geçtiğimiz hafta (13 Mayıs 2014 tarihinde) 301 kişinin katledildiği Soma Katliamı’nın yıldönümüydü… geliyorum diyen, öncesinde çok sayıda uyarı yapılmasına rağmen umursanmayan, tersine dönemin Enerji Bakanı’nın ‘en güvenli ocak’ övgüler düzdüğü madende yaşanan bir iş cinayeti, işçi kırımı…
ilk kez Soma’da yüksek sesle ve en yüksek makamlardan duyduk iş cinayetinin cinayet değil ‘fıtrat’ olduğunu… öyle ki 1800’lü, 1900’lü yılların Avrupa’sından örneklerle de ‘fıtrat’ olduğu iyice anlatılmak istenmiş, söylem güçlendirilmişti… öyle ya 1830’larda, 1860’larda, 1940’larda Avrupa’da yaşandığına göre… aslında şunu da söylemiş oluyorlardı yüksek makam sahipleri ‘biz daha 2000’lere gelemedik…’
güzel öldüler
17 Mayıs 2010 tarihinde Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK)’na bağlı Karadon maden ocağında patlayan bir grizu ile 30 madenci yaşamını yitirmişti… en anlaşılır ifadeyle şöyle denilebilir Karadon’daki grizu için; ‘otobanda kaza yapmak’; bir maden işletmesinin en güvenli noktası sayılabilecek kuyu dibinde patlamıştı grizu… yağmur yağıyor ve eviniz çatıdan, bacadan değil de kapıdan su alıyor; öyle bir grizuydu…
patlama sonrası Enerji Bakanı, Çalışma Bakanı Zonguldak’a geldiler… bir süre sonra da dönemin başbakanı geldi. böyle zamanlarda devlet her zaman gelir zaten! patlama olmuş, işçilerin cansız bedenleri çıkarılmaya başlanmış ancak 2 madenciye ulaşılamamıştı… bu sırada dönemin Çalışma Bakanı yaptığı bilgilendirme (gaz alma) konuşmalarının birinde “güzel öldüler” dedi… yani işçilerin yanarak, acı çekerek değil karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu, zehirlendiklerini bile anlamadan öldüklerini anlatmaya çalışmıştı…
bir eşe, ölen madencilerin anne- babalarına, çocuklarına, dostlarına “güzel öldüler” cümlesi ne ifade edebilir, bir düşünün derim… en sevdiğiniz, sevdikleriniz zamansız, ekmek parası için, akşam dönmek, aynı sofraya oturmak üzere evden çıkıyor; ve siz “güzel öldüler” haberi alıyorsunuz… hem ölenlerin, hem kalanların yerine koyun kendinizi, hem de kendine ve kentine duyarlı yurttaşların yerine…
helallik ve ümmet vd.
Cumhurbaşkanı salgın dönemindeki uygulamalar sonucu mağdur olan yurttaşlardan helallik istedi… salgın süresince virüse yakalananlar, uygulanan önlemler sonucu bunalıma girip canına kıyanlar ve 1500 tl. ücretsiz izin yardımına tutsak kalıp yaşamını sürdürmeye çalışan veya kod:29’la işten atılıp tüm hakları ellerinden alınan işçiler, ellerindeki varını yoğunu yitiren küçük esnaf ve çiftçiler geldi aklıma…
helallik istenmesi bu toplum kesimlerinin durumundan haberdar olunduğunu göstermiyor mu sizce de…? bence gösteriyor… gerçekte helallik istemenin farklı boyutları var.
