Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati Fransa’da düzenlenen Uluslararası Yatırımcı Toplantısında sermayeye çağrı Türkiye’ye yatırım çağrısı yaparken; “Bir problem mi yaşadınız? Rahat olun. Hep beraber kavga edelim. Bürokrasiyi alaşağı edelim.” dedi. Elbette Tayyip Erdoğan’ın şahsında Saray/AKP/MHP iktidarının bu konulardaki tutumuna da vurgu yaptı.
Uzun uzun bürokrasiyi anlatmayacağız. Ancak iktidarın ve genel olarak sağ siyasetçilerin yıllardır bürokrasiyi gerekçe yaparak hukuksuzluğu, kanun tanımazlığı ve devleti sermaye lehine kullandıklarını görmemiz gerekiyor. Bir yatırımın veya işlemin kanuna aykırı olduğunu söyleyen bürokrat da, yargı da ayak bağı olarak görülüyor. Bu yaklaşımı en etkili kullanan ve iktidara da bu söylemle gelen AKP yirmi yılın sonunda yurt dışı yatırımcı çekmek ve yarattığı ekonomik, siyasi krizi aşabilmek için sermayeye kanunsuzluk sözü vererek benzerine rastlanmayacak bir örnek sergilemiş oldu. Sermaye ve iktidarları bürokrasi ve yasaları sürekli engel olarak görürler; fakat yine de bu kadar ‘açık sözlü’ biçimde dile getirmezler.
Bu konuda vurgulanması gereken bir başka unsur da, iktidarın kamu kurumlarının yöneticilerini ve kamu adına görev yapan memurları halka hedef göstererek kendi yanlışlarını, suçlarını gizlediği gerçeğidir. Devlet içinde sahip olduğu gücü yitirmek istemeyen, bu gücü görevi dışındaki işler ve ilişkiler için kullananların varlığını inkar etmiyoruz. Fakat Saray/AKP/MHP iktidarının söylediği gibi bir genellemenin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sözüne denk düştüğünü, sermaye için hukuksuzluğun, genel teamül ve yerleşik değerlerin ortadan kaldırılma sözü verildiğini görmemiz gerekiyor.
01.11.2021 tarihli ‘Savaşa, Baskıya, Yoksulluğa Hayır’ başlıklı değerlendirmemizde; “Emek sermaye arasındaki çelişkiyi, iktidarın sermayeden yana tutumunu, sermayeye emek sömürü alanlarını açmakla kalmayıp, yoksullardan alınan vergilerle sermayeyi finanse ettiğini görünür kılmak aynı zamanda iç siyasetteki sağcılaşmaya, muhalefetin restorasyonla durumu geçiştirmesine karşı da önemli bir mevzi olacaktır.” yazmıştık. Sermaye lehine ödeme garantili yolları, hastaneleri, köprüleri anımsamak bile iktidarın kimden yana olduğunun anlaşılmasına yeter. Bizim bilmemiz ve anlamamızdan daha çok başta iktidar seçmenleri ve sistem içi çözüm arayışı ve umudu içindeki insanlara da anlatmamız gerekiyor. Örneğin, yabancı sermaye için bürokrasiyi, hukuku ayaklar altına alma sözü veren, bu konuda ‘Hep beraber kavga edelim’ çağrısı yapan iktidarın emekçiler başta olmak üzere halkın yasal ve anayasal hakları konusunda neden sessiz kaldığını, haklarını isteyen halkın karşısına devletin kolluk güçlerini diktiğini sormamız, bu soruyu görünür kılmamız gerekmektedir.
Geçtiğimiz hafta ‘Kuran Eğitim Merkezleri ve Diyanet Akademisi’ kurulmasını içeren kanun teklifi Meclis’te kabul edildi. Mecliste olan ve oylamaya katılan CHP, İYİ Parti milletvekilleri kabul oyu verirken, 10 HDP’li vekil de ‘çekimser’ oy kullandı. 01.03.2022 tarihli, ‘Ruh Çağırma Siyaseti’ başlıklı yazımızda sağcılaşmanın ve laiklik ilkesinin aşındırılmasına vurgu yaparak; “sosyalistler/devrimciler olarak laikliğin sınıf mücadelesinin bir parçası ve yoksulluk ve yokluğun kader değil ideolojik bir sonuç olduğunu daha sık biçimde dile getirmemiz gerekiyor.” demiştik. Görünen o ki iktidar dini ve milli değerler argümanlarıyla seçmen kitlesini tahkim etmeye yöneldikçe muhalefet de aynı düşünceyle hareket etmeye çalışıyor.
Bir devlet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığına karşı çıkılamadığı gibi, tek tip insan yetiştirme, yalnızca Sünni İslam inancını, özünde Türk İslam sentezi politikaları uygulama merkezi olmasına da ses çıkarılamıyor. Yurtlarda yaşanan taciz ve sorunlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi, iş cinayetlerinin dini inançlarla normalleştirilmesi, müzik yasağı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, kadın istihdamının giderek düşmesi gibi onlarca gerçek ortada dururken meclis içi muhalefetin geldiği yer açısından baktığımızda Laikliği savunmak sınıf mücadelesinin öncelikleri arasında yer almak zorundadır.
