Gezi Direnişi’nin yıldönümü nedeniyle Gezi’ye dair yazıların, değerlendirilmelerin, yaşamını yitirenler için anmaların yapıldığı, Gezi Davası’ndaki haksız ve hukuksuz tutuklamaların yapıldığı bugünlerde Tayyip Erdoğan direnişe katılan ve savunanlara yönelik olarak ‘çürük’ ve ‘sürtük’ ifadelerini kullandı. Yandaşların bir kısmı ve iyimserler bunun bir ‘kaza’ olduğunu söylerlerken Tayyip Erdoğan ‘milletin diliyle konuştum’ diyerek düzeltmeye çalışanlara ayar verirken, bu ifadelerini bilerek, kararlı biçimde seçerek kullandığını belirtti. Bununla yetinmedi “camide içki içtiler”, “başörtülü bacılarımıza saldırdılar” yalanlarına “camileri yaktılar” yalanını da ekledi.
Saray/AKP/MHP iktidarının ülkeyi getirdiği yer açısından bakıldığında Gezi’ye dair neden düşmanca yaklaştıklarını anlamak mümkündür. Gezi Direnişi çevre haklarıyla birlikte yaşam biçimlerine müdahale edildiğini düşünenlerin, yoksulluğa itirazı olanların, iş cinayetlerinden eğitimdeki eşitsizliklere kadar toplumsal sorunları için sokağa çıkanların direnişiydi. Öyle ki bir araya gelemeyeceği düşünülen farklı kimliklerin, siyasi anlayışların bir araya gelmiş olması iktidar, hatta devlet politikalarına karşı yan yana durmaları o gün bugündür iktidarı korkutuyor.
2018 yılından bu yana ekonomik ve siyasi olarak kriz yaşayan Saray/AKP/MHP iktidarı özellikle son bir yıldır tüm hamlelerinde başarısız olurken, bu haliyle gidilecek seçimleri kazanma olasılığı da görünmüyor. Yalnızca seçimler değil; sermaye ve yandaşlar dışında toplumun tüm kesimlerinin yoksulluk sınırının altına itildiği, nüfusun yarıya yakının açlık sınırı altında yaşadığı koşullarda her an bir öfke kabarması, toplumsal patlama olasılığı da günden güne artıyor. Böylesi bir öfke kabarmasının, olası patlamanın çok hızlı biçimde yaygınlaşma eğilimine sahip olacağı da açıktır. Dolayısıyla iktidar her ne kadar Gezi Direnişine saldırırken aynı anda Gezi’den feyz alabilecek toplumsal muhalefetin, sokağa yansıyacak tepkinin önünü şimdiden kesmeyi amaçlıyor.
Çürük ve sürtük ifadeleriyle birlikte artık haberi yapanların bile yalan haber yaptıklarını kabul ettiği bildik yalanların yeniden gündeme getirilmesi iktidarın kendi kitle tabanına yönelik bir mesaj olarak görülmelidir. Bu kadar da değil, ısrarla ve yüksek sesle bu yalanların yeniden gündeme getirilmesi yoluyla bir kutuplaşma yaratma isteğini de görmemiz gerekiyor. Çünkü eş zamanlı olarak Tayyip Erdoğan’ın içki içenlere yönelik yoksulluk vurgusunu da içererek ‘sefiller’ demesi, Diyanet İşleri Başkanı’nın ‘Hayatımızı Kur’an’a göre tanzim edelim” dedikten sonra geçmişte 12 yaşını bitirmeyen çocukların Kur’an kurslarına gidemediğini, 14-15 yaşına gelmeden yatılı Kur’an kurslarına kayıt yapılamadığını vs. anlatıp “Şükretmemiz lazım. Şükrümüzü çalışmakla göstereceğiz. Daha fazla yapmakla daha fazla sahip çıkmakla bu fırsatları iyi değerlendirmezsek ‘Nankörlük ederseniz, azabım şiddetli olur’ uyarısıyla karşı karşıya kalırız.” açıklamasını birlikte düşünmek zorundayız.
