Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Gülay Toksöz ile Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar

Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Gülay Toksöz’dü. Gülay Hoca’yla Dipnot Yayınları’ndan çıkan Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar kitabı üzerine sohbet ettik.

Gulay Toksoz Kitaba Dair

Mete Kaan Kaynar: Gülay Hocam, Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar başlıklı kitabınız Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle, böyle bir kitabı yayın dünyasına kazandırdığınız için teşekkür etmek istiyorum.  Göç, kadın ve sınıfsal ilişkilerin küresel bir perspektifte bir araya getirildiği gayet güzel bir çalışma olmuş. Çalışmanızı Berlin’de Hür Üniversite’de misafir araştırmacı olarak bulunduğunuz sürede hazırlamışsınız. Oldukça geniş bir materyalden yararlanmış olmalısınız. Çalışmanızı hazırlama sürecinizden ve kullandığınız arşivlerden bahsedebilir misiniz?

Gulay ToksozGülay Toksöz: Mete Bey, öncelikle programa davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Böylece kitabı ilginç bulup okumak isteyecek kişilere de biraz, dediğiniz gibi, geri plana dair bilgi verme imkânı sundunuz bana. Şöyle söyleyeyim, ben 1982 yılında Berlin’e gittim doktora tezi yazmak üzere. Aslında yapmak istediğim şey 1980’de yani Türkiye’deki 12 Eylül Darbesi öncesinde Türkiye’de işçi kadınlar ve sendikalardaki durumlarına ilişkin bir araştırmaydı. Ama malum sendikalar kapatıldı, faaliyetleri engellendi ve Türkiye’de bunu yapmanın koşulları kalmayınca, ben bu konuyu Almanya’da göçmen işçiler özelinde ele almaya karar verdim ve Berlin’e gittim, on yıl Berlin’de kaldım. O süreç içinde hem akademik anlamda hem gündelik hayatta göçmen işçi kadınlarla çok yakın ilişkilerim oldu. Dolayısıyla bu yazdığım kitap, o zaman yazdığım doktora tezinin ki başlığı da “Sayımız Az Değil, Sesimiz Çok Çıkıyor” gibi kabaca çevirebileceğim, sendikalarda göçmen kadınlarla ilgiliydi. Fabrika işçiliğinden başlayıp günümüze gelene kadar geçen yaklaşık altmış yıllık dönemde göçmen kadın emeği nasıl kendi içinde bir değişim ve dönüşüm geçirdi? Buna bakmak istedim ve buna bakma fırsatını da 2019 yılında bir yıl araştırmacı olarak bulunduğum Berlin kentinde tekrar elde ettim. Bu benim için çok büyük bir şanstı. Şunu söyleyeyim, bu yıl aslında Almanya’ya işçi göçünün altmışıncı yılı: 1961 yılında ikili işçi alımı sözleşmesi imzalanmıştı Türkiye ve Almanya arasında. Bir anlamda da o süreç içinde Türkiye’den giden, uzun yıllar çalışan, emek harcayan, yaşamlarını orda sürdüren ya da kaybetmiş olan insanların anısına bir ithaf gibi düşünülebilir bu çalışma. Ama ondan ibaret değil, yani ben çalışma iktisatçısıyım, sosyal politikacıyım ve iş gücü piyasalarındaki değişimlerin makroekonomik politikalara bağlı olaraktan çalışma koşullarını nasıl etkilediğine ve işçilerin/emekçilerin bu süreçte kendi mücadeleleriyle o koşulları nasıl değiştirme çabası içinde olduklarına ışık tutmaya çalıştım. Aslında Berlin’e giderken kafamda edebiyatla sosyal bilimi bir arada yansıtabileceğim bir çalışma vardı, yani diyordum ki gidince Berlin’e oturayım, romanları, özellikle göçmenler tarafından yazılmış romanları, okuyayım; orda çalışma hayatının nasıl yansıtıldığına, kadınların nasıl yer aldığına bakayım ve biraz da bu kitabı, onun üzerinden kurgulayayım. Fakat ilginç bir şekilde şunu saptadım: Çalışma hayatını konu alan romanlar 1960 ve 70’lere ait. Sonraki dönemde daha çok orda yetişmeye başlayan genç kuşak göçmenler, çalışma hayatına eskisi kadar ilgi duymuyorlar. Onların ilgisini daha çok kimlik sorunları, çok kültürlü bir toplumda yaşama isteği ancak iki toplum arasındaki sıkışmışlık vb. konular çekiyor. Dolayısıyla bu niyetimden peyderpey vazgeçmek zorunda kaldım ama en azından çalışma hayatındaki deneyimlerini kadınların kendi dilinden aktarabilmek için bu konudaki sosyal bilim çalışmalarına da epeyce bir yer verdim kitapta.

