Saray/AKP/MHP iktidarının izlediği politikaların başta yoksulluk olmak üzere, demokratik hakların baskılanması, örgütlenme özgürlüğünün ortadan kaldırılması, iktidar bileşenlerinin dini, siyasal, ideolojik tercihlerinin yaşamın her alanında dayatılması, yargının iktidarın sopasına dönüştürülmesi gibi çok sayıda unsur beraberinde gözle görünür bir hoşnutsuzluğu getirdi. İktidar özellikle yoksullukla ilgili hoşnutsuzluğu kabul etmeye başlarken diğer alanlara yönelik olarak ortaya çıkan tepkileri de ileri tarihlerde düzenlemeler yapılacağı sözleriyle geçiştirerek veya muhalefeti ve dış güçleri suçlayarak geçiştirmeye çalışıyor.
İktidarın asıl korkusunun hızlı yoksullaşmanın yaratacağı tepkiler olduğu açıktır. Hala daha birinci parti olsa da günden güne seçmen desteğini kaybettiğinin, hem cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmanın hem de mecliste çoğunluğu sağlamanın olanaksıza yakın olduğunu gördüğünü düşünüyoruz. Bu nedenle Gezi Davası’nda yeniden yargılamalarla tutuklama çıkarılması, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun cezasının onanması, HDP’ye açılan kapatma davası ve fiili saldırılar, Tayyip Erdoğan’ın NATO’ya katılmayı düşünen Finlandiya ve İsveç’e yönelik sözleri, döviz ve enflasyondaki yükselişin sorumluluğunu kim oldukları belirsiz dış güçlere yıkma çabası yoksullaşma ve işsizlik karşısındaki tepkileri gizleme çabası olduğu açıktır.
Geçtiğimiz hafta iktidar açıkladığı bir paketle seçimlere kadar vaziyeti idare edecek, işlerin düzeleceği algısı yaratmaya dönük bir hamle yaptı. Halkın borçlandırılması, tasarruf olarak elinde tuttuğu altın ve dövizlerin bozdurulması hedeflenen pakette her zaman olduğu gibi inşaat firmalarına finansman desteği çıktı. 28.6.2021 tarihi ‘Baba, Oğul, Devlet’ başlıklı yazımızda; “Zamlarla, vergilerle, ‘bastırılmış’ enflasyon verileriyle halkın yoksullaştırılması yetmiyor ekonomiyi düzeltmeye. Beklenen dövizin gelmeyişi karşısında yurttaşların bankalardaki dövizi ‘kaynak’ olarak görülüyor. 2019 ve 2020’de dövizi yükseltmemek adına Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık rezervini eritip -60 milyar dolarlık açık yaratan Saray/AKP/MHP iktidarı şimdi de yurttaşın bankalardaki, yastık altındaki dövizini iç etme hesapları yapıyor.” yazmıştık.
İktidar özellikle 2022 yılı Ocak ayından itibaren dış kaynak bulmakta zorlandıkça farklı yollar ve vaatlerle yurttaşların elindeki birikimleri ellerinden almak için her yolu deniyor. Kur Korumalı Mevduat hesabı, yurtdışında yaşayan yurttaşların Bireysel Emeklilik Sistemine (BES) katılmaları gibi uygulamalardan beklediğini bulamayan iktidar 250 bin dolar karşılığı gayri menkul alan yabancılara aileleriyle birlikte vatandaşlık verilmesi uygulamasından sonra yabancıların 500 bin dolar karşılığında BES’ne girmeleri karşılığında vatandaşlık verileceğine ilişkin düzenleme de resmi gazetede yayımlandı. İktidar döviz bulabilmek uğruna böylesi hamlelerle ülkemizin kara para aklama merkezine dönüşmesini de sürdürmekte kararlı olduğunu göstermiş oldu.
Açıklanan son paketin en çarpıcı yanının yoksulluk sınırı altında ücrete sahip olanların açıklanan krediyi almalarının da ödemelerinin de mümkün olmadığıdır. İktidar ‘herkesi konut sahibi yapacağız’ derken söz konusu kredilerin bir ömür bile çalışılarak ödenemeyeceği gerçeğini gizlemeyi tercih ediyor. İş güvencesinin ortadan kalktığı, yüksek enflasyon nedeniyle gelecek kaygısının arttığı koşullarda bu yolla konut almaya girişenlerin ellerindeki birikimleri de yitireceği açıktır. İktidarın derdi önümüzdeki seçimleri atlatmak ve sermayeye kazandırmak olduğu için orta gelir grubunun tümüyle tasviye edilmesine yol açacak bu paketin aynı zamanda kredi genişlemesi, konut fiyatları ve kiralardaki artışla enflasyonu artıracak olmasını da umursamamaktadır. Daha doğrusu sermaye lehine bir tercih yapmaktadır.
