Aşırı sağın sözüm ona kahramanları bazen saklanarak, bazen hapishanelerde, düşük bir profil sergiledikten sonra, büyük Turan çağının operasyonel aktörleri olarak kamusal alana “alınları ak” bir şekilde yeniden çıktılar.
“Alınları ak” cümleciği, toplumun onları bağrına basıp onlara temiz biyografiler sunmaya ne denli hazır olduğunu çok iyi betimliyor.
Fonda bayraklarla Bahçeli’nin Çakıcı ile resmi, Çakıcı’nın Mehmet Ağar, Engin Alan ve Korkut Eken ile resmi, Hrant’ın katili Ogün Samast’ın, cinayetten sonra Samsun Terörle Mücadele Şubede çektirdiği resim ve daha niceleri; bu resimler bir toplumun hem siyasal geçmişi hem geleceği hakkında ancak bu kadar çok şey anlatabilirdi.
Örneğin Susurluk vakası, devletin siyasi suikastları gerçekleştirmek için ülkücü mafya ile ortaklık kurabileceğine dair karanlık ilişkilerin bir kaza aracılığıyla ortaya saçıldığı bir resimdi.
Bahçeli ve Çakıcı’nın özel dostluğu onlarca yıl öncesine uzanıyor. Bu özel dostluk, Ülkücü Gençlik Derneği ile başlayıp, Çatlı, Kırcı ve İbrahim Çiftçi gibi aktörler özelinde paramiliter bir örgütlülüğe dönüşen Bozkurtların, kim hükümet olursa olsun, devletin karanlık koridorlarında her an operasyonel olabileceklerine dair ipuçları taşıyor.
Ankara’da sopalı ve silahlı bir grup tarafından MHP’yi eleştiren gazeteci ve avukatlara gün ortasında yapılan saldırılar, bugün siyasi bağlamı çok farklı olmakla birlikte, 80’lerin Beyaz Toroslar dönemine ve kanlı şiddet ortamına dair rahatsız edici yankılar taşıyor.
Bu saldırılar, derin devletin koridorlarında kotarılan, güç paylaşımına dair gizli anlaşmaların bir şiddet resmine olan yansımalarını da ortaya çıkardı.
Sağcı mafyanın kamusal yaşamdaki istihdamı, karanlık figürlerin muhtemelen yeniden operasyonel olacağı yeni bir siyasi iklimin ortaya çıkmakta olduğunu gösteriyor.
Mesela Çakıcı, sosyal medyada yüksek mevkilerdeki arkadaşlarıyla övünüp, diğer siyasi şahsiyetleri ziyaret ederken, ana muhalefet partisi genel başkanına ölüm tehditleri gönderebiliyor.
Çakıcı’nın bu pervasız tutumu, kibirli bir özgüveni yansıtmanın yanı sıra, onun erk hiyerarşisinde ne kadar kayrıldığına dair anlamlar da taşıyor.
Birçok siyasi cinayetle suçlanan Çakıcı, çocuklarının gözü önünde eski karısını öldürme emrini verdiği iddiasıyla hapse atılmıştı. Bilindiği gibi en son, siyasi tutukluların görmezden gelindiği, “Korona affında” salıverildi.
Siyasal İslam’ın kırmızı çizgileri arasında yer alması gereken, “kavimciliğin” reddedilmesi ilkesine rağmen, AKP’nin kavimci ve aşırı milliyetçi bir parti olan MHP ile ittifak kurması değişik komplo teorilerinin üretilmesine sebep oldu.
