Amasra’da 41 madencinin yaşamını yitirmesinden sonra Saray/AKP/MHP iktidarı kendi politikalarının sonucu ortaya çıkan, önemli bir kısmı Sayıştay raporlarına da yansıyan ihmal ve yanlışları örtmek için ısrarla ölümleri ‘fıtrat’, ‘kader’, ölenleri ise ‘şehit’ olarak tanımlamayı sürdürdü. Tayyip Erdoğan’ın “Tabii birileri bununla dalgasını geçebilir, ama önemli değil. Bizler kader planına inanan insanlarız.” diyerek seçimlere giderken, aslında seçimlerden de bağımsız olarak iş ilişkilerinden sosyal yaşama, çalışma koşullarından devletin tutumuna varıncaya dek bir yaklaşımı ortaya koyuyordu. Altılı Masa içinde yer alan siyasi partiler ise utangaç biçimde kader kısmına karşı çıkmaya çalışırken, ölen madencileri şehit olarak tanımlamakta birleştiler.
İktidar ‘kader’, ‘fıtrat’, ‘kader planı’ diyerek iş cinayetlerinde ölümleri sıradanlaştırmaya çalışırken, ‘birileri bununla dalgasını geçebilir’ biçiminde kurulan cümleyle ‘kaza değil cinayet’ diyenleri, iktidarın sorumluluğunda ısrar edenleri bu katliamı tartışmak yerine din ve inanç tartışmasına çekerek, hatta dalga geçmelerini bekleyerek toplumun dikkatini de bu noktaya yoğunlaştırmaya çalıştı. Bu arada ölenlerin şehit olduğu söylenip devletin, sendikanın ailelere vereceği toplam yardımları da sayarak geride kalanları mağdur etmeyeceklerini, insana verdikleri değeri anlatmaya çalıştı. Fakat asıl önemli noktayı, yani iş cinayetini ‘ihmal varsa’, ‘sorumlular varsa’ diyerek olasılığa indirgeyerek iktidarın ve 40 yılı aşkın bir süredir izlenen özelleştirme ve devleti sermayenin bir yönetim aracına dönüştürme politikalarına sahip çıktığını bir kez daha göstermiş oldu.
Her yıl yaklaşık 2.000 kişinin iş cinayetlerinde öldüğü Türkiye’de bu ölümlerin nedenleri üzerine tartışmaların toplumsal ve sürekliliği sağlanmış bir tartışmaya, sendikal ve siyasal örgütlenmenin gerekçelerinden birine dönüştürülememiş olması iktidarın ve sermayenin kurduğu bu üzerinden uyguladığı politikalarda aranmalıdır. Devleti olduğu kadar üretimi ve çalışmayı kutsayan bu üretim ilişkileri ve politikaları uygulayanlar çalışanları kurban ettiklerini, Soma, Kozlu, Armutçuk, Karadon, Ermenek, Amasra vd. birçok kitlesel iş cinayetlerinde gördüğümüz üzere ölümleri ve ölenleri kutsayarak insan yaşamına ne ölçüde değer verdiklerini de göstermektedirler.
Zaman zaman kendi aralarında çatışıyor olsalar da iktidar ve sermaye son kertede işçilere, yoksullara karşı kararlı biçimde işbirliğini sürdürmekte tereddüt etmiyorlar. Burada iktidardan kastımız bu üzenin parçaları durumundaki ve muhalefet olarak görünen sistem içi partileri ve örgütleri de kapsamaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kader vurgusuna karşı çıkıyor gibi görünen muhalefet partileri ölen madencileri şehit olarak tanımlayarak iktidarla, ölümlere sebep olan üretim politikalarını, özelleştirmeleri, emekçilerin örgütlenmesi önündeki engelleri tartışmayarak sermaye ile aynı noktada olduklarını göstermiş oluyorlar. Amasra’da katliamda ölenleri anmak ve iş cinayetlerinde devletin, iktidarın sorumluluğuna dikkat çekmek isteyen muhalif meslek örgütlerinin, sosyalist, devrimci partilerin ve yurttaşların etkinliklerinin engellenmesi, başka kentlerde de örneklerini gördüğümüz biçimde Bartın Valiliği’nin de eylem yasağı kararının sistem içi muhalefet tarafından sorgulanmaması belirttiğimiz ortaklaşmanın sonucudur.