Çalışmanızda kadınların işgücü piyasasındaki konumlarını, geldikleri ve bulundukları ülkelerin ekonomik, siyasal ve sosyal kültürel yapılarının, farklı bir ifade ile kapitalist ve ataerkil toplum yapılarının belirlediğini belirtiyorsunuz. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ise kadınların önce Batı Avrupa ülkelerine, sonra giderek Güney Avrupa ülkelerine olan emek göçlerini üç farklı döneme ayırıyorsunuz.   Kadınların göç deneyimleri, bahsettiğiniz bu faktörlerle nasıl şekilleniyor ve bu üç faklı dönemin temel farklılıkları nelerdir?

Siyasallasan Islamofobi
Eleştirel Güvenlik Ekolü Perspektifinden Anti-İslamizm, Lejand Yayınları.
Çalışma yazarın 2020 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nde yapığı yüksek lisans tezinin tıpkıbasımıdır. Tez, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmasına gerek duyulmadan kitaplaştırılmıştır. Çalışmanın temel iddiası Batı’da Soğuk Savaş döneminde mevcut komünizm tehdidinin, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle yerini İslam tehdidine bıraktığı, İslam’ın terörle ve güvenlik sorunuyla ilintilendirilmesinin temelinde bunun yattığı düşüncesine dayanmaktadır. Çalışma, Uluslararası güvenlik kavramının tarihsel gelişimi üzerinde duran ilk bölümle başlamaktadır. Bu bölümde yazar uluslararası ilişkiler teorilerinde güvenlik konusunun nasıl ele alındığını özetler. Bu bölümde ayrıca Müslümanların güvenlik sorununa nasıl dâhil edildiği de tartışılmaktadır. Yazar çalışmasının ikinci bölümünde Anti-İslamizm ve İslamofobi’nin temeli olarak Hristiyanlığın kendisini görür. İkinci bölümde ayrıca İslamofobi ve Anti-İslamizm ayrımı yapılmaya çalışılır. Üçüncü bölümde ise Galler Ekolü ve İslamofobi tartışmasına yer verilerek Anti- İslamizm çözümlemesine gidilmeye çalışılır. Çalışma ana fikrinin dayandığı temel varsayımlardan, konunun sınırlandırılmasına, kaynaklarının yeterliliğine kadar birçok açıdan sorunludur. İlkin, bir yüksek lisans tezinin üzerinde hiçbir ek çalışma yapılmadan kitaplaştırılması kendi içinde sorunludur. İkinci olarak, yazarın temel varsayımı, Batı’da Komünizm tehdidinin bitmesinden sonra bunun İslamofobi ile doldurulduğu düşüncesine dayanmaktadır. Böyle bir varsayım ileri sürülebilir elbette, ama hiç tartışılmadan doğruymuş gibi kabul edilerek böyle bir düşünce üzerine tez inşa edilemez. Şöyle ki, İslamofobi bir vaka olmakla birlikte onun Soğuk Savaş dönemindeki komünizm tehdidi yerine ikame edilmeye çalışıldığı tamamen yazarın tahayyülüdür; hiç değilse apriori kabul edilebilecek bir varsayım olarak ele alınamaz. Çalışmada Galler Ekolü’nün neden seçildiğine dair hiçbir metodolojik açıklama yer almaz. Çalışmanın kaynakları oldukça yetersizdir. Edward Said’in Oryantalizmi ve Huntington’un Medeniyetler Çatışması üzerinde başlıklar açan yazar, örneğin, bu iki konudaki ilgili kaynakları dahi okumaya gerek görmemiştir.

