Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası faiz oranını %14’ten 13’e düşürerek Saray/ AKP/ MHP iktidarının halkı yoksullaştırarak sermayeye kaynak aktarımının süreceğini bir kez daha teyit etmiş oldu. TÜİK’e göre %80’e çıkmış olan enflasyon, dövizdeki yükselişin sürmesi gibi en temel ekonomik göstergelere rağmen faizi artırmak ve kalıcı çözümler üretmek yerine faizi düşürmek iktidarın kimden yana olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Seçim sürecine girdiğimiz ve her hamlenin seçmenleri de dikkate alınarak yapıldığını düşünürsek, özellikle Sarayın faiz kararını savunmak için ‘Nas bu’ çıkışı sonrası bir yılı aşkın süredir Merkez Bankası politika faizinin düşürülmeye devam edilmesi yoksul halk kitlelerinin soyulmasını beraberinde getirdi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre bankacılık sektörü bu yılın ilk altı ayında ortalama %400’ü aşan oranda kar etmiş durumdadır. BDDK’na göre kamu bankalarının ilk aylık karları %800’ün üzerindedir. Bankalar Merkez Bankası’ndan düşük faizle sağladıkları kaynakları halka verdikleri bireysel kredi, tüketici kredisi, konut kredisi, taşıt kredisi gibi kredilere uyguladıkları yüksek faizle yalnızca aracılık faaliyetiyle bu yüksek kar oranlarına ulaşmışlardır. Tam olarak söylemek gerekirse bu Saray/ AKP/ MHP iktidarının kontrolündeki devlet kurumları aracılığıyla halkın soyulması, sermayeye kaynak aktarılmasıdır.
Faize nas gereği karşı olduğunu söyleyen iktidara başta kamu bankaları olmak üzere bankacılık sektörünün nasıl olup da Merkez Bankası’ndan düşük faizle aldıkları parayı yüksek faizlerle halka verdilerini sormamız gerekiyor. Bu kadar da değil, sermayeye düşük maliyetle kaynak aktaran iktidar sermayeye aktardığı kaynağı iç borçlanma, dövizle borçlanma gibi yollarla geri alarak ayrıca kaynak aktarmaktadır. İç borçlanma faizinin %20’lerin üzerinde, dövizle borçlanma faizinin %10’lar seviyesinde olduğu düşünülürse, dövizin yükselmesini önlemek amacıyla başlatılan Kur Korumalı Mevduat uygulaması ve döviz satışları da eklendiğinde vergilerimiz de sermayeye aktarılıyor.
Son kararla iktidar kredilerde bazı kısıtlamalara gitmekle birlikte başta inşaat sektörü olmak üzere işsizliği ertelemeye, seçimlere kadar büyüme görüntüsünü korumaya yönelik adımlar attığını söylemek mümkündür. Yapılmak istenen ekonomi düzeliyor propagandasıyla seçime girmektir. 2023 yılı için asgari ücrete, emekli maaşlarına ve kamu çalışanlarına yapılacak zam oranının en az enflasyon kadar olması ve bu algıyla seçmen kararının etkilenmesi hesabının yapılacağı açıktır. Ülkemiz dahil birçok ülkede halkın ücret artışlarını daha çok önemsediği ve kararlarında etkili olduğu deneyimlerle biliniyor.
Bu noktada sosyalistler, devrimciler, emekten yana olanlar ve yaşam savunucuları olarak iktidarın bu algı yaratma girişimlerini anlatmaktır. Geçmiş yıllara göre alım gücü ve yaşam standardı karşılaştırmaları, iktidarın yirmi yıldır tek başına ülkeyi yönetmesi, kamu hizmetleri başta olmak üzere temel tüketim ürünlerine yapılan zam oranları gibi basit göstergeleri görünür kılmalıyız. Asgari ücretle çalışan sayısındaki artış, hemen hemen tüm çalışanların yoksulluk sınırının altında ücrete düşürülmüş olması gibi somut gerçekleri anlatırken bunun siyasal ve sendikal yanlarını bugünden örgütlemek, her yazımızda belirtmeye çalıştığımız ortak mukavemeti bunları da kapsayacak biçimde yaratmak zorundayız.
SAĞLIKTA KRİZ SÜRÜYOR
Bir yılı aşkın zamandır çeşitli yazılarımızda değindiğimiz sağlık alanındaki kriz katlanarak büyüyor. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ve yurtdışına giden doktorlar nedeniyle daha görünür olan sağlık alanındaki krizin bir ayağı da hastaların bir çok ilaca ulaşmakta zorlanması veya bulamamasıdır. 18.10. 2021 tarihli ‘Millet Değil Yandaşlar Yiyor’, 15.11.2021 tarihli ‘Cezası Neyse Veririz’, 20.6.2022 tarihli ‘Kriz Halkın Krizi’ yazılarımızda bu konuya değinmiştik.
