Çok çok üzgünüm. Haberi okuduğum andan beri…
2020’de o kadar şey oldu ki, berbat gibi bir yıldı ama hiçbiri beni Maradona’nın ölümü kadar etkilemedi. Niye bu kadar üzüldüm bilmiyorum. Onu izlemeyeli uzun yıllar oldu, hayatıma değmeyeli de, ama öldüğünü öğrenince hüngür hüngür ağladım.
Çocukluğum geçti gözümün önünden. İki taş koyup, plastik topla sokak aralarında eğlendiğimiz belki de hayatımın en güzel günleri. 30 yıldır görmediğim Küçükyalı Kılavuz Çayırı’ndaki mahalle arkadaşlarım; İlkant, Emrah, Ramazan, Fatih, İsmail, Emre, Halit Armay İlköğretim Okulu’ndaki Zübeyir, Zeki, Mustafa düştü aklıma.
Çocukluğuma dair bütün hatıralarım ayaklandı.
Onları arayıp “duydun mu Maradona öldü” demek geldi içimden. Hani bir yakınınız öldüğünde birine sarılıp ağlamak istersiniz ya… Beni en iyi onlar anlardı sanki… Sabahtan akşama kadar top peşinde koştuğumuz, üst üste üzerine düşmekten parçalanmış dizlerim, betonda rövaşata çekmeye çalışırken moraran dirseklerim geldi aklıma. Maç yapmadığımız zamanlarda bile oyunlarımız yine futbol ile ilgili olurdu. Parkın salıncaklarını kaldırıp kale yaptığımız, üçerli takımlar kurup frikik çalıştığımız günler düştü aklıma. Alman kale, japon kale, tek kale maç… Hepimiz 10 numaraydık, hepimiz Maradona. Elimize bir forma geçtiğinde ilk yaptığımız şey arkasına 10 numara yazdırmaktı. Şimdiki çocuklar oyunlarda Ben 10, Örümcek Adam oluyor ya, biz hep Maradona olurduk.
Bizim kahramanımız oydu. O zamanlar hayat hikayesini bilmezdim, ne fakir bir çocukluk geçirdiğini ne de omzundaki Che dövmesini. Özel hayatında yaptıkları, tercihleri ise beni hiç ilgilendirmezdi. O zamanlar beni büyüleyen sadece futboluydu, sahada yaptıklarıydı. Ayağına her top geldiğinde dünyayı kurtaran bir kahraman edasıyla izlerdik Maradona’yı. Lakin izlemeyi değil hep oynamayı tercih edenlerdendim.
Dünya kupası oynandığı zaman televizyonda Arjantin’in maçı vardı. Biz gene arkadaşlarla sokakta maç yapıyorduk. İşten eve gelip koştur koştur maça yetişmeye çalışan bir amca kaldırımdan, ‘Maradona’nın maçı var siz dışardasınız, nasıl futbol seversiniz’ diye seslenmişti. Ben de o çocuk aklımla ‘Maradona bile televizyonda maç izleyeceğine şurada plastik topla maç yapmayı tercih ederdi’ demiştim. Gelip güler yüzle saçımı okşamıştı.
Hiç bir zaman iyi bir öğrenci olmadım, derslerim hep zayıftı. Okulla ilgili en iyi hatıralarım ders aralarında yaptığımız o kısa maçlardı. Hayatta en iyi olduğum şey futboldu. Takdir aldığım tek şey de. Mahallede futbol seven herkes tanırdı beni. Maçlarda ayağıma top geldiğinde bizi izleyen az sayıda seyircilerden “bak bak iyi izle” sözlerini duyduğumda gaza gelir bütün hünerlerimi sergilemeye çalışırdım.
Topun lanetli bir şey olduğu, camların kırıldığı, öğretmenler odasında saklandığı dönemlerde biz bir yerlerden top bulup bulamadığımızda da bir teneke kutu ile gene oynar futbol düşmanlarının nefretini kazanırdık. Aldığım yeni bir ayakkabının sağlam kalma süresi en fazla iki hafta olurdu. Top oynamaktan hemen dikişleri patlardı. O zamanlar en çok ziyaret ettiğim esnaf ayakkabı tamircisiydi, çok ekmeğimi yemiştir 🙂 Dikişe merak saldığım, elime iğne iplik alıp kendi söküğümü dikmeye başladığım da gene o zamanlardır. Aldığım ilk kramponu, çıktığım amatör ligdeki ilk antremanı, yedi zayıf getirdiğimde annemin kulüpten beni almasını, sokağa çıkmamın yasaklandığı yine aynı dönemde maç yapan arkadaşlarımı balkondan ağlayarak izlediğim o günleri asla unutamam.
