Suç, insanlık tarihinin başından itibaren hayatımızın her alanında karşılaştığımız sosyolojik bir olgu ve sosyal bir problem olarak nitelendirilebilir. Sosyo-ekonomik bir faktör olarak yoksulluk, bugüne kadar suç olgusunun sosyolojik ve hukuki değerlendirmeleri içerisinde azımsanamayacak kadar büyük bir yere sahiptir.
Bu yazıda, günümüzde yoksulluğun suçun oluşumuna ilişkin etkilerine dair gözlem yaparak aslında birkaç soru sormak niyetindeyim. Zira bir sosyolog olmadığım gibi suç etolojisine ilişkin bir formasyonum bulunmamakla birlikte sahada aktif olarak çalışan bir avukat olarak İstanbul özelinde, özellikle pandemi döneminde kimi suç tiplerinin artışta olduğunu kolayca gözlemleyebildim. Yaptığım gözlemler çerçevesinde özellikle malvarlığına yönelik suçların bu denli artışında giderek artan işsizlik ve ekonomik krizle perçinlenen yoksulluğun etkisi olduğu kanaatindeyim.
Öncelikle suçun olmadığı bir toplumdan bahsetmenin ve suçu oluşturan tek faktörün yoksulluk olduğunu söylemenin mümkün olmadığından bahsetmek gerekir. İnsanlığın varoluşundan itibaren her topluluk ve sonrasında kurumsallaşmış devlet, suçla mücadele etmek ve suçun toplumsal düzene olan olumsuz etkilerini azaltmak için gerekli önlemleri almaya çalışmıştır. Alınacak tedbirlerin niteliği; suçun önlenmesinden, cezalandırılma pratiğine kadar tarihsel olarak çeşitli değişiklikler göstermişse de ancak sosyoloji ve kriminolojinin ortaya çıkmasından sonra suçun etolojisine (nedenlerine) dair tartışmalar bilimsel olarak ortaya konulabilmiştir.
Uzun yıllar, suçun; antropolojik ve biyolojik nedenlerden kaynaklandığı, sapkın davranışların doğuştan ve soyaçekim sayesinde ortaya çıktığı şeklinde pozitivist bir teori kriminoloji biliminin kaynağını oluşturdu. Modern kriminolojinin kurucusu kabul edilen Cesare Lombroso ve dönemin teorisyenleri sosyal darwinizmden de etkilenerek, sıcak bölgelerde yaşayan insanların daha çok suç işleyebileceği, ortaçağda da kabul gören, kişilerin fiziksel görünüşlerinin suça etken olabileceği gibi çeşitli teorilere imza attı. Cesare Lombroso’ya göre, suçlular biyolojik bakımdan anormal ve doğuştan dejenere olan kişilerdir.1 Bu gibi teoriler zamanla faşist yönetimlerin, toplumun belirli kesimlerini kriminalize etmesine; (Amerika’da özellikle siyah insanların doğuştan suçlu olabilecek kişiler ilan edilmesi, Hitler yönetimindeki Almanya’da, Yahudi ve Slavların nasyonel sosyalizm aracılığıyla kriminalize edilmesi) ırk, etnik kimlik, coğrafya gibi unsurların suça etken faktörler olarak değerlendirmesinin önünü açtı.
Suçluluğun patolojik bir olgu olarak “anormal” olduğunun kabul edildiği zamanlarda, bu olgunun normal bir insan davranışı olduğunun söylenmesiyle suçun sosyal nedenleri de aslında ilk defa tartışılmaya başlandı. Bu açıdan Emile Durkheim’ın suçluluğun, tüm toplumlarda görülen “normal” bir olgu olduğunu ifade etmesi suçun etolojisi açısından yeni bir devrin açılması anlamına geliyordu. Durkheim, suç teorisini sosyal bozulma üzerine kurdu. Geliştirdiği Anomi kuramı aracılığıyla suçu oluşturan davranışları toplumsal kabullerden sapma, suçu ise ceza normlarından sapan davranışlar olarak tanımladı. Aynı dönemlerde Sigmund Freud, akıl hastalıklarının psikanaliz yoluyla salt biyolojik sebeplerden arınmasına katkı sağlayarak, suçun psikolojik ve psikiyatrik nedenlerini ortaya koydu. Ancak yazıda daha çok suçun sosyal ve ekonomik etkenlerinden “yoksulluk” üzerinde durmak niyetinde olduğumdan bu teorilerin ayrıntısına girmeyeceğim.