İktidar devlet gücünü ve kurumlarını da kullanarak toplumu yeniden tasnif ve tanzim etmeye soyunmuş görünüyor. Gezi’ye katılanlar için kullanılan ‘çürük’ ifadesinden daha çok ‘sürtük’ ifadesindeki cinsiyetçi yaklaşımı, içki içenlere yönelik ‘sefiller’ ifadesindeki yaşam biçimine yönelik saldırıyı, hayatı Kur’an’a göre tanzim etme çağrısındaki laiklik karşıtı, inanç temelli ayrıştırma hamlelerini görmemiz gerekiyor. Dolayısıyla iktidarın ve devlet kurumlarının bu tür hamlelerine karşı ezen ile ezilen, zengin ile yoksul, sermaye ile emekçi, rantçı ile yaşam savunucusu gibi ayrımlar üzerinden geliştireceğimiz söylemin ve çerçevede yürütülecek mücadelenin etkili olacağı açıktır.
01.3.2021 tarihli ‘Ruh Çağırma Siyaseti’ başlıklı yazımızda; “Geçtiğimiz hafta Diyanet İşleri Başkanı’na yaptırılan “yoksulluğun, yokluğun imtihan” olduğu açıklaması AKP’nin ekonomik krizin toplumdaki hoşnutsuzluğun önüne geçmek için dini söylemleri kullanacağını göstermekle birlikte kriz karşısında çaresiz kaldığını, kalacağını da gösteriyor.” yazmıştık. İktidarın özellikle dini ve milli değerler vurgusuyla seçmenlerini tutmaya çalışırken önümüzdeki günlerde bu iki başlık üzerinden gerilimi yükselteceği de görülüyor. Dolayısıyla iktidara karşı mücadelenin laiklik üzerinden de geliştirilerek, her türlü ayrımcılığa, dini ve milli değerler vurgusuyla yaşam biçimlerine müdahale edilmesine, bu noktalar üzerinden toplumun ayrıştırılmasına karşı yukarıda belirttiğimiz ‘ezen- ezilen’ ayrımı üzerinden yanıt vermemiz gerekmektedir.
KARAR ARKADAN GELSİN
Hatırlanacağı gibi İçişleri Bakanı bir konuşmasında ‘siz yıkımı yapın, karar arkadan gelsin’ diyerek iktidarın yargıya, yasaya, haklara bakışını özetlemişti. Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası sürmekte olan HDP’ye yönelik operasyon ve göz altılardaki artış iktidarın mahkeme kararını beklemeyeceğini gösteriyor. Çok sayıda kentte HDP il, ilçe yöneticisinin, parti meclisi üyesinin gözaltına alınması, benzer gözaltı ve baskıların HDP ile ilişkilendirilen kurumları da içermesi ve bu operasyonların batı illerinde yoğunlaştırılması sürmekte olan baskıların her geçen gün artırılacağını gösteriyor.
Mevcut koşullarda Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı olarak konumlanan siyasi yapıların tek başına iktidar olamayacakları, Kürt ve HDP bileşenlerinin oyu olmaksızın Cumhurbaşkanı çıkaramayacakları dikkate alındığında iktidarın HDP’yi siyaset yapamaz hale getirmeye çalıştığı açıktır. Hatta yeni bir 7 Haziran, 1 Kasım durumu yaşamamak için hamleler yaptığı, Kürt seçmenleri sandıktan uzak tutmaya çalışacağı açıktır. Bu koşullarda Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin sessizliği dikkat çekicidir.
Saray/AKP/MHP iktidarının bu baskı ve operasyonlarına karşı çıkmadan seçim güvenliğinin, seçmen iradesinin sağlanamayacağı gerçeğinin yüksek sesle dile getirilmesi zorunludur. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na verilen ceza ve siyaset yasağı getirilmesi, İBB Belediye Başkanı’nın yargı yoluyla tasviye iddiaları, geçmiş dönemde CHP Milletvekilinin de vekilliğinin düşürülmesi gibi uygulamalar göz önüne alındığında iktidar seçimleri kazanmak için her yolu deneyecek, her aracı kullanacaktır. Dolayısıyla HDP’nin ve Kürtlerin siyaset yapma hakkına sahip çıkmak yalnızca Kürtlerin, sosyalistlerin, demokratların değil yurttaşın karar hakkına saygı duyan, seçme ve seçilme hakkını savunan herkesin sorunudur.