Top oynadığımız toprak sahaların üzerine yavaş yavaş 5-6 katlı binaların yapıldığı zamanlardı. Mahallemizdeki birkaç boş toprak sahamızın üstünde de artık dev beton bloklar yükseliyordu. Bu binalara taşınan yeni komşularımıza pek iyi gözle bakmazdık. Onlar bizim için sahalarımızın işgalcileriydi. Zevk mabetlerimiz yavaş yavaş daralıp küçük alanlara sıkışmaya başlamıştı. Bulduğumuz en küçük alanlarda maç yapma hünerlerimizde hızla gelişiyordu. Değişmeyen sahalarımız ise sokak aralarıydı. Bu zamanları hiçbirimiz araba altında kalmadan bitirmemiz de bir mucize sayılabilir.
Lise 2’ye geçtiğimde Küçükyalı’dan taşınmak zorunda kalmıştık. Tabii ki çocukluğumun geçtiği, her sahasında top oynadığım mahalleden ayrılmak çok zor gelmişti, en çok da 63’ün altındaki büyük toprak sahadan. Futbol hayatımın en güzel ve anlamlı gollerini o sahada atmışımdır.
Bu sahada maç içinde harcadığımız eforun çok daha fazlasını auta giden şutlarda yokuş aşağı durmayıp peşinde koştuğumuz toplarda harcardık. Aslında o zamanlar o taşınmanın başka bir hayatın başlangıcı olduğunu bilmiyordum. Artık eskisi kadar futbol oynayamıyordum. Yeni mahallemde yeni arkadaş edinme konusunda da verimli bir dönem geçirmiyordum. Futboldan kopup siyasete yavaş yavaş ısındığım da bu dönemlerdir. Günde 3 maç yaptığım zamanlardan haftada bir halı saha, sonrasında arkadaş ortamlarında ayda yılda bir yaptığımız halı saha maçlarından Kadıköy, Beyoğlu’nda dergi sattığımız, üniversitede faşist kovaladığımız döneme geçiş pek hızlı oldu. Çocukluk aşkım futbol yeni ortamlarda pek tercih edilen konu değildi. Futboldan konuşmanın ayıp sayıldığı dönemlerde futbolla ilgim şampiyonlar ligini izlemekle, Dünya kupalarını kaçırmamakla sınırlı kaldı. Zaten futbol muhabbeti de pek iddialı olduğum bir alan değildi. Ne de olsa izlemesini, konuşmasını değil oynamasını sevenlerdendim. Artık ayaklarım iyi çalışmadığı için çeneme vurduğu dönemlerde olmuyor değildi. Maradona ile ikinci kez tanışmam da 2000’li yılların başında oldu. Omzundaki Che dövmesi, Vatikan için söylediği sözler, Arjantinli diktatörler için temennilerini çok sevdik. Yoksul, ezilen halkların yanında yer alması Castro ile olan dostluğu bizim camiada da yankı buldu.
Dergilerde Maradona’nın fotoğrafları, İngiltere’ye “Tanrının Eli” ile attığı golün ballandıra ballandıra anlatıldığı yazılar yer aldı. Yüzyılın futbolcusu ödülünü aldığında ödülünü Fidel Castro’ya ithaf etmesini ise ayakta alkışladık. Tabii benim Maradona’yı sevmem için bunların hiç birine gereksinimim yoktu. O 86 dünya kupasında İngiltere’yi ipe dizerek attığı zarif golle benim ve bütün futbol severlerin gönlünde, tanrı katında yerini almıştı zaten.
“Yaşlanıyoruz, çevremizdeki insanlar ölüyor, evlilikler sona eriyor, ama bu turnuva sonsuz bir çember içinde, aynı formalar ve Maradona’nın yepyeni bir versiyonuyla hep geri dönüyor. Biz de yetişkinliğimizi bırakıp, tekrar o sekiz yaşındaki çocuk oluyoruz…”
Simon Kuper, 2010’da Newsweek Türkiye’de, ‘Kupanın en afili hikâyesi’ başlıklı yazısında bu nefis satırları kaleme almıştı.
Şimdi biliyorum niye bu kadar ağladığımı. O öldü onunla birlikte bizim 8, 18, 28, 38… yaşlarımızdan bir parçamız da gitti.
Oğlum Güneş altı yaşında.
Benim bu yazıyı yazmama sebep olan da kendisi. Yanıma gelip baba neden üzgünsün diye sorduğunda O’na daha önce adını duymadığı Maradona’yı anlatmak istedim ama sesim titrediği için bir türlü cümlemin sonunu getiremedim. Yazmak daha iyiydi. Ki onu da okuyamadım annesine okuttum….
Akşam yanıma geldi. Günün nasıl geçti diye sorduğumda arkadaşlarımla futbol oynadım, Poyraz Messi, Deniz Ronaldo, Ben Maradona oldum baba dedi… Sonsuz çember içinde Maradona’nın yepyeni bir versiyonuyla…
AD10S MARADONA