Aslında evreleri bölerken insan zihni daha çok tarihsel dönemler üzerinden ele alma eğilimi içinde oluyor. Ancak bu tarihsel dönemlere denk düşen toplumsal gerçeklikler de var yani ilk dönemi 1950’lerden başlatıp 1970’lerin sonuna kadar getirmek mümkün. Bu esas itibarıyla kol işçisi olarak ihtiyaç duyulan göçmen işçilerin Batı Avrupa ülkelerine getirildiği yıllar, 70’lerin ortasına kadar olan dönem diyeyim. Burada benim dikkatimi çeken, özellikle çok sayıda kadının, Almanya özelinde, bilhassa fabrikalara işçi olarak getirilmesi oldu. 60’ların sonunda Almanya’daki göçmen işçilerin %40’ı kadın yani yarıya yakın kadın işçi çalışıyor. Oysa göç araştırmalarında hep bir kalıp erkek işçi tipi var yani göç, göç etme kararı veren erkeklerin bir eylemi ve onlar fabrika işçisi oluyor, maden işçisi oluyor, inşaat işçisi oluyor. Kadınlar nerde? Kadınlar daha sonra onlara eşlik etmek üzere Almanya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye giden aile üyeleri şeklinde. Dolayısıyla benim tezimde özellikle dikkat çekmek istediğim husus, kadınların işçilik süreçlerine ve o süreçteki mücadele pratiklerine bakmaktı. Yalnız şunu belirteyim ki 70’lerin ortasındaki ekonomik krizle birlikte krizden çıkış için yeni bir ekonomik yeniden yapılanma gündeme geldiğinde, neoliberal politikalar dediğimiz politikalarla artık uluslararası iş bölümüne uygun bir şekilde fabrikaların emek-yoğun üretim yapan birimleri, Avrupa ülkelerinden çevre ülkelere aktarıldığında işçileşme süreci büyük ölçüde akamete uğradı, ortadan kalkmadı. Dönemleri birbirinden ayırırken kesin bir şekilde ayırmak mümkün değil, geçişler illa var ama baskın eğilimler itibarıyla bunu söyleyebilirim ki fabrika işçiliğinin payı giderek azaldı. Peki, ne oldu? Mesela, Almanya’daki göçmen kadınların daha çok hizmetler sektöründeki temizlik işlerine yöneldiğini görüyoruz ki sayısal olarak da bunun yansımalarını görmek mümkün. Ama benim ikinci dönem diye ele aldığım dönem esas itibarıyla kadınların bakım işçisi olarak çalışmaya başladığı dönem. Çünkü bu göç sürecinde, yeni bir evreye denk düşüyor. Özellikle de sosyoekonomik ve demografik değişikliklere bağlı olaraktan ortaya çıkan ciddi bir bakım ihtiyacı var bütün Avrupa ülkelerinde ama en ağır biçimde Güney Avrupa ülkelerinde yaşanıyor bu ve dolayısıyla bu bakım ihtiyacını karşılayacak insan kaynağı olarak göçmen kadınlara ihtiyaç duyuluyor. Neden bakım ihtiyacı açığa çıkıyor? İki cümle: Giderek daha fazla yerli kadının iş gücüne katıldığını görüyoruz yani o vakte kadar aile içinde ev ve bakım işlerini üstlenen; çocuklar, yaşlılar ve hastalarla ilgilenen kadınlar, eğitim düzeylerinin yükselmesiyle de bağlantılı olarak, çalışma hayatında yer alıyorlar. Bu açığın karşılanması için kamusal hizmetlerin sunumu söz konusu olabilir İskandinav ülkelerinde olduğu gibi ya da piyasadan karşılanması söz konusu olabilir. Bunu ya özel şirketler aracılığıyla karşılarsınız ya da piyasadan göçmen iş gücü temin edersiniz. Avrupa ülkeleri, özellikle Güney Avrupa ülkeleri, bu anlamda göçmen kadın işçilerin bakım işlerinde en fazla kullanıldığı ülkeler haline geliyor. Onun için kitabın ikinci bölümü, göçün ikinci evresi: bakım emeği. Bir üçüncü evre daha var, onu da 2000’li yıllardan itibaren başlatmak mümkün. Aslında göç giderek nitelik değiştirmiştir; gelişmiş ülkelerin tercihlerine uygun bir şekilde artık daha iyi eğitimli ve vasıflı iş gücü istemelerinden ötürü, bizim beyin göçü olarak tanımladığımız insanların gelişini kolaylaştırmaları ve diğer vasıfsız diye adlandırılan kesimlerin ise büyük ölçüde gelişini engelleyecek düzenlemeler yapmalarıyla. Beyin göçü dediğimiz süreçte de kadınların payının giderek arttığını görüyoruz yani ben üçüncü evreyi de böyle değerlendiriyorum. Şunu da söylemem gerekir ki Türkiye de özellikle son yıllarda bu anlamda ciddi bir beyin göçünün yaşandığı ülke. Türkiye’den Avrupa ülkelerine gidiyor genç insanlar, gitmek istiyorlar. Dolayısıyla üç dönemi kabaca böyle ayırabiliriz. Ama 2000’li yılların bir özelliği daha var: O da özellikle Suriye Savaşı’ndan sonra yaşanan kitlesel mülteci göçü ve mülteci kadınların göçü.

Göçmenler üzerine literatürde örtük biçimde, göçmenlerin “erkek işçiler” olduklarının varsayıldığını, kadınların aile birleşmesi kapsamında gelen insanlar olarak görüle geldiklerini belirtiyorsunuz.  Eğer yanlış anlamadıysam, göçmen işçiler konusunda da kadınlar ilk başlarda yok hükmündeler ya da aile kurumu içinde ele alınıyorlar. Bu durum değişti mi, bu eksiklik aşılabildi mi, nasıl?

