12 Eylül darbesi Türkiye sosyalist hareketine ve ilerici birikimine büyük bir darbe oldu. Yeni bir devrimci yükselişle geçmiş aşılana kadar, 12 Eylül darbesi Türkiye devrimci hareketi açısından yakıcı bir değerlendirme konusu olmaya devam edecek. Sosyalist hareket darbe öncesinde gerçek durumunun ne olduğunu, darbeye karşı neden güçlü bir direniş çizgisi izlenemediğini, darbe sonrasında neden kitleselleşemediğini tartışmaya devam edecek. Tartışma siyasal çizgi, ittifaklar politikası, örgütlenme tarzı, sendika/kitle örgütü ile siyasal örgüt ilişkileri, sol içi ilişkiler gibi birçok başlık altında sürüyor ve sürecek.
Darbenin temel amacı, sivil faşist terörle bastırılamayan, halk muhalefetini bastırmaktı ve bu amacına uzun bir dönem için ulaştı. İlerici, devrimci, sosyalist halk muhalefetinin bastırılmasıyla önü açılan gerici hareket ise, bu fırsatı değerlendirerek iktidara taşındı. AKP, gücü kendi iktidarında merkezileştirme amacına giderken farklı kesimlere geçici bazı tavizler verdi, kafaları karıştırdı. Bu kesimler içinde soldan bazı kişi, çevre ve gruplar da yer aldı. 12 Eylül 2010 referandumu böyle bir iktidarı güçlendirme manevrasıydı. Türkiye’deki temel toplumsal çatışmayı “(kendinden menkul) ceberrut devlet (Kemalizm) ile toplum (dindar halk) arasındaki çatışma” olarak gören, kafaları zaten karışık bazı kesimler ise kendilerine uzatılan zehirli elma şekerini büyük bir coşkuyla kabul ettiler ve bu kandırmacaya kanmayanlar için ağır suçlamalarda bulundular. 12 Eylül 2010 referandumunun üzerinden birkaç yıl geçtiğinde söz konusu referandumdaki “12 Eylül darbesiyle hesaplaşma” iddiasının yalan olduğu, AKP’nin hiçbir demokratik niyeti olmadığı, görmek istemeyenler hariç, herkesin göreceği kadar netleşmişti. Ancak, görmek isteyen ve ideolojik kılavuzları çamura batmamış olanlar için 2010 yılında da bu durum net idi.
Aşağıdaki yazı 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında yazılmıştır. Dönemin tartışmalarına, dönem henüz yakın tarih sayılabileceği, ilgili kesimler tartışmaları epey bildiği için, girmiyorum.
12 Eylül referandumu sonrasında -çok eskiden Devrimci Yolcu olan- Taner Akçam, Taraf gazetesinde “Miloseviç’i Aramak” başlıklı bir yazı yazdı. Yazı, Birgün gazetesinin referandum sonrasındaki “Milliyetçi Muhafazakâr Tablo Yine Değişmedi” başlıklı yazısında yer alan “ülkedeki ‘yüzde 60 sağ yüzde 40 sol dengesi kemikleşti. Milliyetçi Muhafazakâr oylar AKP’de konsolide oldu.” ifadesi bahanesiyle, Türkiye’de liberalizme teslim olmayan solu katliamcı (Miloseviç) adayı olarak ele almıştı. Taner Akçam’ın kurgusuna göre, Türkiye’de “bizim mahalle” ve “öteki mahalle” var. Biz (devrimciler) bizim mahallede düzenin efendileriyle birlikte otururuz. Bürokratlar, askerler, TÜSİAD’cı burjuvazi bu mahallededir. Biz (devrimciler) iktidar sahiplerine karşı mücadele eder görünsek de, aslında onlarla aynı saftayızdır. Hepimiz birlikte öbür mahallede oturan muhafazakâr köylülere, esnafa karşı mücadele ederiz…
Yazı o dönemde, öfkemi de biraz olsun yatıştırmak amacıyla, bizim mahalleden manzaralar sunmak için yazılmış ancak yayınlanmamıştı. Geçtiğimiz yıllarda yaşananlar Taner Akçam, Murat Belge vb. ideologların bakışının yanlışlığını açık şekilde gösterse de, ideolojik mücadele sürüyor. Bu nedenle iki 12 Eylül’ün yıl dönümünde bu yazıyı yayınlamayı yararlı buluyorum.
