iş kazalarına, bu kazalardaki ölümlere karşı çıkanlara
öldürülmekten, tacizden, “sıradaki en miyim?” diye düşünmekten yorulan, yaşamın her alanında ayrımsız eşitlik ve adalet isteyen kadınlara…
yaşanabilir, asgari gereksinimlerini karşılayabilecek ücret isteyenlere…
hastane kapısında beklerken yakınlarını yitirip isyan edenlere…
kentsel dönüşüm politikaları sonucu kentin dışına atılıp, zorla toki’nin müşterisi olmaya itiraz edenlere…
bölgesel-ekonomik-sosyal-siyasal eşitsizlikler sonucu eğitimden, sağlıktan, kültürden, ulaşımdan, gelirden payını alamadığı için sistem eleştirisi yapanlara…
kul olmamakta, yazgısına boyun eğmemekte direnip “bu kara yazı hep yoksullara mı?” diye soranlara…
sendikasıyla, demokratik kitle örgütleriyle, partileriyle var olan duruma ve gidişata karşı çıkıp, emekten yana politikaları savunanlara…
adı sanı bilinmediği, sırtını dayayacağı kimsesi-kurumu olmadığı için sokak ortasında öldürülmeye karşı çıkanlara…
doğduğu topraklarda dedesinden babasından miras aldığı doğal kaynakları gelecek kuşaklara aktarmak isteyenlere…
sistemin (iktidarın) borazanlığını yapmadığı için ve onurunu korumak adına bilime-sanata sahip çıkan aydınlara, bilim insanlarına…
kişi başı “8.600 dolar” olan ulusal gelirin dağılımında hiç olmazsa devlet kurumlarının açıkladığı yoksulluk sınırının dikkate alınmasını isteyenlere… karşı geliştirilen fiziki şiddetle, medya dayatmalarıyla, aşağılamalarla, yaşam alanlarını dar etmeyle, ezenlerin yanında durmakla, öldürmelerle, tutsak almalarla… diyorlar ki bize haddini bil yoksul !!
haddimizi bilmeyeceğiz, hakkımızı biliyoruz
bu topraklara doğmaktan kaynaklı haklarımızın olduğunu biliyoruz. kabul edip etmemek tartışılacak bir durum değildir… üretilen ve yaratılan tüm değerlerin bizim ellerimizden çıktığını biliyoruz. servet denilen şey emekle var olan, dünden bugüne tüm insanlığın ortak mirası olan bilginin ürünü olduğu gerçeği iktidar ve güç ilişkileriyle değiştirilemez. (insanlık dönemsel yenilgilerine rağmen bu kavgadan vazgeçmiş veya vazgeçecek değildir).
haddimizi bilmeyeceğiz, direnenleri biliyoruz
10 Mart 1965’te Zonguldak maden işçileri üretim karşılığı verilen primlerin yöneticiler, sendikaya yakın kişiler arasında pay edildiğini öğrenince önce Gelik İşletmesi’nde sonra da tüm işletmelerde ayaklandılar. kenti ve madenleri yöneten kamu yöneticileri haksızlığı gidermek yerine işçilerin karşısına karada kolluk güçlerini, denizde hücumbotları, havada savaş uçaklarını çıkardılar. Zonguldak bu ülkenin bir kenti değil de devletin fethe çıktığı bir kentti…
madenci direnişinin yoğunlaştığı Kozlu İşletmesi işçileri hakları olan primler ödenmeden, yöneticilerin kötü uygulamaları son bulmadan, gruplu işçilerin (1 ay çalışıp 1 ay dinlendirilen işçilerin) sorunları çözülmeden, iş yasasında çalışma düzenine uygun çalışma koşulları sağlanmadan madene girmemekte kararlı olduklarını belirttiler.
12 Mart günü kenti ve ülkeyi yönetenler haksızlıkları gidermek ve sorumluları uyarmak yerine güçlerini işçilere zor kullanarak gösterdiler… bunun sonrasında iki maden işçisi Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar öldürüldüler…
iktidar ve kentin yöneticileri haklarını isteyen işçilerin ayaklanmasını “dış tahrike” bağlamıştı. öyle ya; “cahil”, “köylü”, Osmanlı’dan bu yana yıllarca devletin tüm gücünü ensesinde görmüş maden işçileri böyle bir haddini bilmezlik yapmazlar, yapamazlardı!!!
sonra devlet işçilerin tüm taleplerini kabul etti… Soma’ya, Ermenek’e ne kadar benziyor değil mi? iktidar, yerel idareler, patronlar herkes ama herkes işçilerin haklı olduklarını o zaman da biliyorlardı, şimdi de biliyorlar. işçiler söylendiği gibi tahrikle ve hakları olmayan bir şey için ayaklanmış olsalar, yollara düşmüş olsalar “tamam, taleplerinizi kabul ediyoruz” derler mi?
bizim sormamız gereken sorulardan biri “hakkımız olanı vermeniz için içimizden birilerinin canını almanız mı gerekiyor” olmalıdır… bir diğer soru da “kanun, yönetmelik, düzen denilen şey hep işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin, ‘öteki’lerin haklarının yok edilmesi için mi vardır?” olmak zorunda…
bir belgesel çalışması nedeniyle Satılmış Tepe’nin köyüne gitmiş ve arkadaşlarıyla konuşmuştuk… “mertti, yiğitti; ama çok ataktı… haksızlığa gelemezdi…” diye anlattılar. mezar taşına ölüm tarihinin 1 Ocak olarak yazıldığını görünce sendika yöneticilerine 12 Mart olarak düzeltilmesi, Zonguldak Maden Şehitleri Anıtı’na bu iki madencinin adlarının eklenmesi gerektiğini söylemiştik… anıta adları eklendi mi bilmiyorum. ancak sendika son yıllarda 10-12 Mart 1965 madenci direnişi ve Satılmış Tepe ile Mehmet Çavdar’ı anmaya başladı…
işçi sınıfı savaşımında öldürülen ilk işçiler olan Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar ile birlikte emek, eşitlik, özgürlük, adalet savaşımında yaşamlarını yitirenleri, sömürü düzeni karşısında ‘haddini bilmeyenleri’ saygıyla anıyorum…
acı içinde insanlar
gün içindekiler dönüyor kafamın içinde
dün içindekiler çıkıp geliyor sonra
ölümler, ayrılıklar, kayıplar, mülteciler
kadınlar sonra işçiler, ve işçi çocuklar
geceler de gündüzler gibi iyi değil
biliyorum acı içinde kıvranıyor insanlar