Küresel ısınma ve ona bağlı iklim krizinle ilgili haberleri her gün izlemekteyiz. Dünyanın ekosistemleri harap edilirken, uzun zamandan beri yapılan, çevre-yeşil-ekoloji mücadelelerinden bağımsızmış gibi algılanıyor. Halbuki ilk buharlı makineyle beraber hava kirliliği İngiltere’de ölümlere neden olurken makinelere tepkiler başlamıştı. Bu ekonomik temelli meselelerin mücadele ve çözümlerine tarihsel tanıklık edilirken, 1972 yılında Roma kulübü “Büyümenin Sınırları” adlı bir makale yayınladı. Bu yazı “büyüme” fenomenini etiketlerken, insanlığın yoksulluğu yok etme gayretini ıskalamadan, gezegenin kaynakları yağmalanırken, teknolojinin yarattığı sonuçlarla, yüzleşmek gerektiğini vurguluyordu. Sermaye sahipleri (şimdilerde Davos eşrafı) de artık bu tezi kabul ediyorlardı. Pandemi günlerinde toplanan aşırı endüstrileşmiş kapitalist (G7 zirvesi) ülkeler iklim krizini ekonomiyle beraber değerlendirmek zorunda kaldılar. Öte yandan yakın tarihten itibaren iklim krizi ve mücadelesi nasıl gelişmişti?
60’lı yıllarda, ikinci dünya savaşının izleri üzerinden atanlar, modern hayatın nimetlerinden faydalanırken, iktidarların anlamsız uzaya çıkma yarışını, nükleer testleri, silahlanmayı umursamıyorlardı. Ta ki 1984 senesinde Hindistan Bhopal’de olduğu gibi, kimya fabrikasının atıklarıyla zehirlenen işçiler, doğaya ve dünyaya ilk şoku yaşatana kadar. Dünyanın hızla kirletildiği ve tüketildiğinin farkına vardılar.
Genelde Dünyayı kirleten liderler 1992 senesinde Birleşmiş milletlerin (BM) çağrısıyla Rio’da toplanarak, artık su yüzüne çıkan kirlilikleri, amazonlardaki ormansızlaşmayı, biyolojik çeşitliliğinin azalmasını konuşmak zorunda kaldılar. Gidişatı irdeleyen dünya siyasi liderleri, bağlayıcı olmayan birtakım önerileri kabul ettiler. Uzlaşılan sonuç bildirisi hiçbir işe yaramamakla birlikte ilk defa dünya ölçeğinde çevre için bir araya gelen ülkeler, çıkan sonuçları, kendi kamuoylarına sunmak zorunda kaldılar. Fakat buluşmada arka planda dünyayı bekleyen felaketler çok fazla dillendirilmemişti. Toplantılarda ve sokaklarda radikal gruplar tarafından bu felaketler gözler önüne seriliyordu. Bunlar atmosfere salınan gazlar nedeniyle sera etkisi ve bunun tetiklediği iklim değişikliği nedeniyle eriyen kutuplar ve Alplerdeki buzullardı.
Dünya 1986 yılında Çernobil nükleer santralinin patlamasıyla sarsılmıştı. Ekolojik örgütlenmeler nükleer santrallere ve nükleer testlere büyük tepkiler vermeye başlamışlardı. Örgütler büyük federasyonlar kurarak devletlerle mücadele ediyorlardı. Rio bildirisini yeterli görmeyen ama ekolojik yeni bir felaket “küresel ısınmayı” fark eden hükümet dışı örgütlenmeler, Birleşmiş Milletler çevre ajansını ve IPCC’yi (Uluslararası İklim Değişikliği Paneli) zorlayarak, 1997’de Kyoto’da ilk iklim değişikliği zirvesi yapılmasını başardılar. Bu zirve den çıkan sonuç CO2 (Karbondioksit) gazlarının sınırlandırılması ile ilgiliydi.
Kyoto buluşmasından sonra BM, her sene başka bir ülkede olmak üzere, bugüne kadar bütün taraflar buluşmaları düzenleyerek nihayetinde 2015 senesinde Paris antlaşmasıyla, ülkelerin CO2 salınımlarının sınırlandırılması ve atmosferin ısınmasının 2 derecenin altında tutulması kararını aldı. Her sene yapılan bu tartışmaların eşliğinde iklim değişikliği; bilhassa kutupların erimesi, büyük kuraklık ve fırtınalarla televizyonlarda ana konu olmuştu.İnsanlığın ve canlıların yok oluşa doğru gitmesi kaçınılmaz gibi gözüküyordu.
İklim değişikliği etkileri artık görmezden gelinemediği ve kapitalist endüstri ülkelerinin de içinde olup yönlendirmeye çalıştığı BM toplantıları gelecek nesilleri tatmin etmediğinden, son yıllarda ortaya çıkan dünya çapındaki “Yokoluş İsyanı” ve “Gelecek İçin Cumalar” adlarındaki örgütlenmeler çok ses getirdiler…
Refah seviyeleri yüksek endüstrileşmiş ülkeler salınımlarını azaltırken dünyanın diğer bölgelerindeki halklar ne yapabilirlerdi, zira iklim değişikliği etkilerinden en fazla zarar görenlerde onlardı. Dünya ölçeğinde bir iklim adaletinden bahsetmek söz konusu değil. Ülkelerindeki kuraklık ve sel baskınlarıyla yaşam şansı kalmayan Afrikalılar, güney-orta Amerikalılar kuzeye göç etmek zorunda kalıyorlar. Savaş edeniyle ortaya çıkan sığınmacıların yanında birde ekolojik felaketlerden kaçan göçmenler ortaya çıkmışlardı.
İnsanlığın ekonomik yoksulluğu yok etme ütopyası artık yeni bir yol ayırımına gelmişti. Tarımın hâkim olduğu bir ekonomi modeli azalırken, 1850’lerden itibaren endüstrileşmek yeryüzündeki insan yaşamını değiştirmeye başlamıştı. Son yıllarda artan küresel dünya ticareti, gemilerdeki konteynır tekniğinin geliştirilmesiyle sanayi üretimlerinin diğer ülkelere taşınmasını kolaylaşmıştı. Büyüme rakamları sermayenin gözünü kamaştırır hale gelmiş, kar hırsı her şeyin üzerine çıkmıştı. “Endüstrileşme” sermayedarlara istihdam bahanesiyle daha yaramış, hızla kapital birikimine neden olmuştur. Kapitalizm iyice boş alan bulmuş ve Neoliberalizm adı altında kendine yeni bir aracı olan “finans” yardımıyla borsalarda yayılmaya başladı. Ülkelerin ekonomileri GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) ya endekslenerek, diğer sanayileşmemiş ülkeler adeta zorlanarak daha fazla sömürülmeye başlanmış.
Bu koşullarda siyasi talepler nedir diye bakacak olursak, bazı sivil toplum kuruluşları Paris antlaşmasını en fazla ihlal eden ülkeler de imzalasın diyerek, bazıları anti-endüstriyalizmi savunarak, bazı iklim karşıtları ise sistemin değişikliğini isteyerek. Sistem değişikliği talebi nedir diye bakarsak ilk akla gelen ülkelerin sosyalizm modeline geçerek iklim felaketinin önüne geçebilineceği dolayısıyla güney-kuzey ve yoksullarla zenginler arasında iklim adaleti de sağlanabileceği düşüncesindeler.
Hemen şimdi yapılabilecekler nedir diye sıralarsak. Öncelikle taban hareketlerin ve protestoların artması yanında tüm ülkelerin Paris antlaşmasında yol alması gerekir. Ayrıca Paris antlaşmasıyla çelişkili görülse de her alanda strüktür değişikliğine gidilmeli. Belki iklim adaleti için uluslararası mahkemeler dile getirilmeli. Ülkelerde iktidar ortağı olan yeşil ve sol partiler büyük kapitale ağır vergiler getirmeye, finans hareketleri vergilendirilmeye, sanayinin vahşice büyümesi durdurmaya, GSYH doğanın rehabilitasyonuna göre yeniden tariflenmeye uğraşmalılar.
Yoksa mesele sadece kömürlü termik santrallerin kapatılması, elektrikli arabalar, rüzgâr ya da güneş santralleri değil. Marmara denizinde ki misulaj (deniz salyası) olayı bunu kanıtlıyor.