Hazine ve Maliye Bakanı’nın ‘Birlikten Berekete Kazanan Türkiye’ başlıklı enflasyonla mücadele kampanyasına yönelik olarak patronların harekete geçerek ilanlar vermesi, üretim ve istihdam rekorlarından söz etmesi, Nureddin Nebati’nin sermaye temsilcileriyle yaptığı toplantılara sermayenin destek vermesi yapılacak olanların sonuçlarını bugünden göstermektedir. ‘Devlet- millet kucaklaşması’ diyerek iktidara destek veren sermayenin geçtiğimiz yıl ihracat rekorları kırdığı, servetlerini katlayarak artırdıkları buna karşılık çalışanlara sefalet ücretlerini dayattıkları unutulmamalıdır. Ekonomik, siyasal, sosyal kriz koşullarında milleti anımsayanlara verilecek en iyi yanıt; yaşamın her alanında hakkımızı almak için örgütlenmek, bir mukavemet hattı inşa etmektir.
İktidara ve sermayeye de sözünü ettiğiniz millet kimdir diye sormalıyız. Açlık sınırının 6 bin tl’ye dayandığı koşullarda 4.250 TL’ye mahkum edilenler, sendikal örgütlenme hakları fiilen yok edilen çalışanlar, her gün öldürülen kadınlar, iş cinayetlerine kurban edilen işçiler, yoksulluk nedeniyle eğitim hakları elinden alınan öğrenciler, EYT mağdurları, emekliler, siyaset yapması engellenen Kürtler sözü edilen millete dahil midir? Neden açlık sınırı altında olanların, öldürülenlerin, baskı altında tutulanların şükretmeleri isteniyor da çok kazananların şükretmesi istenmiyor? Neden şükür etmeyi paylaşıyoruz da bereketi paylaşmıyoruz? Sorularını görünür kılmak ve örgütlemek zorundayız.
Kuşkusuz geçtiğimiz haftanın en önemli olaylarından biri CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun dokuz yıl önce yazdığı bir tweet nedeniyle ceza alması ve siyasi yasaklı duruma düşmesi, ardından da CHP’nin milletvekilleri ve İstanbul örgütleriyle tam kadro İstanbul’a gitmeleriydi. Fakat bundan daha önemli gelişme CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun SADAT’a gitmesiydi. Rejimin bugünlere gelmesinde, içerde ve dışarda yaptığı birçok işte doğrudan rolü olduğu düşünülen SADAT’a gidilmesi, burada ‘gayri nizami harp’ vurgusu yapılarak olası tüm provokasyonlardan sorumlu olacağının vurgulanması ve 7 Haziran-1 Kasım seçimleri sürecinde yaşananların tartışmaya açılması sistemi oluşturan güç odakları arasındaki kavganın büyüme olasılığını da göstermektedir. Hatırlanacağı gibi önce Sedat Peker ifşalarında SADAT’la yaptığı işleri, Suriye’deki operasyonları anlatmış, son olarak Ümit Özdağ da geçtiğimiz hafta Süleyman Soylu’nun 7 Haziran-1 Kasım benzeri bir süreç planladığını ve suç duyurusunda bulunacaklarını söylemişti.
Görünen odur ki iktidar olağan yollarla, yaratmaya çalıştığı algılarla seçimi kazanamayacağını gördükçe devlet gücünü de kullanarak her yolu deneyecektir. Gezi Davası’nda verilen tutuklamaları, Canan Kaftancıoğlu’na verilen ceza, HDP’ye yönelik baskıların artması ve kapatma davası, birçok kente festivallerin ‘dini- kültürel’ değerler gerekçesiyle yasaklanması, kadın bedeni üzerinden başlatılan tartışmalar, en basit hak taleplerinin baskı ve şiddetle bastırılması gibi veriler önümüzdeki günlerde gerginliğin iktidar eliyle yükseltileceğinin işaretleri olarak görülmelidir. Bunlarla birlikte Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın siyasi temsilcisi olduğu ırkçılığın sokağa yansıması, son olarak Trabzonspor’un şampiyonluk kutlamasına davet edilen Yunan sanatçı Matthaios Tsahouris’in konserinin iptal edilmesi örgütlü ve birleşik bir sokak muhalefetinin zorunluluğunu göstermektedir. Çözümünü sandığa ve iktidarın aracına dönüşmüş kurumların inisiyatifine havale edilmesi yaşanan gerçekliği görmemek anlamına gelmektedir.