AKP’nin 15 Temmuz’dan sonra bu ittifaka zorlandığından tutun da, Erdoğan’ın Ergenekoncuların elinde “siyasi bir rehineye” dönüştüğüne, başarısız askeri kalkışmayı FETÖ’cülelerin elinden kapan ulusalcı-Avrasyacı kliğin darbeye “örtülü bir süreklilik” kazandırdığına, devletin kılcal damarlarına kadar sızmış siyasal İslamcıların tasfiye edilmesinin en iyi yine siyasal İslamcı biri eliyle yapılabileceğine, Bozkurtların kriz anlarında devletin yanında sorunsuz bir şekilde operasyonel hale geldiğine, “açılım ile şımartılmış” ayrılıkçı Kürtlerin en iyi yine derin devletin operasyonel partisi MHP ile “cezalandırılacağına”, Büyükanıt’ın ölümü ile sırları mezara giden “derin sözleşmenin” hâlâ yürürlükte olduğuna varana kadar komplocu savlar ileri sürüldü.
Siyasi İslamcıların teolojik milliyetçiliği ile görece seküler Turancı milliyetçiliğin kesişme kümesinde solcular, muhalifler, Kürtler, Ermeniler ve hatta CHP gibi ortak düşmanlar bulunuyor.
Kötücül koalisyon, bu ortak düşmanları için “hükmün açıklanmasını şimdilik geriye bırakmış” görünüyor.
Siyasal İslamcılar ile kavimci neo faşistlerin ideolojik kesişme kümesinde ABD emperyalizmi karşıtlığı da bulunuyor. Çünkü Amerikan karşıtlığı, “sol muhafazakârlık” da dahil olmak üzere, Türkiye’deki tüm muhafazakâr söylemin başlıca ezberlerinden birini oluşturuyor.
Avrasyacı ya da Ergenekoncu tayfanın sözde emperyalizme karşı çıkmak üzerinden ABD’yi, sanki Çin, Rus ya da AB emperyalizmi yokmuşçasına, sanki 1969’un Kanlı Pazarı onların eseri değilmişçesine, sanki 6. Filoyu bunlar “kıble” yapmamış gibi, sanki Kore’ye askeri seve seve bunlar yollamamış gibi, bu kadar karikatürel bir şekilde eleştirmesi grotesktir.
Faşizmler kanımca biraz da “seküler dinler”dir. Yani laik ideolojilerden esinlenmiş, ama dini yapıyla işleyen hareketlerdir. Bu bakış açısı, siyasal İslamcılar ve neo faşistlerden oluşan ittifakın siyasal altyapısını sırtlayan ideolojik çerçeveyi de ele veriyor.
1930’larda Avusturya’da ortaya çıkan Dolfuss, resmî ideolojisi “milli-katoliklik” olan Franco İspanya’sı, Portekiz’deki Salazar ya da 80’li yılların Guatamela’sında, Ríos Monnt liderliğindeki Evanjelistler, din ve ırk karışımından oluşan faşizan rejimler için somut örnekleri oluşturuyor.
Çünkü ırkçı ve dinci söylem, milli kültürü ve ulusal kimliği etnik ve dini aidiyet üzerinden tanımlıyor.
2016 darbe girişiminin, aşırı sağın vazgeçilmez bir siyasi güç olarak yeniden doğuşunu kolaylaştıran bir işlevi oldu.
Darbe girişimi, Erdoğan’ın, eski müttefiki Gülenciler nedeniyle uğradığı hayal kırıklıklarını gidermek için katalizör işlevi de gördü.
Gülenciler güvenlik ve eğitim bürokrasisindeki ayrıcalıklarını kaybetmenin ardından hezimetle geri çekilirken, siyaset arenasının ortasına siyasal İslam’ın “yaralı Frankensteinlerini” bıraktılar.
Öte yandan FETÖ kavramsallaştırması, muhalifler için yeni “engizisyonlar” ortamı yaratıp, muhalefeti hayli sıkıntılı ve daraltılmış bir alandan siyaset yapmaya zorladı.
Askeri kalkışma, Erdoğan’ın eski siyasi ortaklarını ittifak denklemlerinden elerken onu MHP’ye mahkûm etti.