İlaç Fiyat Kararnamesi’ne göre belirlenen ilaç fiyatlarının döviz kurunun çok altında olması nedeniyle ithal edilen ilaçların bir kısmı hiç bulunamıyor. İlaç tedarikçileri ve eczaneler zarar ettikleri için ithal ilaçları getirmezken, Sağlık Bakanlığı sorumluluk almak, görevini yapmak yerine ilaç depolarını ve eczaneleri suçluyor. 15.11.2021 tarihli ‘Cezası Neyse Veririz’ başlıklı yazımızda 650 ilaca ulaşılamadığını belirtmiştik; şu an 900 dolayında ilaca bulunamıyor. Aralarında kalp, şeker, kanser vb. hastalıkların ilaçları dahil yaşamsal önemdeki ilaçların iktidarın kur politikası ve İlaç Fiyat Kararnamesi nedeniyle bulunamaması iktidarın sağlık politikasına yaklaşımını da göstermektedir.
Ortalama her gün yedi doktorun ülkeyi terk ettiği, sağlıkta şiddetin durdurulmadığı, sağlık çalışanlarının itibarsızlaştırıldığı, hastanın müşteri olarak görüldüğü, tedavinin en önemli parçası olan ilacın karşılanmadığı bu sağlık düzeni ve bu düzenin sorumlusu iktidar halk sağlığı sorunudur. Tüm haklarımız ve özgürlüklerimizle birlikte sağlık hakkımızı da savunmak ve korumak için bu düzenden ve iktidardan kurtulmamız gerekiyor.
YANIT VE ÇÖZÜM SOKAKTA
Ülkemizin birçok kentinde işçiler, kamu çalışanları, yaşam savunucuları, yoksullar, kentsel dönüşüme karşı haklarını ve sokaklarını korumaya çalışanlar talepleri için sokağa çıkıp mücadele ediyor. Ocak- Mart dönemindeki gibi bir dalgaya dönüşmemiş olsa da yol sonuna doğru barınamıyoruz, geçinemiyoruz diyenlerin daha yoğun olarak sokağa çıkmaları olasıdır. Şu an Amazon Depo’da, Finans Merkezi Şantiyesi’nde, Atışkan Alçı’da, Standart Profil’de, EFT Tekstil’de, Ece Seramik’te, Techomix’te, Dyo Boya’da, Samsun Tekel’de, Pulver Kimya’da, İzmiz BB’de, Termokar’da, Afşin Elbistan Termik Santrali’nde vb. onlarca işyerinde insanca yaşayacak ücret talebiyle süren eylemler iktidara ve sermayeye verilecek yanıtın ipuçları olarak görülmelidir.
Bunlara Tozkoparan’da, Fetihtepe’de kentsel dönüşüme karşı sürdürülen direnişi, Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektör atanması sonrasındaki gelişmelere karşı iki yola yakın zamandır süren direnişi, öğretmenlerin meslek kanununa karşı ülke genelinde sürdürdükleri eylemleri, taşeron belediye işçilerinin kadro talepleri için sokağa çıkmalarını, ülkenin değişik kentlerinde devam eden çevre eylemlerini vb. eklediğimizde önümüzdeki günlerin muhalefet dinamiklerini ve alanlarını da görmek mümkündür.
Siyasetin büyük ölçüde seçime odaklı hale geldiği, ittifak ve ortaklıkların, her söz ve eylemin seçim düşünülerek yaşama geçirildiği dikkate alınırsa sokağın ihmal edildiği veya yeterince öne çıkarılamadığını, tüm bu eylemlerin birbiriyle ilişkisinin kurulamadığını söyleyebiliriz. Seçimler ve seçimlere yönelik politikalar, ittifaklar önemli olmakla birlikte bizim asıl önceliğimizin seçimler sonrasını da kapsayacak bir mukavemet, bir direniş koalisyonu olduğu açıktır. Çünkü seçimlerin sonucu ne olursa olsun sol- sosyalist- halkçı bir iktidar dışında tüm seçeneklerin elinde bir acı reçeteyle karşımıza çıkacağı ortadadır. Bu nedenle örgütsüz ve bu düzenden hoşnut olmayan halk kitlelerini de kapsayacak, temel sorunlara karşı ortak mukavemeti önceleyen, çözüm önerileri ve program üreten ve bunu sokakta halkla buluşturan birlikteliklere ihtiyaç bulunmaktadır.
