Muhalefet açısından haftanın en önemli olaylarından biri kuşkusuz Boğaziçi Üniversitesi’nde gözaltına alınan öğrenciler ve iki öğrencinin tutuklanmasıydı. “Dini değerlere ve halkın kutsallarına hakaret edildi” denerek başlatılan; tutuklama için bu suçlama yetmeyince “halkı kin ve nefret yoluyla kışkırtmaya” dönüştürülen operasyon iki öğrencinin tutuklanması, iki öğrencinin denetimli serbestlikle bırakılmasıyla ‘şimdilik’ sonuçlandırıldı.
04.01.2021 tarihli değerlendirmemizde; “… Belli ki, 2021’de de bir yanıyla siyasal partileri hareket edemez hale getirirken, toplumsal muhalefeti de hizaya getirme arayışları tüm hızıyla devam edecek….” demiştik.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik operasyonda dini değerler ilk sırada yer alırken, terör örgütü bağlantısı da eklendi. Elbette en dikkat çekici olan cumhurbaşkanı yardımcısı, İçişleri Bakanı, Diyanet İşleri Başkanı, İstanbul Valisi, kayyım rektöre varıncaya kadar tüm devlet kurumlarının LGBT üyelerine yönelik hedef gösterici açıklamaları oldu. LGBT flamalarının örgütsel delil olarak sunulmasıyla da toplumda suç algısı yaratılmaya çalışılıyor.
Kuşkusuz bu operasyona CHP parti sözcüsü Faik Öztrak’ın da katılmış olması sistem içi ‘sol muhalefetin’ merkez olma, Saray/AKP/MHP iktidarına karşı Millet İttifakı’nı tutma, büyütme çabasının iktidara benzemeyle sonuçlandığını göstermesi açısından ayrı bir önem içeriyor.
Halkın Saray/AKP/MHP iktidarına karşı tepkisinin kendiliğinden muhalefete yöneleceği beklentisi üzerine kurulu bu anlayış CHP’nin ve bileşenlerinin de iktidara karşı fiili muhalefetinin önünü kesmeye devam ediyor. Gelinen noktada laiklik ilkesi bile savunulamıyor. Oysa geçtiğimiz iki hafta içinde Tokat’ta Alevi yurttaşların yaşadığı köylerin harita üzerinde, Yalova’da kapılarının işaretlenmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gençlik kolları kurması gibi olaylar Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilere yönelik saldırılardan bağımsız değildir.
Kendiliğindenci bir iktidar beklentisi en iyi olasılıkla gerçekleşse bile bugün iktidara benzemekle/ dönüşmekle sonuçlanacaktır.
HER YERE OPERASYON
Yoksulluğun ve eşitsizliğin toplumsal etkisi Saray rejimini tedirgin etmeye devam ediyor. Tayyip Erdoğan, Saadet Partisi’nden Oğuzhan Asiltürk’le görüştükten sonra Asiltürk’ün iktidara yönelik olumlu sinyalleri, geçtiğimiz hafta CHP’den üç milletvekilinin istifa etmesi, İYİ Parti’den ihracı yargı yoluyla durdurulan Ümit Özdağ’ın parti kurma hazırlığı, HDP’li Ayhan Bilgen’in “yeni siyasi oluşum” gerekli vb. açıklamaları birlikte düşünüldüğünde Saray’ın tüm muhalefet partilerini bölme, etki alanlarını daraltma girişimlerinin süreceğini gösteriyor.
İktidarın bunlarla yetinmeyeceğinin bir işareti de; orduya ait silah ve araçların gerektiğinde polise verilmesi ve yurt dışına çıkarılmasına yönelik yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesidir. Görevi iç asayiş olan polisin kendi silah ve araçlarının yetmeyeceği ve ordunun silahlarına gerek duyabileceği koşulları öngörerek böyle bir düzenleme yapmak gelecek açısından büyük toplumsal olaylar beklentisi anlamına da geliyor. Fakat geçmiş sıkıyönetim, OHAL durumlarında orduya da iç güvenlik görevi verildiğini düşününce bu kararname iktidarın orduya güvenmediğinin ve TSK’ya karşı veya TSK’nın yerine polisi ikame etmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu silah ve araçların yurt dışına da çıkarılabilecek olması Suriye ve Libya’da iktidarın desteklediği gruplara verileceği açık. Bunun uluslararası karşılığı ne olur bugünden söylemek zor. Fakat bu silah ve araçların ordudan alınırken bir evrak düzenlemeyecek olması verilen kurum ve kişilerin bilinmeyecek olması gizli operasyon olasılıklarını da düşündürüyor.
Tartışmalardan biri de seçimler. AKP’nin yeni bir seçim kanunu, siyasi partiler kanunu hazırlıkları yaptığı biliniyor. Sözü edilen değişiklikler MHP’yi de olumsuz etkileyeceği için şimdilik gündeme getirilmiyor.