Durkheim her ne kadar evrensel bir “normal” kabulü üzerinden değerlendirme yapsa da sosyal bozulmanın sonucu gördüğü suç olgusu ile suçun, sosyal bir olgu olduğunu ortaya koydu. Durkheim’dan sonra Robert K. Merton anomi kuramını daha da ileriye taşıyarak sapkın davranışların, “fırsat eşitsizliğinin” sonucu olarak görülebileceğini ortaya koydu. 1930’ların Büyük Bunalımı sırasında yaşanan artan suç oranları, Merton tarafından bu kavramla açıklandı. ABD gibi kapitalist toplumlarda zenginliğin toplumsal bir hedef olduğunu ancak paraya ve getirdiklerine ulaşmak için toplumun büyük çoğunluğunun eşit fırsatlara sahip olmadığını ortaya koyan klasik gerilim teorisi, suçun etolojisi olarak sosyo-ekonomik gerçekleri ortaya koydu.2
Suçun nedenlerine ilişkin bireysel kuramlardan kopuş 1960’ların toplumsal dönüşümüyle başladı. Bu yıllarda dünyanın dört bir yanında kitlesel eylemlilik artarak toplumsal taleplerin genişlemesine sebebiyet verdi. Sosyal hakların her zamankinden daha çok talep edildiği yıllarda, kişilerin suç işleme nedenlerinin biyolojik faktörler kaynaklı olamayacağı kitlesel olarak reddedilmeye başlandı. Sınıf temelli ayrımlar ve yaşam tarzlarının suça olan etkileri araştırılırken yoksulluk, suçun sosyo-ekonomik sebepleri arasında teorilere girmeye başladı.
Bugün suçun nedenlerinden bahsederken herhangi bir teorinin yeterli açıklama getirebildiği, salt olarak belirli faktörlerin suçun oluşumuna sebebiyet verdiğini kabul etmek mümkün değil. 1800’lerin başından itibaren geliştirilen teoriler elbette kriminoloji biliminin ve hukuk sistemlerinin bugünkü şeklini almasına aracılık etti. Ancak hiçbir teorinin eksiksiz olarak suçun nedenlerini ortaya koyabileceğini söyleyemeyiz. Özellikle toplumsal gerçekliklerin bu kadar hızlı değiştiği günümüzde, her gün yeni suç tipleri ve suça sebep olan etkenlerden bahsetmek mümkün. Bu etkenlerden en su götürmeyenin de “yoksulluk” olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu bağlamda sormamız gereken en önemli sorunun şu olduğunu düşünüyorum; Kişilerin refah seviyesi daha doğru bir ifadeyle kişilerin ekonomik olarak güvende hissetmesi suçu önleyici ve azaltıcı bir etkiye sahip midir?
Geçtiğimiz Temmuz ayında zorunlu müdafi olarak İstanbul Barosu tarafından bir şüphelinin kolluk kuvvetlerince ifadesinin alınması sırasında görevlendirildim. Şüpheli olarak ifadesi alınacak kişi ile bize ayrılan görüşme odasında isnat edilen suç ile ilgili kısa bir görüşme gerçekleştirdim. Şahıs, mahalledeki esnaflara bıçak göstermek suretiyle nitelikli yağma (halk arasında ‘gasp’) suçunu işlediği iddiasıyla orada bulunuyordu. Denetimli serbestlik hükümlerince cezaevinden yeni salınmıştı. Kalacak yeri olmadığından evladını yanına alamadığından, balıkçı teknelerinde uyuduğundan ve gün içinde yiyecek ekmek bulamadığından bahsediyordu. Çaresizdi. Cezaevine geri dönmek istiyordu.
Cezaevine dönmek istediği için suç işleyen bir şahıs belki biraz abartılı bir örnek olarak görünebilir. Ancak neredeyse yılın başından itibaren tarafıma yapılan görevlendirmelerin bir çocuğunun hırsızlık, tehdit, yağma gibi malvarlığına karşı suçlar olduğunu ifade etmem gerekiyor. Yine, duruşmaları takip ederken rastladığım üzere bu suçlara ilişkin adliye mesaisinin oldukça fazla olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bu durumda yoksulluğun İstanbul’da artan suç oranlarına etkisi olduğunu söylemek sanırım çok da abartılı olmaz.
İstanbul, artan kentleşme ve Türkiye’nin en fazla nüfusuna sahip metropolü olarak suç oranlarının en yüksek olduğu şehirlerden bir tanesi. Ancak bugün sıradan bir yurttaş olarak suçların bölgesel dağılımına ve nedenlerine ilişkin verilere ulaşmak neredeyse imkânsız. Asayiş kayıtları bizlere suçun nedenlerini araştırabilecek kadar yeterli veriyi sağlayacak kadar şeffaf değil. İstanbul Valiliği her ne kadar 2019 yılında İstanbul’da suç oranlarında önemli bir düşüş olduğunu ifade etse de sıradan bir gözlemci olarak dahi bu verinin gerçekliğini sorgulamak için yeterli veriye sahip olduğumuzu düşünüyorum. Toplumun sosyo-ekonomik gerçekliğinden bu kadar kopuk bir politika anlayışı mevcutken de sunulan verilerin doğruluğunun tartışılmasının kaçınılmaz olduğu kanaatindeyim.