NATO, SAVAŞ, GIDA KRİZİ
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılma isteklerini açıklamalarının ardından Tayyip Erdoğan Cuma namazı çıkışı terör örgütlerine destek vurgusu yaparak, ‘Türkiye olarak sıcak bakmıyoruz’ demesinin ardından içerde yandaş basın ‘veto’, dışarda ise ‘iktidarın iç politika hamlesi’ değerlendirmeleri yapıldı. Saray/AKP/MHP iktidarı NATO’nun genişlemesini veto edecekmiş gibi yaparak Rusya’ya ‘iyi ilişkiler’ mesajı gönderirken başta ABD ve NATO üyesi ülkelere de ‘benimle çalışmaya devam edin’ mesajı vermektedir. Elbette iktidar başta ekonomik talepler olmak üzere Ortadoğu politikalarında pazarlık etmeyi, buradan iç siyasette de kullanabileceği bir çıktı sağlamayı düşünüyor olabilir. Batılıların ‘şark kurnazlığı’ olarak görmeleri de bu yüzdendir ki iktidarın bu tür hamlelerinin artık bir anlamı olmadığını tüm dünya biliyor. Özellikle ekonomi ve üretimin dışa bağımlı olduğu, ciddi döviz sıkıntısı yaşandığı dikkate alınırsa böyle bir restleşmeye ve NATO üyeliklerini veto etmeye gücünün olmadığı görülecektir.
Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaşın en büyük etkisinin enerji ve gıda alanlarında olduğu, bu etkinin savaşın uzamasıyla birlikte giderek artacağı görülüyor. Bir yandan ABD ve AB’nin zorlamalarıyla ülkelerin Rusya’ya yönelik ambargolara katılmaları istenirken, bir yandan da ortaya çıkacak enerji ve gıda arzının nasıl giderileceği tartışılıyor. Batının bu hamlelerine karşılık olarak da Rusya enerji ihracatında ödemelerin ruble ile yapılması şartıyla, doğalgazı kesme tehdidiyle karşılık veriyor.
Mayıs ayının ilk haftasında BM Güvenlik Konseyi Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının savaş ve işgal gibi sözcükler kullanılmadan ‘operasyon’ olarak değerlendirilmesi uluslararası ilişkiler açısından Rusya’nın (şimdilik) istediğini aldığını gösteriyor. Macaristan’ın Rusya’ya Ruble ile ödeme yapmayı kabul etmesi, Almanya’nın Rus gazına ambargo uygulaması durumunda ekonominin duracağına yönelik endişeleri, Çin batıdan gelen baskılara karşı ‘1999’da Yugoslavya’da diplomatik misyonumuza yapılan NATO’nun barbarca saldırısını unutmadık’ açıklaması, Hindistan’ın ambargolara katılmaması gibi gelişmeler yeni dengelerin habercisi olarak görülüyor.
Fakat emperyal güçler ve küresel sermaye arasındaki bu çatışmalar enerji fiyatlarının yükselmesi, tüm dünyada gıda krizi yaşanması gibi sonuçları beraberinde getiriyor. Dünyanın birçok noktasında savaşlarda, çatışmalarda yoksullar, cepheye sürülenler yaşamlarını kaybederken, sağ kalanlar açlıkla, yoksullukla boğuşuyor. Dünyanın en büyük tahıl üreticilerinden olan Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan savaşla tedarik zincirleri ortadan kalkarken, mart ayında yaşanan kuraklık ve gelecekteki fiyat şokları ve gıda güvenliği nedeniyle Hindistan tahıl ihracatına yasak getirdiğini duyurdu.
Saray/AKP/MHP iktidarı yıllardır uyguladığı ve küresel şirketlerin çıkarını gözettiği tarım politikalarının sonucu olarak Türkiye’yi buğday ithalatçısı konuma soktu. Nitekim geçtiğimiz nisan ayında iktidar Çin, İran, Bosna Hersek, Hindistan gibi ülkelerle buğday ithalatı için görüşmeler yapmıştı. Yılbaşından küresel pazarda %40 artan buğday fiyatı ve Hindistan’ın ihracat yasağı birlikte düşünüldüğünde önümüzdeki günlerde buğday ve yan ürünlerinin fiyatlarının daha da artması kaçınılmazdır. 2021 yılında tüm dünyada 193 milyon insanın yeterli gıdaya ulaşamadığı dikkate alınırsa bu yıl çok daha fazla insanın doğrudan açlık tehlikesi yaşayacağı açıktır.
Tüm bunlara ABD’nin enflasyonla mücadele için faizleri artırması, talebi düşürmeye yönelik politikaları eklendiğinde Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere döviz sıkıntısı yaşayan, ithalata dayalı büyüyen ülkelerin finans kriziyle birlikte artan döviz kurları ve dış borçları nedeniyle derin bir yoksulluğun ortaya çıkacağını beklemek gerekiyor.
Tüm koşullarda savaş karşıtı, gelirde adaletin savunulması, üretimin desteklenmesiyle birlikte sağlığın, gıdanın, eğitimin, barınmanın ticari meta olmaktan çıkarılması için tüm mücadelelerin ortaklaştırılarak bir mukavemet hattı kurulması yolunda adımlar atmamız zorunludur. Saray/AKP/MHP iktidarının sermaye yanlısı, her şeyi ve her alanı sömürüye açan politikalarına karşı emeğin önceleyen, tüm yaşam alanlarını kapsayan, zamanla bilincini ve kültürünü de örgütleyen böylesi bir mukavemet hattı sermaye düzenine karşı direnmenin ve bu düzeni al aşağı etmenin tek yoludur.