Dolmabahçe’de masanın devrilmesiyle başlayıp “Seni başkan yaptırmayacağız” ile devam eden, ardından Demirtaş’ın bir lider profiliyle siyasi sahneye girişiyle momentum kazanan ve Kobanê kuşatmasıyla doruk noktasına ulaşan olaylar silsilesi, MHP’ye mahkumiyetin kilometre taşlarını ördü.
AKP’nin Kürtlerle olan ilişkisi, bu kırılmaların ardından, “kendisini artık beslemeyen memeyi ısıranın” klinik vakasına dönüştü.
Devletin Kürtlere karşı uyguladığı sosyal ve etnik ayrımcılığının şokunun PKK ile geri dönüşü ya da Batı’nın Arap dünyasında kıvılcımını çaktığı savaşların, Saddam’ın devrilmesi ile somutluk kazanan Sünniliğin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırılmasının, İslam dünyasında olagelen kültürel ve ekonomik post kolonyal alışkanlıkların sürmesinin şokunun İŞİD ile geri dönüşü gibi Türkiye topumu da bir “şokun geri dönüşü” fenomeniyle karşı karşıya bulunuyor.
Başka bir deyişle, toplum, 1921-50 aralığında yaklaşık otuz yıl devam eden, radikal Batılılaşma projesiyle İslamcı akımların ve Orta-Asya kültürünün baskılanmasının şokunun geri dönüşüyle karşı karşıyadır.
Şokun geri dönüşü, süreç odaklı olarak, yaklaşık elli yıldan beri sürüyor.
Albert Camus’’ya göre biri siyasi, diğeri ise metafizik olan iki tür ihtilâl bulunuyor. Metafizik ihtilâl, kabaca, insanoğlunun ilahî her tür kategorik imperatiften özgürleşmesini ve Tanrı tarafından konulmuş kısıtlamalardan azade olmasını tanımlıyor.
Türkiye toplumu, ne yazık ki, metafizik ihtilâlini başaramamış kalabalıklarla doludur.
Gerçeklikten kopuk anlatılara, “acziyet arketipinin muktedir mitlerine” yeniden siyasal işlevsellik kazandırılarak iktidar tahkim ediliyor. Bir yandan konsolidasyon, bu mitlerin ne kadar geniş bir iktidar alanına karşılık geldiğini de gösterirken, diğer yandan faşistlerin, hayatlarını, Asena, Gamalı Haç gibi mitolojik sembolleri zapt etmeye adamaları hakikatle olan bağlarının ne denli kopuk olduğuna dair emareler taşıyor.
Büyük Turan denen takıntılı neo faşist projenin temelinde, günün birinde Anadolu’dan kovulup Orta-Asya steplerine savrulma olasılığının travması yatıyor.
Büyük Turan anlatısının müritleri, projelerinin coğrafi açılımı önünde bir engel olarak gördükleri Ermenistan’ı, Enverci- Cemalcı, ırkçı-dinsel saiklerle bertaraf edip Orta-Asya bozkırlarına ulaşmayı en azından askeri olarak Karabağ savaşında denediler.
Irkçı ve dinci konuşlanma, Ermenileri, gayrı Müslümleri, Kürtleri ve Alevileri düzenin etnik ve dini unsurlarla tanımlanmış milli kültürü için, her zaman bir tehlike olarak gördü.
Realiteyle olan ilişkiyi, mitler, destanlar, cennetler, huriler, üç gözlü devler, uçan atlar, şeytan görünümlü cüceler, yarı hayvan tanrılar öz çocuklarını boğduran sultanlar ve “Bozkurt” üzerinden kurmak isteyenler siyasete yeniden yön vermeye çalışıyorlar.
Turancı aşırı Sağ için mitler dünyası, kıvamı, yasaları, kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası fizyonomisi olan politik bir mikro evrene karşılık geliyor.