Ihtilalin Golgesinde Gecen Yillar
İbrahim Utku Nar (2021) İhtilalin Gölgesinde Geçen Yıllar: 1960-1963, Doğu Kitabevi.
Yazar, çalışmasında, 27 Mayıs Darbesi’ne giden süreci özetledikten sonra Talat Aydemir liderliğinde 1962’de ve 1963’te gerçekleştirilen darbe girişimlerini ele almakta. Çalışmada, Talat Aydemir ile birlikte hareket ederek tutuklanan ve daha sonra idam edilen Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’ın oğlu Ömer Gürcan’ın etkisi fazlasıyla görülmekte. Yazar, Ömer Gürcan’ın desteği için kitabında teşekkür etmeyi de ihmal etmemiş. Çalışma iyi niyetle hazırlanmış olsa da konu ile ilgili literatür doğru düzgün taranmamış. Çalışmanın alt başlıkları oldukça iddialı ifadeler taşıyor. Ancak yazar, başlıklarının altlarını doldurmakta da zorlanmış. En başta da “Darbelerin Ekonomi Politiği” başlığı, özet olmak için bile yetersiz. Benzer şekilde, “27 Mayıs Darbe mi Devrim mi?” sorusuna da çalışmada, birkaç yazarın konu ile ilgili düşüncelerinden alıntılar yaparak cevap aranmaya çalışılmış. Çalışmada geniş bir ekler bölümü yer almakta. Bu eklerin önemli kısmını ise “Sosyalist ve İlerici Aydınların Gözüyle 27 Mayıs ve Talat Aydemir” başlıklı ek-bölüm oluşturmakta. Yazar burada da tumturaklı bir başlığın altına 27 Mayıs ve Talat Aydemir ile ilgili birkaç alıntı eklemekten öteye geçmekte zorlanmış. Ayrıca sosyalist ve ilerici aydın olarak kategorize edilen aydınların nasıl seçildikleri hatta o isimlerin neye göre tespit edildikleri bile bir muamma olarak durmakta

Aslında iki tane sapma var diyebilirim göç araştırmalarında. Birinde ana akım araştırmalarda göçmenlerin esasen erkekler olarak görülmesi ve kadınların görmezden gelinmesi. İkincisi, kadınlar görüldüğü vakit; onların aile birleşmesi kapsamında gelen, genellikle eğitimsiz, cahil, kocasına bağımlı, çok çocuklu, kocaya itaat eden ve içine geldiği Batılı toplumun normları ve değerleri ile uyum sağlayamayan ve dolayısıyla da bir tür kurban olarak görülen kadınlar. Tezimi yazdığım sırada yaptığım çalışma, bu kadınların çok yaygın biçimde işçi olduklarını ve aslında işçi olmak üzere gelen genç kadınların, özellikle Türkiye’nin büyük kentlerinden, Türkiye’deki ataerkil baskıdan kaçmak için göç kararı aldıklarını gösteriyordu. Konuştuğum vakit, “beni evlendirmek istiyorlardı, ben istemiyordum; ben okumak istiyordum, engellediler; ben onun üzerine çalışmak, kendi ayaklarımın üzerinde durmak için Almanya’ya geldim” şeklinde ifadeler. Bu kesimin bir görünmezliği vardı. Bunun gerisinde de şöyle açıklamalar getiriliyor: O dönem itibarıyla daha çok sosyal pedagoji, sosyal hizmetler alanlarında yapılan araştırmalar daha çok sorunlu kesimlere odaklanıyor ve onların özelliklerini açığa çıkarttığı vakit, bu özellikler sanki o topluluğun tamamı için geçerliymiş gibi sunuluyor. Daha egzotik olan daha çok ilgi çekici oluyor ve tabi ki kurban olarak sunulduğu vakit de göçmen kadın, özellikle Müslüman göçmen kadın. O zaman Batı kültürü, kendisini buna karşı alternatif olarak özgürleşmenin ve özgürleştirmenin kültürü olarak sunma şansına sahip oluyor. O dönemdeki feminist hareketin yaklaşımından kaynaklı bir sapma da var, çünkü onlar da göçmen kadınları bir anlamda kendilerinden göreli olarak daha düşük bir statüde, daha geri bir konumda ve kendilerini özgürleşmiş olarak sunma imkânına sahip oluyorlar. “Şimdi bu geçti mi?” diyeceksiniz. Bunun ciddi kırılmalara uğradığını söyleyebilirim. Neden? Farklı nedenleri var: Bir, ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler, bu ülkelerde yaşayanlar yani bunların içinden iyi eğitim görenler ve birtakım uzman mesleklerde çok başarılı olup kariyer yapanlar. Dolayısıyla bu imajın ya da kalıp yargıların yıkılmasında etkili oluyorlar. En çarpıcı örnek ne? Türkiye’de hepimizin bildiği Uğur Şahin – Özlem Türeci örneği. Ama herkes Uğur Şahin’in adını biliyor da Özlem Türeci’ye gelince sıra, birazcık düşünmek gerekiyor; “neydi Uğur Şahin’in karısının adı?” olarak. Her şeye rağmen onlar olsun başka birçok siyasetçi olsun sanatçı olsun çeşitli mesleklerde başarılı kadınlar olsun bunlar bu imajın yıkılmasında kısmen etkili oldular. Ama kalıp yargılar o kadar güçlü ki biraz önce sözünü ettiğim mülteci akımlarıyla birlikte yeni gelenler Suriye’den, yine Müslüman kadınlar, yine aynı şeylerin tekrarlandığını, aynı bakış açısının güçlü bir şekilde dile geldiğini görüyoruz. Burada bir de şunun altını çizeyim ki kapitalizmin bütün başarısızlıklarının getirdiği işsizlik, yoksulluk ve kitleler açısından olumsuz yaşam koşullarının bedelini, hükümetlerin politikalarını, ekonomik sistemin politikalarına bağlamak yerine ötekileştirilen bir gruba dayamak çok daha kolay bir açıklama tarzı ve özellikle de aşırı sağ ve ırkçı hareketlerin bu anlamda göçmenleri günah keçileri haline getirdiğini görüyoruz ve tabi ki burada, hani ilk sunduğunuz kitap İslamofobi üzerineydi, bu bir söylem analizinden ibaret değil; İslamofobi bir olgu ama gerisinde gerçekten ekonomik politik sistemin bütün başarısızlıklarının bedelinin göçmenlere ödetilmesine yönelik de bilinçli bir manipülasyon var.