Böyle bir birliktelik yalnızca iktidarın yoksullaştırma politikalarına karşı değil, halkı etnik, dinsel, cinsel, mezhepsel vb. kimliklerle bölme, zaman zaman birbirine karşı düşmanlaştırma politikalarına karşı da direnç oluşturacağı unutulmamalıdır.
İSRAİL DE TAMAM, SURİYE YAKINDIR
Geçtiğimiz hafta İsrail ve Türkiye’nin karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atayacakları haberi Saray/ AKP/ MHP iktidarının dış politikadaki dönüşün son halkasını oluşturdu. Önce FETÖ darbe girişiminin finansörü olmakla suçladıkları BAE, ardından Cemal Kaşıkçı cinayetinin azmettirici olmakla suçlayıp, katil dedikleri Suudi Arabistan Prensi’yle barışılmıştı. Ardından İsrail ve Mısır’la da barışmanın yollarının arandığı haberleri yapılmış, son olarak Suriye ile Dış İşleri Bakanları’nın ayaküstü görüştüğü, istihbarat birimlerinin temasının olduğu belirtilmişti.
İsrail ile ilişkilerin yeniden kurulmasının iktidar açısından çok kritik ve dönemsel fayda beklentisi yüksek bir hamle olduğu açıktır. ABD ile ilişkilerin düzeltilmesinden Rusya’ya uygulanan ambargo nedeniyle Ortadoğu gaz ve petrol geçiş güzergahında bulunmamıza, BAE ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerinin İsrail ile kurdukları ilişkiye, İran’a karşı Türkiye’nin denge unsuru olarak İsrail’in (batının) yanında tutulmasına kadar çok sayıda sebep sayılabilir.
2014 yılında Tayyip Erdoğan’ın bir daha İsrail’le ilişki kurmayacağına, görüşmeyeceğine dair sözleri de unutulmuş veya bugün için önemini ve anlamını yitirmiş durumdadır. Oysa büyükelçi atamalarının yapılacağının duyurulduğu sırada İsrail Filistin topraklarına yönelik operasyon yapıyordu. Bu konuyu 21.02.2022 tarihli, ‘Yarınlarımız İçin’ başlıklı yazımızda yazmış, 03.5.2022 tarihli ‘Sömürüye, Baskıya, Savaşa Karşı’ yazımızda da “Suudi Arabistan’dan sonra Mısır ile de ilişkilerin düzeltilmesinin tartışıldığı bir dönemde iktidarın Müslüman Kardeşleri terk etmesi işaret fişeği olarak görülebilir. Tayyip Erdoğan’ın “İsrail’le bile görüşüyoruz, Mısır neden olmasın” sözü de bunu gösteriyor.” demiştik.
Genel olarak Suriye ile ilişkilerin düzeltilmesinde Putin’in etkili olduğu düşünülse de Arap ülkelerinin Suriye ile ilişkilerini düzeltmeye başlamalarının, İran’ın Suriye’ye yakınlığı, Suriye’deki dinci militanların Suudi Arabistan, Mısır ve BAE tarafından da tehdit olarak görülmesi gibi unsurları unutmamak gerekiyor. Mısır’la alt düzeyde ilişki kurma girişimi öncesinde Müslüman Kardeşler’in Türkiye’deki faaliyetlerinin sınırlandırılmasını bu nedenle anımsatma gereği duyduk. Benzer bir durum Filistin’de Hamas’ın terk edilerek Filistin Yönetimine yaklaşılması biçiminde yaşanmıştı.
Türkiye’de Saray/ AKP/ MHP iktidarı, diğer ülkelerde bir avuç azınlığın iktidarları ve tümünde sermayenin çıkarları için en temel insani hakların, yaşama hakkının bile yok sayıldığı bir dönemde ve coğrafyada halkların kardeşliğini savunmak hepimiz görevidir. Emek sermaye çatışması ve emperyalizme karşı mücadele esastır; halkları birbirine kırdıran politikaları reddetmek, içerde ve dışarda barışı savunmak insani, vicdani ve devrimci bir sorumluluktur.
İktidarın dış kaynak bulmak ve seçimleri kazanmak için bu kaynakları kullanmak istediğini görüyoruz. Halkları yok sayan, iktidar uğruna milyonlarca insanın ölümüne, mülteci/ göçmen durumuna düşmesine neden olanların tüm hamlelerinin iktidar ve sermaye için olduğu gerçeği insana, halklara karşı bakışı da göstermektedir. Dolayısıyla iktidara karşı verilecek mücadele aynı zamanda bir barış ve halkların kardeşliği mücadelesidir.