Siyasal iktidarın gölgesinin düştüğü bir yargılama sürecinde, Gezi Direnişini yabancı güçlerin “tezgahladığı” bir kalkışma olarak gösterme çabaları, Gezi’nin baskı ve zulüm karşısında milyonlarca insanın eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış talebini yüksek sesle dile getirmesinin adı olduğu gerçeğinin üzerini örtemez. Gezi Direnişi üzerinden Osman Kavala’nın tutukluluğunu sürdürme, Taksim Dayanışması üyelerini ve sözcülerini yargılama ve tutuklama isteği yargısal bir süreçten çok siyasal bir süreçtir. 01.02.2021 tarihli ‘İktidarı Beklemek’ başlıklı değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi; “Gezi Direnişi davasının bozulması (ilk amacı Osman Kavala’yı serbest bırakmamak), iktidarın gerek duyması durumunda (…) HDP’nin kapatılmasına kadar sonuçları olabilecek Kobani davasına HDP yöneticilerinin (ve Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakmamak için) eklenmesi yargının iktidarın siyasi taleplerine göre hareket edeceğini göstermesi açısından önemlidir.”
İktidarın Gezi Direnişi’ne yönelik hukuk tanımaz ve kindar tavrını da bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. Önceki mahkeme kararlarını yok sayan, hatta kendi kendini tekzip eden iktidar ve yargısı Gezi’den örgüt ve suç çıkarmak, Gezi’de adları öne çıkan kişi ve kurumları cezalandırmak için her yolu deniyor. Bugün (21 Mart) duruşması yapılacak olan Gezi Davası’nın iktidara itiraz edenlere, haklarını savunanlara karşı açıldığını, gözdağı olduğunu, Anayasal ve yasal hakları için sokağa çıkanları alaşağı etmeyi amaçladığını biliyoruz. Gezi Direnişi’nin bir sivil itaatsizlik ve hak mücadelesi olduğunu, iktidarın Gezi Direnişi özelinde tüm ülkede sokağa yönelik muhalefeti yok etmek için araçsallaştırdığını belirterek ‘oradaydık’ diyoruz.
SEÇİM KANUNU
Saray/AKP/MHP iktidarının hazırladığı seçim kanunu tartışmaları ve ittifaklar önümüzdeki günlerin gündemleri arasında yer almaya devam edecek gibi görünüyor. İttifakların aldıkları oyların partilerin çıkaracağı milletvekili sayısına etkisinden, seçim barajının düşürülmesine kadar ince hesaplarla düşünülmüş bu kanun teklifi AKP ve MHP’nin oy kaybettiklerini gördüğünü gösteriyor. Bu taslakta en çarpıcı olan ise Mecliste grup kurmanın seçime girmek için yeterli olmayacağı, bir partinin gözlemcisinin onay olmaksızın başka bir parti adına çalışamayacağı ve il ve ilçe seçim kurullarının yeniden oluşturulmasıyla ilgili düzenlemelerdir.
Her durumda HDP’nin ve HDP seçmeninin belirleyici olacağını gören iktidar ve muhalefet gözle görülür biçimde yaklaşım sergiliyorlar. Örneğin, iktidar tüm sözcüleri ve devlet kurumlarıyla HDP’yi etkisizleştirmeye çalışırken Millet İttifakı bileşenleri de HDP’ye yönelik dışlayıcı dili kullanmamaya özen gösteriyorlar. Meclis’te grup kurmanın seçimlere girmek için yeterli olmayacağına yönelik düzenlemenin de gerçekliği ortadan kaldırmaya yönelik olabileceği göz ardı edilmemelidir. Seçimler için başvuruların yapılmasından sonra Anayasa Mahkemesi’nin HDP’nin kapatılması davasında kapatma kararı vermesi durumunda HDP’nin seçimlere katılmasının da önü kesilmiş olacak. Bu konuda HDP’li belediyelere kayyum atamalarının, Selahattin Demirtaş’ın ve HDP’li siyasetçilerin, Kürt kökenli sendika ve STK yöneticilerinin tutuklanmasının iktidarın yapacakları açısından önemli göstergelerdir.
İktidar HDP seçmeninin oyunu almaktan daha çok Meclise milletvekili göndermesini önlemek üzerine hesap yapıyor gibi görünüyor. Bu kanun taslağından bağımsız olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ziyareti ve ardından yapılan tartışmalar CHP’nin, hatta Millet İttifakı’nın da Kürt seçmenler üzerine hesap yaptığını gösteriyor. Bu kadar da değil, Saray/AKP/MHP iktidarı ittifakların kendisine kazandırmadığını görerek %7’nin altında oyu olan partilerin ittifak içinde de milletvekili çıkarmasının önüne geçerek hem Millet İttifakını parçalamayı, hem de CHP’ye oy vermeyecek olan muhalif sağ seçmenlerin oyunu almayı planlıyor.
