Bugün ortalama bir insanın ruh hali kabaca şuna benziyor: Baş aşağı duruyor, midesi bulanıyor ve piyasanın ve toplumsallığın tüm merkezkaç kuvvetleri onu her yöne savuruyor. Şimdi bu savrulmanın tam ortasında duran kişiye, «Giyotin altında bile moralinin iyi olması için iyi sebepler var» diyenler, sosyal alt yapısı olmayan bir umut pompalayarak «yıkıcı bir iyimserliğe» neden oluyorlar.
Kongre Binası baskını Trump’ın başkanlık döneminin en şerefsiz doruk noktasına işaret etti. Seçim yenilgisi nedeniyle zaten siyasi meşruiyetini çoktan kaybetmiş olan başkan, neo liberal demokrasiye son kıvılcımı çarşamba günü çaktı.
Ama neo liberal demokrasinin otoriter sapmaları kontekstinde tek kundakçı o değildir.
Kongre Binası baskını sırasında polisin son derece kötü bir izlenim bıraktığı söyleniyor. Siyasi gözlemciler, güvenlik güçlerinin yaklaşan tehlikeyi görmezden geldiği konusunda aynı kanıyı paylaşıyorlar.
Seçimi, ülke tarihindeki en yozlaşmışı seçim olarak niteleyen Trump, “Yenilgiyi asla kabul etmeyeceğiz, hırsızlık olursa pes etmeyeceksin.” diyerek iyice vites yükseltmişti.
Destekçilerinin birçoğu bu söylemi, şiddet eylemleri sırasında işleyecekleri olası suçlar için bir çeşit “Omo bileti” olarak gördü.
“Omo bileti” burada suçtan muafiyet ve aklanmak için bir metafor olarak kullanılmıştır.
Trump yanlısı göstericilerin Kongre Binası’na girip kısa bir süre sonra binanın içini yağmaladığı çarşamba öğleden sonrasının dramatik saatlerinde, televizyonları başında neler olup bittiğini izleyen herkes muhtemelen kendine şu soruyu sordu: Dünyada en güçlü olduğu varsayılan devletin karargahına birkaç bayrak direği ve kalkanlarla saldırmak nasıl bu kadar kolay olabilir?
Ancak bence böyle bir soru, devletin güvenlik aygıtının politizasyonunu (siyasallaşmasını) göz ardı eden, birçok açıdan eksik ve yüzeysel bir sorudur.
Kongre Binası baskını, az gelişmiş bir ülkenin bilinen sahnelerinden bir potpuri sundu.
Kongre Binası’nın rahatsız edici görüntüleri, bir kaos çetesinin eylemlerinin ötesinde daha derin anlamlar barındırıyor.
Olayın arka planını bilenler, popülist otoriter siyasetçilerin koltuklarını kaybetmemek uğruna polisi ve orduyu nasıl siyasallaştırdıklarının bilincindedirler.
Başlarında boynuzlar ve çıplak göğüslerinin üzerindeki kürklerle Kongre Binası’na saldıranlar bana Viking yağmacıları izlenimi veriyorlardı.
Göz alıcı giysiler kuşanarak örgütlenen saldırganların, Kongre’ye saldırmayı muhtemelen çok önceden belirsiz sosyal ağlarda organize ettikleri düşünülüyor.
Baskın sırasında kasıtlı olarak parçalanan pencere camları muhtemelen hızla onarılacak. Fakat asıl soru, siyasi hasarın nasıl onarılacağı sorusudur.
Bu olaylardan sonra güven ve itibar kaybına uğrayan liberal demokrasinin kendini onarması muhtemelen yıllar alacak.
İtibarını korumak için Cumhuriyetçi Parti bile şimdi kendi başkanından kurtulmaya çalışıyor.
Kongre Binası baskınına Amerikan demokrasisinin çöküşü demek için henüz erken. Ancak kontrolün kaybedilmesi bir uyarı işareti olarak okunabilir.
Bu olay, tek şiddet monopolü olan devletin sınıfsal karakterini de deşifre etti. Temsil ettiği sınıfın çıkarlarını korumayı her şeyin üstünde gören burjuva devleti, popülist yöneticilerin otoriter sapmalarına karşı bağışık değildir.
Ülkemizde de güvenlik aygıtının siyasallaşmasına dair birçok örnek bulunuyor. Aslında güvenlik aygıtının siyasallaşmasının izlerini 1525 Yeniçeri Baskınlarına kadar sürmek mümkündür.
Mesela Madımak vakasında, Cuma namazından çıkan radikal İslamcı guruba henüz olayların başındayken polisin neden müdahale etmediği, kalabalık büyümeye başladığında müdahale için neden yetersiz sayıda asker gönderildiği, çevre illerden yardım isteme seçeneğinin neden kullanılmadığı, olayın doruk noktasında askeri birliklere neden çekilme emri verildiği sorularının tüm muhtemel yanıtları, kolluğun siyasallaşmasına dair anlamlar barındırıyor.
Örneğin katliamdan az önce Maraş’a, çok fazla milli piyango satıcısının gittiği ve daha sonra açığa çıkan belgelere göre bunların MİT’çi olduğu ve Alevi evlerini kırmızı boya ile işaretledikleri belirtiliyor.