GÖSTERE GÖSTERE SOYGUN
Geçtiğimiz hafta TÜİK enflasyon verilerini açıkladı. TÜİK’e göre Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) aylık %2,98, yıllık %73,5 olarak gerçekleşti. Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) ise aylık %8,76, yıllık %132,16 oldu. Geçtiğimiz günlerde Maliye Bakanı’nın vd. iktidar sözcülerinin enflasyonun düşeceğine dair açıklamalarından sonra enflasyon verilerinin düşük açıklanması ve hesaplamada kullanılan ürün sepetinin gizlenmesi, TÜİK Tüketici Fiyat Grupları Başkanının istifa etmesi iktidarın enflasyon konusunda da yalanlarını sürdüreceğini gösteriyor. Bağımsız araştırma grubu ENAG’ın açıkladığı TÜFE’nin %160,7 olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Önümüzdeki temmuz ayında memurların, memur, işçi, Bağ Kur emeklilerinin ve sendikalı işyerlerindeki ücret artışlarının yapılacağı düşünülürse TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranının soygunun resmi bir ön hazırlığı olduğu söylenebilir. Yukarıda belirttiğimiz TÜİK’in üretici fiyatları endeksi ile tüketici fiyatları endeksi arasındaki büyük uçurum gerçekleşen enflasyonun ne ölçüde gizlendiğini de göstermektedir.
Bu verilerle baktığımızda aşağıdan bir basınç, toplumsal ve sendikal bir zorlama olmadıkça temmuz ayında ücretlere yapılacak artışın %40 dolayında kalacağı anlaşılıyor. Ocak ayından bu yana enerjiden gıdaya, giyimden sağlığa tüm sektörlerdeki zam furyası ile iktidarın açıkladığı enflasyon verileri arasında bir ilişki yoktur. TÜİK’e göre yıllık gıda enflasyonunun %91 olduğunu, CHP Milletvekili Gürsel Tekin’in yaptığı çalışmaya göre yıllık kira artışının %150 olduğunu da dikkate aldığımızda ücretlilerin kira ve gıda harcamalarını bile karşılamaları mümkün değildir.
Saray/AKP/MHP iktidarının özgürlüklere, demokrasiye, yaşam biçimlerimize, doğamıza saldırısıyla sermaye ve bir avuç yandaş dışında tüm toplumu yoksullaştırdığı, hatta açlık sınırı altında bir ücrete mahkum ettiği açıktır. Geçtiğimiz yıl içinde Çin olma hayali kuranlar, Türkiye’yi ucuz emek cenneti açısından Çin’den çok daha geri ve kötü bir noktaya iterken bu durumu yaratan politikalardaki ısrar, TÜİK’in bu amaçla kullanılması gibi gerçekler karşısında tüm ücretlilerin, emeğiyle geçinenlerin, ayrımcılığa uğrayanların, ezilenlerin ortak mücadelesi için bir araya gelmek, mücadele araçlarını yaratmak ve ortak bir mukavemet hattı kurmak zorundayız.
5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle iktidarın söylemleri bir yana açlık, yoksulluk ve çevre sorunlarının kapitalist üretim- bölüşüm ilişkilerinin bir sonucu olduğunu belirtmek isteriz. Daha çok kar odaklı üretim biçiminin insanı ve doğayı koruması, yoksulluğu ortadan kaldırması mümkün değildir. 13.92021 tarihli ‘Sermayeye Geç Yoksula Dur’ başlıklı yazımızdaki; “Beslenme ve sağlıklı bir çevrede aşama hakkının da gaspı anlamına gelen bugünkü tarım ve çevre politikalarını kamu yararına ve kamu adına değiştirmeden, kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerini dağıtmadan, yerli işbirlikçi sermaye ve iktidarlar aracılığıyla uluslararası 3-5 tekelin dünyayı sömürdüğü düzene karşı çıkmadan çözüm mümkün değildir. Karşı çıkış siyasi, politik alanlarla sınırlı kalmamalı üretim, dağıtım, tüketim ilişkileri dâhil tüm alanları kapsamalıdır.” yinelemek istiyoruz.
BİR SİLAH OLARAK GIDA ve ENERJİ
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası ABD’nin başını çektiği ülkeler ve uluslararası örgütler Rusya’ya karşı ambargolarla yanıt vermeye devam ediyorlar. Bu ülkelerin bir kısmının Ukrayna’ya silah ve askeri malzeme verdiğini de belirtmek gerek. Şu an Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve ortaya çıkan durum Batı’nın Ukrayna’yı bir vekâlet savaşına ittiğidir.