Bu evren, karanlık ve esrarlı ilişkilerden, korkulardan, masallardan, destanlardan, kerametlerden, tanrılardan, ejderhalardan, hibrit varlıklardan ve imparatorluk nostaljisinden oluşan, puslu metafiziğin ortamı, kültürel ve fiziksel olarak son derece eril, distopik bir topografyadır.
Fakat Turancı-dinci siyasi dinozorlara kötü bir haberim var:
Tanrı öldü. Leyla ile Mecnun hiç yaşamadılar. Gılgamış Utnapiştim’i, Utnapiştim de ölümsüzlük otunu hiç bulamadı. Boğaç Han kol gücüyle o boğayı hiç devirmedi. Dirse Han yağız oğlu Boğaç’ı okuyla iki küreğinin arasından hiç vurmamıştır. Tanrıça Thetist oğlu Aşil’i topuğundan tutup ölümsüzlük nehrinde hiç yıkamadı. Anadolu’da Kibele’ye 6000 yıl tapıldı. Ancak iktidarlar değişti. Haliyle Kibele de değişti. Artık o anamız olmadığı gibi insanların ilki de değildir.
Koca penisli Priapos tarlasını sabanlamayan kimseye yoktan bereket getirmedi. Penisi de o kadar büyük değildi! Dokuz Oğuz boyları o kızların kurtla çiftleşmesinden türemediler. Alper Tunga da her ölümlü gibi ölmüştür. Pandora kutusunu hiç açmadı. İnsanlar o kutudan çıkan salgınla değil, tifo ve dizanteriden kırıldılar.
Athena bakire değildi, Meryem de öyle. Hestia’nın memelerinden kurumayan pınarlarca süt akmamıştır. Onun memeleri de muhtemelen çoktan kuruyup pörsüdüler.
Afrodit lime lime edilmiş babasının denize atılmış kopuk penisinden türemedi. Zeus Prometeus’u Kafkas dağına hiçbir zaman zincirlememiştir. Vikingler ölünce Odin’in yanına gidemeyecek. Thor’un çekici şimşek kadar hızlı ve kurşun gibi ağır değildi.
Kral Arthur o kadar güçlü değildi. İndra, Yama, Mahabharata, Ganeşa ve Brahma; bunların hepsi yetenekli Hint heykeltıraşlarının taşa oyduğu şekillerden başka bir şey değildiler.
Ne ejderhalar ne de cehennem kapılarında bekleyen Zebaniler yok. Cennet ve cehennem ne geçmişte ne de gelecekte bir yerdedir. Zira zaman diye bir şey yoktur. Ya da zaman, ölüm ile yaşam aralığında varoluşsal bir erişim(sizlik)i ifade eden bir alandır.
Cehennem denen yer, ölümün ve ümitsizliğin bir kokusunun, bir kıvamının olduğu, Effluvium’una hastalığın, savaşın, yokluk ve yoksunluğun ve çürümeye yüz tutmuş insan etinin karıştığı, şimdi ve burada, bir topografyadır.
Cennet, bana kalırsa, sevgiyle dolu olduğu için oraya korkunun ekilmediği bir toprak parçası, ümitsizliğin olmadığı bir gezegen köşesidir.
Neo faşizm, sözüm ona eski ve miadını doldurmuş ayrışmaların önünü tıkadığı ülkeyi yenileyebilecek ve bu sayede sol ve sağ güçleri bir araya getirebilecek sözde bir kurtarıcı iddiasıyla ortaya çıkıyor.
Muhafazakâr söylemin, “Sol ve Sağ artık kalmadı, sadece milli ve gayrı milli, sermaye aşığı ve düşmanı, hain ve vatanseverler var.” nakaratını tekrarlamasının arkasında “kurtarıcı-birleştirici Başbuğ” için ideolojik bir çerçeve sunma gayesi yatıyor.
Bu iddianın etrafında örneğin Alevi-komünist, Ermeni-ajan, laikçi din düşmanları gibi hibrit kavramlar da türemeye başladı.