Olayların büyümesi üzerine o zamanki Kahramanmaraş valisi Tahsin Soylu kente askeri güç gönderilmesini istemiş, ancak talebi uygun görülmemişti.
24 Aralık’ta saldırıların güvenlik görevlilerine yönelmesi üzerine, sözde halkla çatışmayı önlemek için kentteki bütün polisler görev dışı bırakılmıştı. Faşist saldırganlar bundan istifade ederek Aleviler üzerindeki baskılarını arttırmıştı.
Örneğin yakınlarının kanlı iç çamaşırlarını ve elbiselerini nezarethaneden sessizce alanlar, bu ülkede yıllarca “işkenceci polislerin” cezasızlığına tanık oldu.
Örneğin basın açıklaması yaparken linç girişimine maruz kalanlar ‘terör örgütü propagandası yapmaktan’ tutuklanırken, saldıran grupta yer alanlar tutuksuz yargılandı. Bu tür olaylarda saldırganları kışkırttıkları ileri sürülen polisler hakkındaysa kolay kolay soruşturma izni verilmiyor. Ya da memurlar orantısız, gülünç cezalarla kurtuluyorlar.
Örneğin 1955 yılının 6/7 Eylül olayları, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılması provokasyonuyla başlamıştı. Daha sonra Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından yerleştirildiği anlaşılmıştı. Oktay Ergin daha sonra emniyet genel müdürlüğü güvenlik dairesi başkanlığı görevi ile ödüllendirilmişti.
Aynı Oktay Ergin, kanlı 1 Mayıs 1977 toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.
Ali-İsmail ve Berkin ölümcül örnekleriyle kolluktaki siyasallaşmanın seyrini takip etmek mümkün. Ancak bu, çok daha derin ve kapsamlı bir araştırmanın konusudur.
Örneğin sürmekte olan Boğaziçi eyleminin, üniversitelere «kayyum» rektör atanmasının da ötesinde sembolik bir anlamı olduğu görüldü.
Eylem, kolluğun siyasallaşmasının geniş boyutlarını da ortaya çıkardı.
Üniversite kapısına takılan kelepçe semboliği, faşist baskılara direniş dışında bu eylemin bize açabileceği korkunç özel anlam ve alanları da gösterdi.
«Polisle halkı karşı karşıya getirenler utansın» diyenler, sermaye burjuvazisi devletinin polisiyle halkın, tarihin hiçbir döneminde yan yana gelmediğini unutmuş görünüyorlar.
Boğaziçi eyleminin arka planını anlamak, siyasal İslamcıların kaba pragmatizmini ve cehalet retoriğini sorgulamayı da gerektiriyor.
İktidarın hem bilim hem de kültür nefreti, siyasal İslamcıların esasen uygarlık karşıtı, karşı-aydınlanmacı, insanlık dışı itkisinden kaynaklanıyor.
Polisin öğrencilere sert müdahalesi, iktidarın, eğitimli gençlerin işsizliğini, herkesi nefessiz bırakıp boğuntu veren faşizan baskıların boyutlarını, gençlerin arasında yayılan gelecek perspektifi kaybını, kolluğun militanlaşmasını kabul etmekten aciz olan toplam sosyo-felsefi körlüğüne ve “koltuk fetişizmine” işaret ediyor.
En küçük bir protestoda üniversitelerin önüne polis ve TOMA yığmak, “Gezi mitinin” iktidarın uykularını kaçıran bir kâbusa dönüştüğünü de ortaya çıkardı.
AKP hükümetleri zamanında üniversitelerin sayıları arttırıldı. Ancak tarlaya dikilen yerleşkeler ve binalar, katma değere dönüşmeyen eğitim anlamına geliyor. Eğitimi bir TOKİ etkinliği olarak algılayan anlayış, ülkenin geleceğine katkı sağlamak bir yana, yeni üniversiteler açmakla kısıtlı kaynakların verimsiz harcanmasına yol açtı.
Özetle, «atama rektör» olayı, «politbüro» öznesini «ülkenin aydınlık geleceği» öznesinden önce kapan, nepotist- peronist, siyasal İslamcı paradigmaların barındığı, siyasallaşmış, nomenklaturacı burjuva devlet aygıtının gerçek yüzünü açığa vurdu.
Meşhur hikayedeki “sarı öküz”ü vermemek için tüm toplum kategorileri bu eyleme destek olmalı. Bu baskı bir yerden kırılmalı.
Kısacası, devletin kolluk güçlerinin siyasallaşması, arkasında yatan neden ne olursa olsun, Türkiye’nin çok kültürlü sosyal dokusu için büyük bir tehlike arz ediyor.
Toplumun kutuplaşması sürecinde negatif ayrıştırıcı işlevler üstlenen bu sorunun topyekûn çözümü, devletin temsil ettiği sınıfın değişmesinden geçiyor.
Kolluk güçlerinin halkın kolluk güçleri olmasının yolu, burjuva devletinin yapı sökümüne uğratılmasıyla yakından ilişkili bir olaydır.