Rusya’nın ticaretini engelleyerek ekonomik olarak geriletmek ve savaştan caydırmak üzerine kurulu Batı politikalarına karşılık olarak Rusya ihracatında ruble kullanılmasını zorunlu hale getirmek, kabul etmeyenlere gaz ve petrol satışını durdurmak gibi hamlelerle karşılık veriyor. Çok gündeme gelmemekle birlikte Rusya ve Ukrayna’nın en büyük tahıl üreticilerinden olduğu ve savaş nedeniyle tedarik zincirlerinin koptuğu bir gerçek. Aynı anda Hindistan’ın tahıl ihracatını durdurduğunu hatırlamakta yarar var. Tüm bunların vd. etkenlerin de etkisiyle küresel gıda enflasyonu %22 olarak gerçekleşti.
Rusya’nın Ukrayna’yı çevreleyerek Karadeniz’le bağını keserek deniz ticaretini durdurması, kendisine yönelik ambargolara karşılık vermesi ve şu ana kadar Batının istediği sonucu alamaması enerjiyle birlikte gıdanın da silaha dönüşmesi BM dâhil uluslararası kurumları politika değişikliğine veya yumuşamaya zorluyor. Karadeniz’de güvenli rota oluşturulması çağrısı, Ukrayna’nın tarım ürünlerinin ihracatının engellenmemesi istekleri, BM’in mutluk açlık yaşayanların sayısının 200 milyona ulaşacağı uyarıları önümüzdeki yıllarda buna benzer sıkıntıların artabileceğini gösteriyor.
Saray/AKP/MHP iktidarının tüm yoğunluğunu, politikalarını, önceliklerini seçimlere yönelik olarak belirlerken ülkemizde de gıda fiyatlarının giderek artacağı görülüyor. Belirttiğimiz gibi tüm hesap oyunlarına, gizleme çabalarına rağmen bu dönemlerde düşmesi gereken gıda fiyatları endeksinin %91 olarak açıklanmak zorunda kalınması, çarşı- pazar fiyatlarının açıklanandan 2-3 kat daha fazla artması önümüzdeki günlerde de artışın süreceği beklentisi yoksullaşmanın derinleşeceğini gösteriyor.
İktidarın iç politika aracına dönüştürdüğü dış politikadaki hamleleri de çeşitleniyor. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğinin veto edileceği söylemi, Suriye’ye yönelik operasyon açıklamaları, Yunanistan’la gerilimin yükseltilmesi, İsrail ve Mısır’la üst düzey görüşmeler hem alan açma, hem dış kaynak bulma, hem ABD ve AB ile pazarlık yapma, hem de meşruiyet yaratma gibi çok katmanlı amaçlar içeriyor. ABD, Rusya ve BM’den yapılan açıklamalarla Suriye’ye yönelik operasyonun önü şimdilik kesilmiş görünüyor. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyeliğinde pazarlık konusu yapılan bu ülkelerdeki Kürtler ve askeri malzeme ambargolarıyla ilgili taleplerin karşılanma olasılığı şimdilik görülmüyor. Elde kala kala Yunanistan kalıyor.
Seçim sürecine girdiğimizi söyleyebileceğimiz bu dönemde ve seçimlere kadar iktidarın Kürtlere, kadın hareketine, Gezi üzerinden tüm muhaliflere yönelik saldırılarının yoğunlaşacağı, ekonomik çöküş nedeniyle nüfusun büyük çoğunluğunun açlık sınırının altına itileceği görülüyor. İçerde ve dışarda toplumlar ve halklar arası barışı önceleyen, ezen ve ezilen ayrımı üzerinden bir mukavemet hattının inşası için ekonomik, siyasi, toplumsal tüm koşullar mevcuttur. Devrimciler, sosyalistler, demokratlar, emekten ve yaşamdan yana olan hak savunucuları olarak bir araya gelmek, birlikte mücadele etmek dışında bir seçenek olmadığı da hepimizin ortak tespitidir. Ne yapmalı sorusuna yanıtımız olduğuna göre, nasıl yapmalıyı da konuşmak için daha fazla gecikmemek ve bir araya gelmek zorundayız.