Bu gibi terimler milli kültürün ve milli kimliğin iç ve dış düşmanlarını tanımlıyor.
Örneğin Alevi-komünist kavramı bende, 1930’larda faşist ve Nazi propagandalarının mihenk taşı olan “Yahudi-Bolşevik” terimine dair kötücül çağrışımları da alevlendirdi. “Yahudi-Bolşevik” terimi, o zamanlar düzenin etnik ve dini unsurlarla tanımlanmış milli kültürünün ve kimliğinin sözüm ona düşmanlarına karşı sert bir pozisyon alışı kristalize ediyordu.
Bolşevik, kurumları alaşağı etmek isteyen “yıkıcıyı” temsil ederken, Yahudi ise ırksal ve dinsel olarak “steril” ulusal kimliği lekeleyen yabancı bir unsuru betimliyordu.
Faşist aktörlerin yeniden kamusal alana çıkışlarını, bu bağlamda, “saf bir milli kültür ve milli kimlik için sıfır risk” projesiyle açıklamak mümkündür.
Tekrar gibi olacak belki, ama Türkiye toplumu ne yazık ki metafizik ihtilâlini henüz başaramamış insanlardan oluşuyor.
Metafizik ihtilali başardıklarına inanlar, öldürdükleri tanrının- tanrı burada vicdan ile eş anlamda kullanılmıştır- ve yıktıkları mitlerin yerine yeni mitleri, anti-depresanları, extacyleri, hormonları, uyuşturucuları, hedonizmi, tüketimi, eşyayı, pornoyu, parayı, anakronik davaları ve şiddetin tanrılarını koyduklarının ayırdında değiller.
Boşluğun deşilmiş kalbini doldurmak için proxyler bulduklarının, varoluş boğuntusunu dindirmek için vekiller atadıklarının, kendilerini tepkisel ve rövanşist davalara adayarak, modern Leviathan’ın nezdinde aslında bir değeri olmayan varlıklarına anlam atfetmeye çalıştıklarının ayırdında değiller.
Sol da eski mitlerinden ve ezberlerinden kurtulup Aydınlanma Çağı’nı yapısökümcü bir tahlille yeniden ele almak zorundadır.
Zira post-faşist teröre karşı mücadele etmek için, onun dehşetini ve şiddetini kınamak yetmiyor, nereden kaynaklandığının anlaşılması da gerekiyor.
Post-faşizm kavramı, burada, melez ve daha önce görülmemiş bir kompozisyonun geçiciliğine vurgu yapmak için kullanılmıştır.
Post-faşist yapılanmalar bazı durumlarda mevcut kurumlara uyum sağlayarak diğer siyasi gelenekleri yutabiliyorlar. Mesela AKP’nin derin devlet ile uyum sağlayarak Merkez sağ, milliyetçi sağı ve Millî Görüş geleneğinden gelen diğer partileri yutması gibi. MHP ile AKP, Refah Partisi ile AKP arasındaki, oy dahil, diğer ideolojik geçişkenlikler, bu “yutma” olgusu üzerinden anlam kazanıyor.
İnsan, bu yeni gerçeklikte, elinde kalan son kuramsal kanonla boğayı boynuzlarından tutup devirmeyi başaramıyor.
Çünkü bozulan anlamı, bozulan aşkı ve bozulan dünyayı insanın tek başına kapitalist bir paradigma ile onaracağına dair inanış fena halde yanlış bir inanıştır.
Boğayı boynuzlarından tutup devirmenin yolu bir paradigma değişikliğinden geçiyor. Bu yeni paradigmanın adı demokratik sosyalizmdir. Bu kamucu paradigmanın aktörleri eski “fikir ve kuramlara kibriti, yeni fikir ve düşüncelerin kıvılcımını çakan “piromanlar” olmak zorundadırlar.