Bir başka tartışma da seçimin 2023’te zamanında yapılması durumunda Tayyip Erdoğan’ın tekrar aday olup olamayacağı üzerine. İlgili kanunun ikinci fıkrasındaki, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Ancak Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi hâlinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.” hükmü üzerine Tayyip Erdoğan’ın 2023’te aday olamayacağı, ancak Meclis seçimlerin yenilenmesi (erken seçim) kararı alırsa aday olabileceği söyleniyor.
Saray ve AKP seçimleri yitirme riski karşısında ülkeyi 150 seçim bölgesine ayırmak, parlamenter sisteme dönmek dâhil her yolu zorlayacak. Parlamenter sistem seçeneğinde muhalefetin de desteğini alacağı kesindir.
Tüm bunlarla birlikte Gezi Direnişi davasının bozulması (ilk amacı Osman Kavala’yı serbest bırakmamak), iktidarın gerek duyması durumunda (MHP ve Vatan Partisi’nin ısrarını kıramazsa) HDP’nin kapatılmasına kadar sonuçları olabilecek Kobani davasına HDP yöneticilerinin (ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakmamak için) eklenmesi yargının iktidarın siyasi taleplerine göre hareket edeceğini göstermesi açısından önemlidir.
Bu noktada 301 madencinin katledildiği Soma’daki iş cinayeti davasının da bozulduğunu dikkate almalıyız. Saray/AKP/MHP iktidarı siyasi rakiplerine karşı yargıyı kullanırlarken aynı yargıyı sermaye ve yandaşlarının ceza almamaları için de kullanıyor. Dolayısıyla adalet talebini, yargı karşısında eşitlik talebini her zamankinden daha güncel ve daha kapsayıcı bir mücadele alanı olarak görmek zorundayız.
KAPİTALİZM BİLDİĞİMİZ GİBİ
Korona virüs salgınından yoksulların daha çok etkilendiğini, hatta yoksul hastalığına dönüştüğünü gördük. Aşılamanın başlamasıyla birlikte, bir kez daha tüm dünyada ve ülkemizde yoksulların aşıya ulaşamadığını, iktidara yakın olanların ve varsılların toplumlardan çok daha önce aşıya ulaştığını izledik. Parayı veren ülkelerin gerekli olandan 3-5 kat daha fazla aşı aldığı, yoksul ülkelerin ise aşıya ulaşamadığı, AB’nin ise Avrupa’da üretilen korona aşılarını üretiminden itibaren izleme kararı alması gibi (aşı milliyetçiliği) olaylar “yaşam hakkı”, “sağlık hakkı”, “bilimin insanlığın ortak malı olduğu” vb. tartışmaları haklı (ve gerekli) olarak beraberinde getirdi.
Aşı üreticisi şirketlerin tüm insani, ahlaki, vicdani değerleri yok sayarak ve insanların kitleler halinde ölümü pahasına aşıların içeriklerini gizlemeleri, ücretsiz üretip sunabilecek kurumlara bile vermemeleri vahşi kapitalizmin yüzünü göstermesi açısından önemlidir.
Tam da şimdi nasıl bir sağlık sistemi, nasıl bir bilimsel üretim gibi tartışmaları açmak, yaşam hakkı, sağlık hakkı gibi hakları ısrarla gündeme getirmek, sağlığın alınıp satılan bir meta olmadığı bir düzeni önermek zorundayız.
SENDİKALAR DA…
Korona salgınının ilk günlerinde cılız sesle bile olsa çalışmama hakkından söz eden sendikalar bugün çok daha geri noktaya düştüler. Sağlık emekçileri başta olmak üzere çok sayıda çalışanın virüs nedeniyle yaşamını yitirmesi karşısında var olan mevzuat bile ‘çalışmama hakkı’nı veriyorken sendikal alandaki suskunluk kabullenmişliği gösteriyor.
Dünyada ve ülkemizde korona salgınını fırsata çeviren sermaye ve iktidarlar kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin yardımı gibi uygulamalarla yoksulluğu olağan hale getirmekle kalmadılar. Sendikaların suskunluğu ve kabullenişinden cesaret alan sermaye evden çalışmayı kalıcı hale getirmenin hesaplarını yapıyor.
Çalışanların tüm gününü mesaiye dahil etmesi sosyal, kültürel, siyasal, ailevi tüm yaşamını ortadan kaldırması, çalışanların ayrıştırılması, toplumsal yaşamın yeniden dizayn edilmesi anlamına gelen ‘evden çalışma’ veya ‘uzaktan çalışma’ aynı zamanda bu sektörlerde sendikal örgütlenmenin de olanaksızlaşmasıyla sonuçlanacaktır.
SOSYALİSTLER, DEVRİMCİLER DE
Tüm bu olumsuzluklar karşısında ne yazık ki sosyalist ve devrimciler de var olan dağınıklığı sürdürmekte, iktidarın ayrımsız olarak sürdürdüğü top yekûn saldırısına karşı bile mukavemet hattı oluşturmamakta inat eder bir durumda.
Gelenekçi yaklaşımları ve var olan hali koruma anlayışını bir kenara bırakıp iktidara karşı savunma alanlarını bugünden belirlemek zorundayız. Böyle bir ortak mücadelenin örnekleri hem bizim hem de uluslararası sınıf savaşımı tarihinin içerisinde bulunmaktadır.