Bizim Mahalle Manzaraları
1975’te İstanbul’a taşındığı gün, ailesini eşyaları düzenlemek için evde bırakarak ek iş aramaya giden öğretmenler oturur bizim mahallede. Eve getirilen muhtar çakmağı parçalarının ailece monte edilmesi ay sonunda kiranın ve bakkal hesabının ödenebilmesinin şartıdır çünkü. Yıllarca sürecek, zaman zaman ailece, zaman zaman bireysel olarak yapılan onlarca ek işin başlangıcıdır bu.
24 Aralık 1979’da, TÖB-DER’in kararına uyarak, Kahramanmaraş katliamının yıldönümünde ders boykotu yapılır ve bedeli görevden açığa alınmak şeklinde ödenir. Tabii, o zaman hiç birimizin aklına “Maraş’ta asıl sorumlunun bizim mahalle olduğu, orada mahalleleri yakan, komünistleri ve Alevileri öldürenlerin ‘bizim mahalle’nin yöneticileri tarafından kullanıldığı” gibi saçmalıklar gelmez. Çünkü bizim mahallede emek vardır, onur vardır. Yoksulluğun karşısında Sümerbank’tan alınan ayakkabılarla durmaya çalışırken öğrencilerine kitap okuma alışkanlığı kazandırılmaya, deney yapma, bağlama, mandolin, devrimci marşlar öğretilmeye çalışılır bizim mahallede. Biz kendimizi hiç sermayeyle aynı kampta görmeyiz. Çünkü biz onlarca yılımızı 50-60 metrekarelik kira evlerinde geçiririz. Biz, toplasan 20 dönüm toprağı olmayan Yusuf Dede’nin 11 yaşındaki çocuklarını devletin parasız okullarına göndermesi sayesinde okuyabilmiş olan babalardan utanmayız. Kendimizi bu nedenle halktan kopuk, düzenin efendileri safında görmeyiz. Egemenlerin bizi içinde bırakmaya çalıştıkları bilgisizlikten, kör inançtan kaçabilmiş olmaktan gocunmayız. Orada kalanları nasıl aydınlığa çıkarabileceğimize kafa yorarız. Ardahan’ın bir köyünde yoksulluktan, kör inançtan kaçarak “Kaf Dağı’nın Ardı”ndaki Köy Enstitüsü’ne ulaşmış olan Dursun Akçam’dan utanmadığımız, onur duyduğumuz gibi onur duyarız bulunduğumuz yerden…
Bizim mahallemizde Yusuf Dedeler oturur. Dünya savaşından önce doğmuş, okul yüzü görmemiş ama okuma öğrenip Şavşat’ın ücra bir köyündeki evinde kitaplar bulunduran Yusuf Dede’yi TÜSİAD’la aynı safta görecek kadar saçmalamayız. Bizim aile anılarımızda Yusuf Dede, köyün yoksullarındandır ama “beg”lere kafa tutar. Beg’ler tek parti iktidarında CHP’lidir. Demokrat Parti kurulunca onlara karşı Yusuf Dede DP’li olur. Yoksulluğuna rağmen gücü yettiğince DP için çalışır. Menderes’ler idam edilince bu sefer Adalet Parti’li olur. Ama bizim sol liberallerin saplandığı bu noktada kalmaz Yusuf Dede. 1970’lerde, 60’lı yaşlarındaki yoksul ve dindar bir köylü olarak devrimcilerin mitinglerine katılır, anti faşist şiirler okur. Sınıflar mücadelesi en ücra mahalle ve köylere kadar ulaşmış, kafaları açabilmiştir. O Şavşat’ta, aydınlanmacı olarak yetiştirilen ve oradan sosyalizme ulaşan öğretmenlerin açtığı yoldan, faşizme karşı mücadelenin içinden geçerek, binlerce insan devrimcilerin safında yer almıştır. Darbe olunca bizim mahallenin Şavşat kasabasında yüzlerce insan evinden ormana çıkar. Onlarcası öldürülür. Binlerce insana işkence edilir. Çok zor zamanlar geçirirler. Ama kafaları sömürenle sömürüleni karıştıracak, Menderes’e, Demirel’e, Tayyip’e ilerici misyon yükleyecek kadar karışık değildir.