Sendikaların göçmen işçiler karşısındaki tavırlarını da eleştiriyor, ülkeden ülkeye bu konuda farklı uygulamaların olduğunu belirtiyorsunuz. Ana hatlarıyla, bu konuda yaşanan temel problemler nelerdir?

Emek Beden Aile
Taylan Acar & Şemsa Özar (Haz.) (2021) Emek, Beden, Aile: Türkiye’de Kadınlık Halleri, Metis Yayıncılık.
Yazar ve editörler çalışmalarını, Türkiye’nin ilk kadın nüfusbilim uzmanları arasında sayılan, nüfusbilimin yanı sıra göç, aile, kadın emeği, kent, sosyal tarih alanlarında da çalışmalar yürüten ve 2015 yılında hayata veda eden Ferhunde Özbay’a ithaf etmişler; iyi de etmişler. Nitekim çalışma da Şemsa Özar’ın 9 Mart 2018’de Boğaziçi Sosyoloji Bölümü’nde Ferhunde Özbay’ı anmak için düzenlenen toplantıda yaptığı konuşma ile başlamakta. Özar bu konuşmada 40 yılda kadın emeği ile ilgili çalışmaların nereden nereye geldiğini ana hatları ile özetlemeye koyulmakta. Çalışma, 21. yüzyılda Türkiye’de kadın sorunu; kadın istihdamı ve doğurganlık; AVM’lerde satış görevlisi – müşteri ilişkileri; İmam nikâhının yaygınlığı; boşanma hakkı ve göç konularının ele alındığı makalelerden oluşmakta. Konu ile ilgili araştırmacıların mutlaka elinin altında olması gereken bir çalışma.