her şeyden önce ‘helallik’ öznel bir durumdur ve iki kişi arasında gerçekleşir. dolayısıyla Cumhurbaşkanı kendisini her şeyin sorumlusu olarak gösterirken (tek tek) yurttaşlara seslenerek iktidara/ yani devlete değil kendisine yönlendiriyor yurttaşları…
hata yapılmadığını, yapıldıysa da bilinçli olmadığını belirtmek için helallik isteniyor… yoksa iktidar/ devlet olarak yapılması gereken özür dilemek ve gereğini yapmaktır. helallik istenerek bundan da kurtulmuş oluyorlar…
İsrail’in Filistinliler üzerinde uyguladığı katliam ve devlet terörü karşısında ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde yoğun tepkiler ve öfke oluştu… İsrail yurttaşları arasında bile bu şiddet ve katliama yönelik tepkileri gördük…
bu sırada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “ümmet bizden adım atmamızı bekliyor” dedi. sorunun uluslararası niteliği, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüşülmeden sonuç alınamayacağı gibi çok sayıda gerçekliği pas geçip sorunu İsrail ile Müslümanlar arası veya Yahudiler ile Müslümanlar arası bir sorunmuş noktasına çekmenin kime yararı olabilir…?
laiklik ve kutuplaştırma
‘helallik’ istemek genellikle cenazelerde kullanılan ve ahiret inancını öne çıkaran bir kavram… aynı zamanda Allah’a havale etmek, öbür dünyada hesaplaşmak (ertelemek/ ötelemek) gibi algı da yaratıyor… burada bir sorun daha var; ülkemizde çok farklı inançlardan insanlar olduğu gibi inançsızlar, devlet işlerinin laiklik ilkesiyle görülmesini isteyen yurttaşlar da var; yani helallik kavramının kapsamadığı yurttaşlar…
iktidar yıllardır ve yavaş yavaş toplum bilincinde, anlam dünyasında laikliğin altını oymak ve içini boşaltmak için günlük yaşamımıza, algılarımıza dil üzerinden müdahalede bulunuyor… Soma’da 301 işçinin katledilmesi karşısında ‘fıtrat’ diyerek (2020 yılında 2450 dolayında kişinin iş cinayetinde öldüğünü anımsamalıyız) ölümleri ‘yazgıya’ bağlıyor… dolayısıyla açık ihmal ve çok kazanma hırsı sonucu öldürülen binlerce insanın hesabının sorulmasının önünü kesmek için inancı ortaya sürüyor…
Mevlüt Çavuşoğlu “ümmet” diyerek hem içerideki çekirdek AKP tabanına, hem de uzun zamandır ilişki kuramadıkları (hatta dışlandıkları) Müslüman ülkelere gönderme yapıyor… oysa bu söylemin Müslüman olmayan ülke yönetimleri ve halkları açısından ne kadar itici olduğunu biliyor olması/ olmaları gerekir…
ümmet kavramının bir üst kimlik olarak özenle seçildiğini düşünüyorum… içeride kendisini ‘yurttaş’, ‘insan’, veya etnik kimlikleriyle, sınıfsal kimlikleriyle ifade edenlerin bilincine ‘din’ üzerinden bir kimlik enjekte edilirken, Yeni Osmanlıcı ideolojik saplantının yansımasıyla olsa gerek tüm Müslüman ülkelere (en çok da halklarına) İslam Birliği gibi bir gönderme yapılmaya çalışılıyor diye düşünüyorum…
günlük yaşamımıza, tv.lerdeki konuşmalarına, telefonlarımıza gelen bayram kutlama, yaş günü veya başsağlığı vb. iletilere, son yıllarda sosyal medyadaki şiir, özlü söz, anı vb. yazılara bakmak bile yeterli dildeki dönüşüm… kimin sözüydü anımsamıyorum; ‘insan konuştuğu dil ile düşünür’ benzeri bir söz geliyor aklıma… dinsel kavramların iktidar/ devlet, medya, kitap vb. yollarla bu denli yoğunlaştırılmasıyla laiklik konusunda söz söylemek bir yana, kavram olarak ile cümlelerimizde geçmemesi arasında bir bağ yok mu…?
güzel ölmemek, ölümlerin fıtrat sayılmaması, hataların ahirete havale edilmemesi, halklar arasındaki inanç farklarının kardeşliğimizi zedelememesi için laiklik üzerinde düşünürken, günlük yaşamımızda kullandığımız/ maruz kaldığımız dili de düşünmeliyiz…