Pandemi ve sokağa çıkma kısıtlamalarının asayiş suçlarında olabildiğince azalmaya sebebiyet verdiği elbette ifade edilebilir. Ancak bir yanılsamaya dayandığını düşündüğüm bu saptamanın ekonomik kriz kıskacındaki Türkiye’de özellikle pandemi sonrasında çok daha vahim sonuçlara sebebiyet verebileceğini düşünüyorum. Ayrıca her ne kadar bu yazının konusu olmasa da bu süreçte asayiş suçlarının azalmasının da suç oranlarında azalmaya sebebiyet vermediğini söylemek gerekiyor. Zira, asayiş suçlarının oluşabilmesi için gerekli fiziki koşulların yerini ev içi şiddete dayalı suçlara bıraktığı ve suçların görünürlüğünün azaldığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. 3
Peki, yoksulluk ve suç oranları arasında nasıl doğrudan bir bağ kurulabilir?
Son dönemlerde Norveç ve Belçika’dan mahkûm getiren Hollanda’nın hapishanelerini kapatmış olması çok çarpıcı bir örnektir.
Öncelikle ve tekraren belirtmek gerekir ki yoksulluk suça tek etken olarak gösterilemez. Ancak suçun Marksist ve ekonomik teorileri bu konuda bize yardımcı olabilir. Marx ve Engels, suçun nedenlerine ilişkin bir eser ortaya koymasa da, sosyolojik nedenlerine ilişkin çıkarımlarda bulunmuşlardır. Marx, suçluluğu artık değer üzerinden değerlendirir. Ona göre suç, hâkim olan yaşam koşullarına bir isyan niteliği taşır.4 Engels bu durumu, kapitalizmin suçun nedenlerini doğurduğu şeklinde ifade eder. 5
Marksist suç teorileri, suçu ve ceza politikalarını tahakküm kuran sınıfın ürünü olarak görür. Bu süreçte toplumun asgari ihtiyaçları karşılayan, temel insan haklarına riayet edilen, demokratik süreçlerin işlediği ve eşitlik üzerine kurulu bir düzende suçla mücadele edilebileceğini ortaya koyar.
Bu yönde Ergun ve Yirmibeşoğlu (2005) ekonomik haklara yeterince sahip olmayan çevrelerin suç oranlarını arttırdığını ifade eder.6 Suç ile yoksulluk arasında ilişkisel bir bağ kurmamak mümkün değildir. Ekonomik krizler, eşitsizlikler, yoksulluk, artan işsizlik gibi ekonomik faktörlerin değişimlerine göre suç oranlarında bariz farklılıklar olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Bu haliyle ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelen kişi suça yönelebilir ve tabi suç işleyebilir.
Ancak yoksulluk kişiyi sadece toplumsal olarak suça yönlendirmez. Yoksulluk kıskacındaki kişi, günümüz dünyasında sosyal faaliyet alanlarından dışlanır, toplum tarafından ötekileştirilir. Bu süreç kişiyi kaçınılmaz bir çaresizlik ve yalnızlığa sürükleyebilir. Örneğin suçu etkileyen bireysel bir faktör olarak bunalım, depresyon gibi rahatsızlıklar aslında yoksullukla doğrudan ilişkilidir. İşini kaybeden bir kişi yaşadığı bunalımla pek tabi suç işleyebilir. Suça etken faktörlerin birçoğunun yoksulluktan beslendiğini söylemek yanlış olmaz.
Pandemi döneminde ekonomik kriz kıskacındaki Türkiye’de yoksulluğun getirdikleri tarihimizde derin yaralar bırakacağa benziyor. Yurttaşların çaresizlikleri arttıkça toplumun bunalımı giderek artıyor. Yoksulluk sebebiyle intihar haberleri çok uzun zamandır gündemimizi dolduruyor. Şeffaf ve gerçeği yansıtan veri paylaşımı gerçekleştirildiği takdirde suç oranlarının da bir o kadar arttığına şahit olacağımızı düşünüyorum. Pandemi ve sokağa çıkma kısıtlamaları sona erdiğinde suçun görünürlüğünün de artmasıyla beraber çok daha vahim bir tabloyla karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Kaynaklar
1 Demirtaş, Timur (2016) Kriminoloji, Ankara, Seçkin Yayıncılık, s.102
2 age s.143
4 Demirtaş, Timur (2016) Kriminoloji, Ankara, Seçkin Yayıncılık, s.163
5 Engels, Friedrich (2013) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Ayrıntı Yayınevi s.141
6 Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl/Volume: 3, Sayı/Issue: 5, 2007, 30-55 s.35
“Suç” konusu, ahlakla yakından ilişkilidir. İnsan denen canlı toplumsal varlık olarak yaşamaya başladığından beri ahlak kuralları ve bunlara uyup uymama olarak tanımlanan “suç” hep var olmuştur.
Toplumsal yaşamın biçimiyle değişen ve dönüşen bir olgudur desek yanlış olamaz. Bundan dolayı günümüzün “suç”ları ve ahlak yapısı da Kapitalizmin yapısıyla ilgilidir. Yok olması veya dönüşmesi bu sistemin yerine ikame edilecek olan yaşam biçimiyle olacaktır.
Nasıl olacağı ise günümüzün temel sorunudur.