Sendikalar, bizim sosyal ya da kapitalizmin altın çağı olarak adlandırdığımız Keynesci dönemde esas itibarıyla öncelikle vasıflı ve erkek işçilerin çıkarlarını gözeten örgütler yani karar mekanizmalarında onlar var, sendika politikalarını onlar belirliyor ve sendikaların vasıfsız, alt kademe işçiler ya da bir değişle bizim literatürde çevre iş gücü dediğimiz iş gücü açısından çok aktif olduğunu söylemeye imkân yok. Baştan bu saptamayı yaptıktan sonra şunu belirteyim: Göçmenlerin gelişi noktasında ülkelere göre ve sendikalar arasında farklılıklar var. Sendikaların tarihsel kaygısı var; göçmen işçiler getirilip yerli iş gücünün ücretlerini düşürmek için kullanılır diye buna karşı çıkıyorlar. Ama Almanya’da iş gücü açığı çok hat safhada olduğu için Almanya’daki sendikalar birliği “yerli iş gücüyle aynı ücret ve çalışma koşullarına sahip oldukları takdirde onay veriyoruz” diyor ve geldikleri vakit genel yaklaşım bunların geçici olduğu ki zaten işçilerin kendisinin de ilk baştaki yaklaşımı bu. Birkaç sene çalışıp gidecekler, dolayısıyla onlarla çok da fazla ilgilenmeye gerek yok onlara yasal olarak tanınmış haklar verildiği sürece. Ancak zaman içinde tabi durum değişiyor, kalıcılaşma başlıyor. Bir de şunu görüyoruz; 70’li yıllarda göçmen işçilerin göçmenlikten kaynaklanan birtakım sorunları nedeniyle eylemliliklere gittiklerinde, birtakım grevler yaptıklarında sendikaların tavrı, onları pek desteklemekten yana değil. Ancak 70’li yıllar Avrupa ülkelerinde de sol hareketlerin güçlendiği, 68 rüzgârının yansımalarıyla ve sendikalarda daha genel bir işçi yanlısı bakış açısının etki kazanmaya başladığı, bu görüşü savunan daha sol sendikaların etkili olduğu bir dönem. Dolayısıyla sendikaların tavrının kendi içinde farklılık da gösterdiğini ve giderek daha fazla göçmenin de burada temsilci konumuna geldikçe sendikal politikaların, göçmenlere yönelik olan baskıları ve onların ülkede kalışlarını kısıtlamaya yönelik hükümet politikalarını eleştirmek yönünde olduğunu söyleyebilirim. Günümüzde ne oldu yalnız? Bu sözünü ettiğim ekonomik dönüşüm; imalat sanayinin küçülmesi, giderek artan makineleşme, ileri teknoloji kullanımının kol emeğine ihtiyacı azaltmasıyla birlikte sendikalar küçülmeye başladı. Hizmet sektöründeki sendikalar daha büyük ama kendi içinde kabaca ikiye ayrılabilir. Bir, daha eğitimli-vasıflı iş gücünü barındıran sendikalar, kamu hizmetlerinde olduğu gibi. Bir de mesela temizlik işçilerini, inşaat işçilerini barındıran sendikalar. En son 2000’li yıllarda, sanıyorum 2013 gibiydi, temizlik işçisi göçmen kadınların çok güçlü bir şekilde katıldığı büyük bir grev oldu Almanya’da. Ücret artırımı talebiyle sendikanın başını çektiği bir grev ve sonunda kabul ettirebildiler işverenlere isteklerini ama genel olarak artık sendikaların eskisi gibi güçlü olmadığını söyleyebilirim. Onun yerini alan, göçmen haklarını savunmak üzere giderek daha çok hareketi yönlendiren, çok çeşitli göçmen örgütleri var diyebilirim.

Çalışmanızda, “Göçün Kadınsallaşması ve Güvencesizlik” başlığı altında hem küresel bir bakış açısıyla hem de tarihsel bir perspektiften göçün kadınsallaşmasını tartışıyorsunuz. Bu süreci kısaca okuyucularımız için de özetlemeniz mümkün olabilir mi?

Bir Mahkum
Lütfü Oflaz (2021) Bir Mahkûm, Doğu Kitabevi.
Oflaz oldukça renkli bir yazar. Oflaz için, “bulduğu her yerde yazan yazar” denilse yeridir. Akbaba, Gırgır, Leman gibi üç büyük mizah dergisinde de, Cumhuriyet’te de Ortadoğu’da da Star’da da yazar olarak çalışmış bir isim. Çalışma, onun farklı gazete ve dergilerdeki köşe yazılardan bir derleme niteliğinde.

Ben, göçmenler içinde kadınların payının ciddi şekilde yükseldiğini söyleyebilirim. İstatistikler bunu ortaya koyuyor yani şöyle diyeyim, halen yarı yarıya görünüyor Avrupa’ya göç edip gidenlerin arasında kadınların oranı. Belli iş kolları ve meslekler itibarıyla bakıldığında işçiler içinde kadınların çoğunluğu oluşturduğu görülüyor. Özellikle Güney Avrupa ülkelerine yaşanan göçte, bu ev işçisi ve bakım işçisi olarak tanımladığımız kadınlar, ülkeye gelmesine izin verilen ya da kayıt dışı yollardan ülkeye girenler içinde gerçekten çok yüksek oranlara sahip oluyorlar. Göçün kadınlaşması diyorum ben yani kadınların oransal olarak yükselmesi belli ülkeler ve belli iş kolları, meslek grupları için çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Peki, niye güvencesizlikle bir arada ele alıyoruz bunu? Tam da bakıma olan ihtiyacın artması meselesi; bakın, ben demin bakıma ihtiyacın artmasını yerli kadınların daha çok çalışma yaşamına girmesine dayandırmıştım. Oysa bir diğer boyut daha var. O da nüfusun giderek yaşlanması yani Avrupa ülkelerindeki yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki payı artıyor ve bu nüfus grubunun bakım ve sağlık hizmetlerine olan ihtiyaçları da artıyor. Dolayısıyla bu alanda çalışacak iş gücüne ihtiyaç duyulduğunda bakım işi için öncelikle kadın iş gücüne ihtiyaç var; sağlık sektörü kendi içinde daha heterojen ama hemşirelik söz konusu olduğunda kesinlikle kadınlara çok ihtiyaç var, aynı şekilde doktorlar arasında da kadınların oranı yükseliyor. Şimdi bu iki grubu dışarda bırakacak olursam, hükümetlerin politikalarının vasıfsız iş gücüne olan ihtiyacı görmezden gelip sadece vasıflılarınkini desteklemek yönünde olması durumunda bu kesim, düzenli göç kanallarını kullanarak gelemiyor. Çoğu zaman ülkeye turist olarak gelen ama kalış süresi bittikten sonra ülkede kaçak olarak bulunmaya devam eden ya da sınırları düzensiz yollardan aşarak gelen kişiler, ülkede ikametleri ve çalışmaları her türlü yasal koruyucu düzenlemenin dışında olarak yer alabiliyor. İşte, güvencesizlik burada ortaya çıkıyor ve işverenlerin insafına mahkûm hale gelmek anlamını da taşıyor.

