Onun 16. yüzyılı 1500’lü yıllardan biraz daha önce, 1450’li yıllarda, tam tarih vermek gerekirse 1453’te, (yok, maalesef o değil) Yüzyıl Savaşları’yla başlıyor. O tarihten günümüze kapitalizm üç düzlemde (merkez-çevre-yarı çevre) üç savaş ve üç hegemonik güç tarafından şekillenmekte, genişlemekte ve derinleşmektedir. Her bir hegemonik güç sadece askeri ve ekonomik değil (siyasî-) ahlakî ve kültürel bir değerler skalası da getirirler
Dünya-ekonomi sisteminin merkezindeki ilk hegemonik güç, Otuz Yıl Savaşları’ndan(1618-1648) sonra bu koltuğa oturan Birleşik Eyaletler’dir, tam adıyla söylemek gerekirse Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti; biz kısaca Hollanda diyelim bu mevzu kapansın. Ufak bir not, Hollanda 1518’den sonra bir Birleşik Cumhuriyet halini almıştı.
Hollanda’nın Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra şekillenen hegemonyası 1660 tarihine kadar devam eder. O tarihten sonra Hollanda yerle bir olmaz tabii; uzunca bir süre kapitalist merkez içinde güçlü, önemli bir ülke olmaya devam eder. Zaten Wallerstein 1660 tarihini, Hollanda’nın yakıldığı, yıkıldığı değil sadece farklı merkez ülkelerin, başta da Fransa ve İngiltere’nin Hollanda hegemonyasına kafa tutmaya başladıkları yıl olarak not eder. Hegemonyanın bir “emretme-itaat etme dikotomisi”nde şekillenmeyip, o ülkenin “üretim ve finans gücü açısından diğer ülkelerden avantajlı olduğu” bir dönemi imlediğini de belirteyim. Hegemonik güç bir dünya imparatorluğu şekline düşünülmemelidir.
Hollanda hegemonyası belirli bir siyasal kültürel değerler skalasını da beraberinde getirir. Tabii burada “kültür” dediğimiz şeyi “insanların politik ekonomik çıkarlarını, dürtülerini ifade etmek, bunları zaman/mekana yaymak için onları giydirme şekli” olarak tanımladığımızı da dipnot olarak kaydetmeliyiz. Farklı bir şekilde söylersem Wallerstein “kültür”ü insanların politik ve ekonomik çıkarlarını giydirmek şekli olarak, onları yayma ve hafızalarını koruma şekli olarak tanımlamaktadır. Sonuç olarak kültür, hayatımızdır en içte ve en dışta benliğimizdir. Kültür elbetteki sadece dünya-ekonomi sisteminin merkezindeki hegemonya tarafından şekillenmez ama politik kültürün onun tarafından “da” sarmalandığını, şekillendiğini kabul etmemiz gerekiyor. Hollanda da dünyaya modern ulus-devlet mantığını (1648 sonrası, Westphalia Barışı), özgür deniz düşüncesini bir kültür olarak getirir.
Napolyon Savaşları (1803-1815) sonrası Birleşik Krallık hegemonyası (1815-1848) dönemidir. Bu dönem, pek tabii ki, öyle 1815 yılı Ocak ayında başlayan bir dönem olarak düşünülemez. 1642-1651 İngiliz İç Savaşı’nın peşinden (1688) gelen The Glorius Revolution’u, 1777’de İngiltere ve İskoçya birleşmesini (Birleşik Krallık) ve bunlar gibi onlarca faktörü tartışmadan 1815’te başlayan Birleşik Krallık hegemonyasını tartışmak elbette mümkün değil ama konumuz da dünya tarihi değil, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi; onu dünya tarihi içerisinde bir yerlere koyabilmeye gayret ediyoruz.
Tıpkı Hollanda’nın, Birleşik Eyaletler’in hegemonyasında olduğu gibi, İngiltere’nin –Birleşik Krallık’ın– hegemonyası da bir savaş sonrasına (Otuz Yıl Savaşları-Napolyon Savaşları) başlar; tıpkı Hollanda’nın hegemonik gücünün olduğu gibi İngiltere’nin hegemonik gücü de onun üretim ve finans gücü açısından diğer ülkelerden avantajlı olduğu bir dönemi işaret eder; tıpkı Hollanda’nın hegemonik güç olduğu dönemde olduğu gibi, 1815 sonrası da beraberinde bir değerler skalasını taşır. Birleşik Krallık’la birlikte “anayasal monarşi”, “parlamento” gibi kavramlar zeitgest’e taşınırlar.
Dünya-ekonomi sisteminin üçüncü hegemonyası da tıpkı ilk ikisi gibi bir savaşla İkinci Dünya Savaşı ile şekillenir. Devrim Savaşları (1792-1801) ile Napolyon Savaşları‘nı (1803-1805) birbirlerinden ayırmak ne kadar zorsa Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını birbirlerinden ayırmak da o kadar zordur ama şimdi o konuları hiç açmayalım. Yine de, ABD’nin 1945’te savaştan sonra bir hegemonik güç olarak temayüz ettiğini de belirtelim.
Tıpkı ilk iki hegemonik gücün üretim ve finans gücü açısından diğer ülkelerden avantajlı hale geldiği bir dönem olması gibi İkinci Savaş sonrası Birleşik Devletler’in hegemonyası da bu anlama gelir ve bu açıdan Bretton-Woods bu avantajların kurumsallaştırıldığı bir kerteyi işaret eder. Ve son olarak tıpkı ilk iki hegemonik gücün de birer değerler skalası taşıyıp getirmeleri gibi ABD hegemonyası da beraberinde çok partili siyasi yaşamla şekillendirilen liberal demokrasi ve insan hakları düşüncelerini taşıyıp getirir.
İşte 10 Aralık 1948’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu‘nun Paris’te yapılan 183. oturumunda kabul edilen ve “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına” diyerek başlayan 30 maddelik bildiriye bu gözle de bakmak gerekiyor.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ABD’nin dünya-ekonomi sistemindeki hegemonyası ile iç içe el alınması ne “insan hakları” düşüncesinin bir “ABD icadı” bir fikir olduğu ne de ABD’nin dünyayı kandırmak için uydurduğu, “ABD emperyalizminin oyuncağı” bir fikir olduğu anlamına gelir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ardında Fransız İhtilali‘nden sonra toplanan Kurucu Meclis’in hazırladığı “İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi”ni ve 4 Temmuz 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi’nin olduğunu, hatta “insan hakları” fikrinin Aydınlanma, Rönesans ve Reform düşünceleri olmadan tartışılamayacağını unutmadan ama insan hakları fikriyle ABD hegemonyası arasındaki rabıtayı da es geçmeden düşünmek gerekiyor.
Keyifli Pazarlar