Devrimciler, sosyalistler, yaşam hakkından yana olanlar olarak sendikal örgütlenmeyle birlikte sınıf örgütlenmesinin insanca yaşanacak bir ülke kurma mücadelesinin demokratik, siyasal, ekonomik taleplerle birlikte yaşama hakkını da içermesi kaçınılmazdır. Çalışanların emeğini piyasa aracı, dolayısıyla maliyet unsuru gören, yaşamına değer vermeyen sermaye ve iktidara karşı ortak mücadele zorunludur. Saray/AKP/MHP iktidarının ve CHP’nin türban üzerinden yürüttükleri tartışmaların belirttiğimiz sonuçlara hizmet ettiği açıktır. Laiklik kavramını dile getirmeden, inancın ölümleri kutsamak için kullanılmasını sorgulamadan, her geçen gün dini argümanlar üzerinden geliştirilen tahakküm ilişkilerine karşı çıkmadan yürütülen tartışma var olan düzenin kalıcılaşmasıyla birlikte tüm toplumu kuşatmasına yol açacaktır.
Emekçilerin iş cinayetlerinden öldürüldüğü, mahkeme kararlarına rağmen Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve Mücella Yapıcı’nın da aralarında olduğu Gezi Davasında sekiz kişinin, Selçuk Kozağaçlı’nın ve yüzlerce siyasetçi ve gazetecinin haksız tutuklandığı, HDP’nin kapatma davasının sürdüğü, Sansür Yasası’nın Meclis’ten geçtiği, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığı ve her gün 2-3 kadının öldürüldüğü vb. koşullarda yürütülecek tartışmalar ve mücadele bellidir. İktidar bileşenlerinin türban tartışmasıyla birlikte ‘güçlü aile’ diyerek yaşam biçimlerine müdahaleye hazırlandığı, LGBT+ bireyleri yok saydığı bunlar için de referandum çağrıları yaptığı dikkate alınarak insan hak ve özgürlüklerinin referandum konusu yapılamayacağını vurgulamak ve savunmak da sosyalistlere, devrimcilere düşmektedir.
Meclis kürsüsünden ‘PKK’nin 5-10-15 çocuğu var’ diyerek çok çocuk yapma tavsiyesi, ‘ezanı bir, bayrağı bir, kıblesi bir, yüzde 99’u Müslüman’ diyerek yapılan halk tarifi, Alevi örgütlerinin itirazlarına rağmen cem evlerinin Kültür Bakanlığı’na bağlanarak yapılmak istenen düzenleme iktidarın dini bir baskı aracı olarak her alanda kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullanıldığı iddiaları üzeri TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın ‘iddiaların araştırılması gerekiyor’ şeklindeki açıklamasına yönelik linç ve tehdit içeren açıklamalar iktidarın 1990’lı yılların, hatta öncesinin mirasını da devraldığını açık olarak göstermektedir.
Geçtiğimiz hafta iktidar destekçisi Türkiye Aile Meclisi ve Dünya Çocuk Hakları Derneği çocuk istismarını önlemek ve çocukları korumak için düzenleme ve yükümlülükleri belirleyen Lazzarote Sözleşmesi’nden çıkılması için propagandayı yoğunlaştırdı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, korona salgını sırasında çocuk istismarı suçlularının tahliyesi, nafakanın hasız kazanç olduğu gibi propagandalar birlikte düşünüldüğünde Saray/ AKP/ MHP iktidarı tarikat ve cemaatleri kendi kültürel, sosyal, siyasal programının sözcüsü olarak kullanmakta ve talep algısı yaratmaktadır. Bir yandan da toplumu bu tartışmalarla bölerek iktidarı desteklemekten vazgeçen dindar seçmeni tekrar kazanmaya çalışmaktadır. Bu noktada bu yıl dini, milli değerler veya güvenlik gerekçesiyle 30’a yakın konser ve festivalin iptal edildiğini de not düşmek gerekir.
Sömürünün alabildiğine yoğunlaştırıldığı, toplumun büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırı altında yaşadığı, çalışanların önemli bir bölümünün günde 10-12 saat çalıştırıldığı, sendikal örgütlenmenin fiili olarak engellendiği, sermayenin alabildiğine önünün açıldığı, düşük faiz- yüksek enflasyon ve reel alım gücü kaybını karşılamayan ücret artışlarıyla tüm ücretlilerin günden güne açlık sınırına mahkum edildiği koşullarda tüm ezilenleri, tüm mağdurları bir araya getirecek olan bu sömürüye karşı mücadeledir. İnancı, etnik kimliği, cinsiyeti, siyasi tercihi ne olursa olsun bugün ortak sorun yoksulluktur, yani sömürüdür. İktidarın ve sermayenin toplumu çekmeye ve bölme çalıştığı tartışmalar da sömürünün sürmesi içindir. Öyleyse Marx’ın ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok’ sözünden hareketle yalnızca bütün işçilere değil, sermayeyle birlikte Saray/AKP/MHP iktidarının politikaları sonucu mağdur olan, baskı altında olan, ötekileştirilen herkesle buluşmanın, ortak mukavemet hattı yaratmanın yollarını bulmak zorundayız.
EKONOMİK DURGUNLUĞA DOĞRU
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonrası ABD, AB ve bunlarla birlikte hareket eden ülkelerin Rusya’ya yönelik uyguladıkları ambargolar sonrası özelikle enerji ve gıda alanlarında yaşanan kriz Avrupa’yla birlikte az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri vurmaya devam ediyor. Daha doğrusu büyümede yavaşlama olarak kendini gösteren ekonomik krizin durgunluğa dönüşmesi, tedarik zincirlerinin de kırılmasıyla dünyanın birçok ülkesini kapsayacağını gösteriyor. Bundan Rusya’nın zarar görmediği sonucu çıkarılmamalıdır. Küresel güçlerin girdikleri askeri, ekonomik, siyasi savaşların ve yarattıkları krizlerin faturası en güçlüsünden en zayıfına tüm ülke halklarına ölüm, yoksulluk, açlık olarak yansımaktadır.
Bu krizin büyümesinin bir nedeni de ABD’nin yüksek enflasyonu düşürmek için uyguladığı faizleri yükseltme politikasının doların yükselmesine yol açması, gelişmiş ülkeler dahil birçok ülke parasının dolar karşısında değer kaybetmesi AB, İngiltere ile birlikte enerji ve gıdada dışa bağımlı, dış borcu yüksek ülkelerin birçoğunu etkilemektedir. Öyle ki uluslararası finans kurumları ABD’nin faiz artışlarının diğer ülkelerde siyasal, toplumsal ayaklanmalara, dönüşümlere yol açacağı ‘endişesiyle’ faiz artışlarını yavaşlatma çağrısı yapmaktadır.
Rusya ise kendisine yönelik sürdürülen ambargolar, batının Ukrayna’ya askeri yardımlarını sürdürmesi durumunda daha önce imzaladığı gıda ve gübre ihracını uzatmama tehdidi, İran yapımı İHA’lar ile saldırılarını yoğunlaştırması, kısmi seferberlik ilan etmesi gibi durumlar önümüzdeki aylarda enerji, gıda ve ekonomik sebeplerle birçok ülkede toplumsal muhalefetin yükselmesi kaçınılmazdır. Nitekim İngiltere başbakanı açıkladığı ekonomi politikaları sonrası yükselen muhalefet sonucu istifa etmek zorunda kaldı. Almanya ve Fransa’da günlerdir süren eylemler, sendikaların aldıkları grev kararları artacağı gibi diğer Avrupa ülkelerine de yayılma olasılığı yüksektir. Tüm gelişmeler ihracatının büyük kısmını Avrupa’ya yapan, aynı zamanda üretimi de ithalata bağımlı olan Türkiye’nin önümüzdeki yıl daha da ağır koşullar yaşayacağı anlamına geliyor.
Geçtiğimiz haftanın en ilginç gelişmelerinden biri Arap Baharı sırasında Türkiye ve Katar’ın baskısıyla Suriye’ye karşı olan cepheye geçerek Suriye’yi terk eden Hamas’ın Esad’la görüşerek Suriye’ye dönme kararı oldu. Saray/AKP/MHP iktidarının iki yıla yakın zamandır BAE, Suudi Arabistan, İsrail gibi ülkelerle yeniden ilişkiler geliştirmesi sonrası karşılık olarak bu ülkeleri rahatsız eden ve Türkiye’de üslenmiş olan örgütlerin hareketlerinin kısıtlanmasına yönelik adımlar atılıyordu. 22.8.2022 tarihli ‘Halka Nas, Sermaye Rant’ başlıklı yazımızda, “Suriye’deki dinci militanların Suudi Arabistan, Mısır ve BAE tarafından da tehdit olarak görülmesi gibi unsurları unutmamak gerekiyor. Mısır’la alt düzeyde ilişki kurma girişimi öncesinde Müslüman Kardeşler’in Türkiye’deki faaliyetlerinin sınırlandırılmasını bu nedenle anımsatma gereği duyduk. Benzer bir durum Filistin’de Hamas’ın terk edilerek Filistin Yönetimine yaklaşılması biçiminde yaşanmıştı.” demiştik.
21.02.2022 tarihli, ‘Yarınlarımız İçin’ başlıklı değerlendirmemizde ise; “Saray/AKP/MHP iktidarı ekonomik kriz ve buna bağlı olarak iktidarının sallantıda olduğunu görmesi sonrası düşman olarak ilan ettiği BAE ile görüşmesi, Hamas’ı terk ederek Filistin Yönetimi’ne yaklaşması, İsrail ile ilişkileri düzeltme çabası, Mısır ve Suudi Arabistan ile yakınlaşma girişimleri eskiye dönüş gibi görülebilir. Ancak bunların iktidarın devamı için yapıldığı dikkate alınmalıdır” demiştik. Suriye Hamas’la yaptığı görüşmelerde Müslüman Kardeşler’e yakın olan kanadı dışarda tutup, direnişçi kanat olarak tarif ettiği grup temsilcileriyle yaptığı görüşme sonrası Filistin davasına sahip çıkmaya devam edeceğini de açıkladı. Hamas ise bu görüşmenin ve kararın Türkiye ve Katar’ın bilgisi dahilinde olduğunu açıklayarak durumu idare etmeye çalıştığını göstermiş oldu.
Hamas’ın yeniden Suriye’ye yerleşecek olması İran’ın Suriye üzerinden Filistin Sorunuyla birlikte diğer Ortadoğu ülkelerine müdahalesi kolaylaşırken, Suriye’nin Filistin Sorunu üzerinden Arap ülkeleriyle ilişkilerini karmaya başlamasının da önünü açmakta etkili bir araç olacaktır. Bu gelişmelere kadar geçen süreçte Saray/AKP/MHP iktidarı Suriye’de rejim değiştirmek için çıktığı yolda kendi iktidarını zor kurtarır bir duruma düşmüştür. Bu uğurda BAE, Suudi Arabistan’a, İsrail’e ne kadar taviz verildiğini görmekle birlikte, neler verildiğini kesin olarak bilmiyoruz.
İktidara mecbur ve mahkum olan Saray/AKP/MHP iktidarına ve varlık nedeni sömürü olan sermayenin tüm politika ve planlarına karşı her koşulda halkların kardeşliğini ve barışı savunmak devrimcilere, sosyalistlere düşmektedir. Üstelik yalnızca içerde değil dışarıda da savaş ve sömürüye karşı direnen, mücadele eden halkların yanında olmak, halkların kardeşliği kadar sınıf kardeşliğinin bir gereğidir. Bu anlamda belirtmek isteriz; bir ayı aşkın zamandır İran’da gerici molla yönetimine karşı direnen İran halkının, demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesini destekliyoruz.