Göçmen işçiler ilk başlarda geçici olarak düşünülüyorlardı, ancak bu süreç ne göçmen kabul eden ülkelerin ne de göçenlerin düşündüğü gibi “geçici” oldu.  Elbette, kalıcı göç de beraberinde entegrasyon ve vatandaşlık sorunlarını da getirdi. Bu iki sorunun özellikle kadın göçmenlere yansıması nasıl oldu?

Sinemada Gecmisle Yuzlesme
Pınar Yıldız (2021) Kayıp Hafızanın İzinde: Sinemada Geçmişle Yüzleşme, Yas ve İnkâr, Metis Yayınevi.
Pınar Hoca’nın film eleştirileri üzerinden bir siyasal hayat ve bir öteki okuması olarak adlandırılabilecek bu çalışması beni çok etkiledi. Çalışma Ankara İLEF’te 2016’da Hatırlamanın ve Unutmanın İmgeleri adıyla Umut Tümay Arslan Hoca’nın danışmanlığında doktora tezi olarak sunulmuş. Çalışma hatırlama deneyimini sadece geçmişle ilgili mesele olmaktan çıkararak onu etik politik bir mesele olarak ortaya koyuyor. Kitap inandığımız hikâyelerin (Yıldız burada hikâyeden kastının tarihsel öznelliğimizi kuran Kemalist modernleşme anlatısı ve onu hayatta tutan hafıza siyaseti olduğunu özellikle belirtiyor) sarsıldığı, yeniden yazıldığı ve farklı anlatıların ortaya çıktığı 2000’li yıllar Türkiye’sini sinema yoluyla anlatmaya, tarihsel öznelliğimizi kuran ve her birimizi bir kimliğin üyesi kılan etik politik kararları belirleyen duygu ve düşünce dünyasını filmler aracılığı ile görünür kılmaya çalışıyor. Bu amaçla ilk bölümde Pınar Yıldız, sinema içine yerleştirilen özne pozisyonlarıyla geçmişin suç ve sorumlulukları arasındaki ilişkiyi sorgulamaya çalışıyor ve ardından da ikinci bölümde Veda, Mustafa ve Dersimiz Atatürk filmleri üzerinden tarihsel öznelliğimizi şekillendiren zihin dünyası üzerinde duruyor. Üçüncü bölümün konusu: Ermeni Soykırımı. Pınar Hoca bu hesaplaşmayı Fatih Akın’ın Kesik ve Atom Egoyan’ın Ararat filmleri üzerinden gerçekleştiriyor. Benzer soruları bu kez Dersim Tertelesi üzerine Dersim 38, Dersim’in Kayıp Kızları ve Hay Way Zaman belgeselleri üzerinden soruyor. Son zamanlarda okuduğum en güzel çalışmalardan biri olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim bir çalışma.