Her ne olursa olsun emekçiler, çiftçiler, yoksullar, kadınlar, öğrenciler, işsizler açısından durumun düzeleceğine ilişkin işaretler görülmemektedir. Toplumun değişik kesimlerinin yaşadığı başta emek olmak üzere, haksızlıklara, hak gasplarına yönelik olarak sistem içi muhalefetin ciddi bir karşı çıkışının olmadığı, karşı çıkılan konularda ise sorun yaşayanların yanında yer almak yerine seçimlerin beklenmesinin önerildiği dikkate alınarak yüzümüzü sokağa dönmek zorundayız. Özellikle toplumun giderek yoksullaştığı, iktidarın da görmek zorunda kaldığı geçim derdi önümüzdeki günlerin muhalefet alanlarının başında gelecektir. Kaldı ki iktidar sözcüleri asgari ücretin yükseltilmesini tartışmaya açarak yoksullaşmayı kabul etmiş oldular. Bu noktada 08.11.2021 tarihli ‘Asgari Ücret Sıfır Adalet’ başlıklı yazımızdaki çağrımızı yineliyoruz. “İktidar yandaş sermaye ve yandaş kitle yaratmak uğruna gözü kara biçimde kaynak transfer etmektedir. Bu kaynaklardan hepimizin emeğiyle üretilen, vergimizle biriktirilen kaynaklardır. Bizim olan bize çok görülmektedir. Bu yüzden iktidarın lütfettiğini değil payımıza düşeni ve hakkımız olanı kararlı biçimde istemek zorundayız.”
SAVAŞ, AÇLIK ve KITLIK
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ABD ve AB’nin başını çektiği bloğun yaptırımları ve savaşın bir oyun gibi sunulduğu koşullarda sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten ve ezilenlerden yana olanların barışı daha yüksek sesle dillendirmesi zorunludur. Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana savaş alanlarının canlı yayınlarla sunulması, askeri güçler üzerinden tartışılması, küresel güçlerin hegemonya savaşlarının gizlenmesi gibi gerçeklikler insanların gerçekliği görmesini önlüyor.
Ülkemizde ay çiçek yağına hücumla gördüğümüz sahnelerin tüm dünyada daha da artacağı günlere doğru gidiyoruz. Ukrayna ve Rusya dünyanın en büyük tahıl üreticileri arasında yer alıyorlar. Ayrıca Rusya’nın en büyük petrol ve doğalgaz tedarikçileri arasında yer alması ve savaşın uzaması durumunda tüm dünyada açlık, kıtlık, ambargolara bağlı enerji fiyatlarındaki yükseliş ve tüm dünyada enflasyonun yükselmesi savaşın maliyetinin emekçiler, yoksullar, kadınlar ve çocuklar için giderek büyüyeceğini gösteriyor.
Küresel sermaye ve emperyalist güçler savaş ekonomisi ile güçlenirken ve dünyanın yeniden paylaşılması hesapları yapılırken savaş bölgesinde yaşayan halklar kadar olmasa da tüm dünya halklarını doğrudan açlık, kıtlık ve yoksulluk bekliyor. Buna faşist hareketlerin yükselmesini, batının çok övündüğü değerlerin bile ortadan kaldırılmasını eklememiz gerekiyor. Savaşı çıkaran ve savunanlarla savaşlarda ölenlerin ve zarar görenlerin çıkarlarının aynı ve ortak olmadığı gerçeğinden hareketle ‘dünyanın bütün işçileri birleşin’ şiarından hareketle dünyanın bütün barış savunucuları, ezilenden yana olanları birleşin çağrısını güçlendirmek zorundayız.
ABD ve NATO’nun Türkiye’ye Rusya karşı kullanmasına karşı da bir muhalefeti örmemiz, böyle bir olasılığa hazırlıklı olmamız gerekiyor. Hollanda Başbakanı’nın yaptığı açıklamalar, bazı uluslararası medya kurumlarında buna ilişkin çıkan haberler, hatta Rusya’dan alınan S-400’lerin Ukrayna’ya verilmesi karşılığında Türkiye’nin F-35 projesine alınması, F-16’ların modernizasyonu gibi önermeler savaşa taraf olmamız anlamına gelmektedir. İktidarın iç politikadaki sıkışıklığı, hatta seçimleri yitirme olasılığı, ekonomik krizin büyümesi gibi çok sayıdaki unsur çok daha dikkatli ve hazırlıklı olmamız gerektiğini gösteriyor.
Ülkemiz ve Ortadoğu halklarının Newrozu kutladığı bugün ülkemizde ve dünyada barışın, kardeşliğin, özgürlüğün ve emekten yana bir barışın egemen olması için savaşı, sömürüyü, düşmanlığı, ayrımcılığı körükleyen kapitalizme ve emperyalizme karşı ortak mukavemet hattı için mücadele etmek hepimizin sorumluluğudur.