Bizim mahallede, 1970’lerde, pislik kokan Haliç’in kıyısındaki işyerlerinde grev ziyareti yapılırken, bizim o işyerlerinin ve ağababalarının safında olduğumuzun iddia edilebileceği hiç akla gelmezdi. O fabrikalardaki işçi mücadelelerinde 70’lerden 90’lara bulunan Nihat Abi de bizim mahalledendir. Nihat Abi’nin o fabrikaların sahipleriyle aynı safta olduğunu iddia eden sol liberallerin kafasının nasıl çalıştığını anlatamazsınız ona. Ömrü hayatı alevi olarak, yoksul olarak, solcu olarak baskı ve katliamlara maruz kalmakla geçmiştir ve bugün devrimcileri soykırımcı adayı (Taner’in “Miloseviç benzetmesi” bunu ima etmektedir) olarak değerlendiren akademisyeni ciddiye bile almaz… Ama hak mücadelesinin nasıl verileceğini bilir. Samsun’da tutuklanan genç arkadaşlarını sahiplenmek için gittiği Ankara’dan dönüşte kalp krizi geçirse de kafası nettir. 2008 1 Mayıs’ında DİSK önünde yoğun gazdan bayılan Emekli-Sen’li arkadaşlarıyla birlikte otantiğiyle, gelenekseliyle burjuvaziye, gericiliğe karşı mücadele bayrağını taşımaya devam eder.
Öğretmen Enver Civelek’in oğlu, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi Metin Civelek hatıralarımızda insancıl, neşeli bir gençtir. 1980 Haziran’ında faşistler tarafından öldürülmüştür. Biz 30 yıl sonra hala katillere ve onların efendilerine hınç duymaya devam ederiz. Efendilere yaranmak için katille maktulu birbirine karıştırmayız. Aydınlanmaya çalışan yoksul emekçi insanları düzenin efendileri safında görmeyiz.
Bizim mahallenin gençleri Sivas-Giresun sınırında 6’sı ev, 5’i samanlık olmak üzere 11 yapıdan oluşan yaylanın kavaklarına devrim sloganları yazmış, yıldızlaşan yumruklar kazmışlardır. Suşehri’ne gelen az sayıdaki – kâğıt bulabildiği kadar basılan, sıkıyönetim tarafından dağıtımı engellenen- Demokrat gazetesini cep harçlıklarıyla alıp köy minibüslerine parasız dağıtırken bürokratik, vesayetçi, TÜSİAD’cı vs. vs. değil, devrimcidirler.
Bugünün Sözü
12 Eylül darbesinde yenildik. Sonra birkaç kez daha yenildik. 12 Eylül 2010 referandumunda da yenildik. Yukarıdaki bölüm o dönemde yazılmıştı.
Bu yenilgiler geri çekilişlere, savruluşlara yol açtı. Rüzgârda savrulanlardan bazıları egemenlerin cephesinden bize saldıranlar arasına katıldılar. Eski dostlarımızın birçoğunu kaybettik. Üzücü… Ama, olsun…
HOŞ GELDİN
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun…
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik…
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta…
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM…..
Nazım Hikmet, 1932.
Sınıflar mücadelesinde emperyalizme, kapitalizme, faşizme, gericiliğe karşı mücadelenin büyük birikimiyle, sosyalizme doğru yürümeye devam edeceğiz. Ustalaşacağız. Dostu düşmandan ayırmak için tecrübelerimizden, mücadelemizden öğreneceğiz. Yürüyelim.