Ülkelerde insanların kalıcı olmaya başlaması esas itibarıyla aile birleşmesi ile birlikte ortaya çıktı yani eşler ve çocuklar yanlarına getirildiği zaman işçiler tarafından, o çocuklar orda okula gitmeye başladılar, orda yeni doğan çocuklar oldu, masraflar arttı, tasarruf imkânları kısıtlandı ve dolayısıyla geri dönüş hayalleri hep ertelendi. Sonuçta geri dönenler, belki birinci kuşak göçmenlerin artık emeklilik yaşına gelenleri oldu ki orda bile ciddi bir soru işareti var. Çünkü çocuklar, torunlar göç edilen ülkede kalınca onlar ancak yaz aylarını kendi köken ülkelerinde geçirip sonra tekrar dönmek istiyorlar. Kalıcılaşmayla birlikte ikinci ve üçüncü kuşak açısından vatandaşlık giderek daha büyük önem kazandı, çünkü insanlar vatandaş oldukları vakit en azından yasal düzeyde maruz kaldıkları ayrımcılıklardan kurtulabileceklerini ümit ediyorlardı. Entegrasyon çok kullanılan bir kavram, sihirli bir kavram gibi her yerde geçiyor. Entegrasyonu aslında şöyle tanımlayabiliriz: Bir ülkede bulunan etnik grupların, o ülkede bulunan çoğunluk halkla eşit bir şekilde tüm imkân ve fırsatlara erişebilmesi ve kendi aralarında bir sürtüşme olmaksızın birlikte yaşayabilmesi. Hak ve imkânlar deyince tabi ki başında eğitim ve çalışma hakkı geliyor. Şimdi baktığımız vakit, ikinci ve üçüncü kuşak göçmenler açısından gerek eğitim alma imkânları yani gidilen okullar gerek daha sonra çalışma hayatında ulaşılabilen işler noktasında yerli halk ve göçmenler arasında ya da göç kökenli diyelim, belki o ülkede doğdu-büyüdü, gençler arasında ciddi bir fark var ve daha düşük düzeyli okullardan mezun olmak, üniversiteye daha az gidebilmek, iş hayatına girince de daha çok vasıfsız işlerde yoğunlaşmak şeklinde. Tabi ki genç kadınlar söz konusu olduğunda buna bir de iş gücü piyasasındaki cinsiyetçi yapılanma dâhil oluyor. Nedir cinsiyetçi yapılanma? Belli iş, meslek ve sektörlerin kadınlara uygun ve özgün görülmesi, onların daha çok o tür alanlarda istihdam imkânı bulması. Yetişkin ikinci/üçüncü kuşak kadınlara baktığımızda oradaki okul sistemine dâhil olmuş ve mezun olmuş ya da bitirememiş belki, ağırlıklı tezgâhtar, doktor yardımcısı, kuaför ya da büro işlerinde en alt kademe işlerde olduklarını görüyoruz. Şunu belirteyim ki işçi sınıfının çocukları olarak genellikle bütün Avrupa ülkelerinde çocuklar daha sonra anne ve babalarının yolundan gidiyorlar, yine işçi sınıfının birer mensubu oluyorlar. Fakat bu, göçmen ailelerde çok daha belirgin ortaya çıkıyor, çünkü onlar mevcut sistemin sunduğu olanaklar hakkında daha kısıtlı bilgi sahibiler ve onların çocukları da dolayısıyla adeta anne-babadan miras alınan bir şekilde iş gücü piyasasının içindeki en alt kademelerde yerlerini alıyorlar. Tabi ki bu, kadınlar için de daha belirgin olarak ortaya çıkıyor. Bir de şunu belirteyim ki bu Müslümanlık üzerinden yapılan ötekileştirme ve onların uyum sağlama kapasitelerinin daha düşük olduğu diğer göçmen gruplara ilişkin -özellikle Türkiye’den, Arap ülkelerinden gidenler için- daha belirgin bir şekilde tekrardan vurgulanıyor. Mültecilerle birlikte de bunun güç kazandığını görüyoruz. Haklı olarak da orda yetişen gençler buna büyük tepki duyuyorlar. Kendilerinin -özellikle iyi eğitim almış, uzman mesleklere sahip gençler- o ülkenin yerlilerinden daha farklı olmadıklarını ama vatandaş olmalarına rağmen kendi göç kökenlerinin karşılarına her zaman görünmeyen bir bariyer olarak çıkartılmasının; isimleri farklı, görünüşleri farklı vb. büyük bir haksızlık olduğunu ve buna duydukları tepkiyi de dile getiriyorlar.

Bütün misafirlerimize sorduğumuz son bir soruyla bitirmek istiyorum. Bundan sonra Gülay Toksöz okuyucuları hangi çalışmanızı okuyacaklar, biz sizi hangi kitabınızla programımıza davet edeceğiz?

Mete Bey, çok teşekkür ederim yani böyle insanı daha çok çalışmaya teşvik eden sözler bunlar. Aslında ben hep iki eksende ilerledim: göçmen emeği, göçmen kadın emeği ve kadın emeği aynı zamanda. Son dönemde benim kafamı giderek daha çok bu teknolojik dönüşüm, işin geleceği, işsiz bir ülkeye mi gidiyoruz, işsiz bir dünyaya doğru mu ilerliyoruz, ne olacak soruları meşgul ediyor ve bunun toplumsal cinsiyet boyutunu yani var olan eşitsiz yapılanma içinde kadınları ve erkekleri nasıl farklı etkileyeceğini düşünüp duruyorum. Bundan sonraki okumalarımın da buna yönelik olmasını hedefliyorum.

Hocam çok teşekkür ediyorum, ağzınıza sağlık. Bizi kırmadınız, programımıza konuk oldunuz.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR