Yaşam yolumuzun ortasında
karanlık bir ormanda buldum kendimi,
çünkü doğru yol yitmişti.
Ah, içimdeki korkuyu tazeleyen,
balta girmemiş o sarp, güçlü ormanı anlatabilmek ne zor!
Öyle acı verdi ki,
ölüm acısı sanki; ama ben, orada bulduğum iyilikten söz edeceğim,
gördüğüm başka şeyleri söyleyeceğim.
(Dante, İlahi Komedya)
Fatsa eski Belediye Başkanı, devrimci önder Fikri Sönmez 4 Mayıs 1985 yılında Amasya Cezaevi’nde hayatını kaybetti. 47 yıllık yaşamına, büyük bir özveri ile örülmüş onurlu bir mücadele deneyimi sığdırdı. Küçük bir Karadeniz kasabasından dünyanın bütün kötülüklerine, çirkinliklerine başka bir yaşam umudunu büyüterek kafa tuttu. Fikri Sönmez’in mücadeleler ile geçmiş yaşamı, aslında Türkiye’nin son 50 yıllık, büyük çalkantı ve çatışmalarla geçmiş yakın tarihinin de umutla karamsarlık arasında gidip gelen hikayesi gibi.
Fikri Sönmez ve devrimci arkadaşları, ‘isimsiz komünarların’ yol dostu, “sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için” çarpışan ‘on birinci tez savaşçıları’. Duvar diplerinde, orman kuytularında ya da bir dağ geçidinde öldürülen Can Yücel’in ‘çiçekleri’.
Onlar, kendi söküğünü dikemeyen terziler…
Cesaretleri, hataları ve acılarıyla karınca yoldaşlar!
Derler ki “aslan anlatmaya başlayana kadar bütün av hikayelerini avcı anlatırmış.”
Bu yüzden bilin ki Fatsa Fikri, bir ‘aslan’ hikayesi…
Bütün dünyayı yeniden kurmak için yola çıkan, ancak kendi yaralarını bile kimi zaman iyileştiremeyen ‘yaralı aslanların’ hikayesi…
Velhasıl, hem yolun, hem yaranın hikayesi…
***
1993 yılının Nisan ayında toplu halde Fatsa’ya doğru yola çıkmıştık.
Ben o zamanlar Devrimci Gençlik Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü üstlenmiştim. Fatsa’da 13 yıl aradan sonra yeniden bir “Halk Kültür Şenliği” düzenlenecekti. Dergi’nin o dönem sahipliği görevini yürüten Hüseyin Güçlü ve başka birkaç arkadaş ile konuştuk ve benim dergi adına Fatsa’ya gitmemin uygun olacağını kararlaştırdık.
İki gün boyunca Fatsa’da olmak, yıllardan sonra Fikri Sönmez’in mezarını topluca ziyaret etmek, her köşe başında durdurulsak, her adımda peşimizde birileri de olsa inanılmaz heyecan vericiydi.
Tarih adeta yeniden canlanıyordu.
Fatsa sokaklarında dolaşırken duvarlarda artık ancak yağmur sonrası izleri görülen duvar yazıları belli belirsiz göze çarpıyordu:
‘Faşist Vali, Ünye’de Aybastı’da, Ordu’da Gölköy’de yaptırdığın işkencelerin hesabını soracağız! Devrimci Yol’
Cem Sineması’nda iki gün boyunca süren Halk Şenliği ise bana inanılmaz duygular yaşatmıştı. Hatırladığım kadarıyla İlyas Salman, Sevinç Eratalay, Latife Geçkin… vardı.
Sonra Esenyurt Belediyesi Çocuk Korosu: “Onlar şiş göbekli ben cüce kaldım” diyordu.
Daha sonra Fatsa’da geçirdiğim iki günü Devrimci Gençlik Dergisi’nin 14. sayısına “Çıplak dağda bir gece” başlığıyla yazdım:
“…19. yüzyılın (siz 21.yüzyılın diye okuyun) toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir… Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinimleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz nesnesini gerçekleştirmek için kendi ölülerini gömsünler diye ölüleri bırakmak zorundadır…” (KARL MARX)
Her yenilgi ve yeniden başlangıç dönemi beraberinde bir çok sorun getirir. Bir yandan yenilginin yarattığı moral bozukluğu, diğer yandan yeniden “işe koyulmanın” yarattığı güçlükler önemli sorunların doğmasına neden olur. Bu durumun ortaya çıkardığı ruh hali kendisini çeşitli biçimlerde açığa vurur. Bunlardan bir tanesi, sağlıklı bir “geçmiş değerlendirmesi” yerine yüzeysel bir “geçmiş sorgulaması” yapma kolaycılığıdır. Kıyısından köşesinden yakalanmaya çalışılan, sübjektif değerlerin her şeyin önüne geçtiği, keyfi bir tarihsellik anlayışıdır bu. Spekülatif bir tarih yazıcılığına “devrimci” cepheden yapılan bir “katkı”dır sonuçta.
Diğer bir durum ise, “geçmişin sahiplenilmesi” adına geçmişte yaratılmış değer ve kavramları birebir bugüne taşımaya çalışmak, içeriksiz soyut sloganlar düzeyine indirgemektir.
Birbirinin tam zıttı gibi görünen bu davranış normları, aynı rahimden çıkmış çift yumurta ikizleridir. Her ikisinin de beslendikleri kaynak, eğer başka niyetleri yoksa), bugüne ve geleceğe ilişkin perspektif yoksunluğudur.
Her iki durumda da elimizi uzattığımız “geçmiş” bir hayalet gibi parmaklarımızın arasından kayıp gidecek ve geriye sadece bir söz yığını kalacaktır.
Böylece büyük bir özveri ve çabayla yaratılan ve tarihin belirli bir anında üç boyutlu olarak şekillenmiş/yaşanmış gerçeklikler, birer holograma, yanılsamaya dönüşür. Algılanması, kavranması, değiştirilmesi gereken bugünün maddi dünyasının yanı başında/ içinde sanal, geçmişi yansıtan aynalardan kurulmuş bir düzeneğin içinde kendi kendine ayin yapan rahipler kümesi oluşur.
Ağırlıkla, “geçiş dönemlerinde” “yeni”- “eski” çatışmasının tam berraklaşmadığı, tanım ve kavramların olgunlaşmadığı ama belirli bir mesafenin de kat edildiği anlarda açığa çıkan bu mantıkta, yeni rota çizilene kadar eski bilgiler ve gidip gelinen yollarda “güvence” arayan denizcilerin çaresizliği gizlidir.
Geçmiş ile bugün arasında gidip gelmelerin yaşanması, yalpalamaların olması bir noktaya kadar doğal karşılanmalıdır da. Geçmiş ile bugün arasında yaşanan gerilim, ancak somut/gerçek adımlar atılmaya başlandığında tam anlamıyla giderilebilecektir. Hatta bu gerilim daha uzun bir süre çölde yol alan kervanı uzaktan izleyen çakal sürüsü gibi takip de edecektir. Ancak sorunun çözümü, günün gerçek, maddi ilişkilerinin içinde aranmalıdır. Yani sözün içeriği değil, içeriğin sözü aştığı bir tarzı hedefleyen ilişkilerde.
Fatsa, şu an yenilgiye uğramış bir devrimci hareketin doğrularıyla, yanlışlarıyla somut ilişkilerle yarattığı tarihsel toplumsal bir gerçekliktir. Somut insan ilişkilerinin, yaşanılan bir mekan/zaman düzeneğine bilinçli müdahalesi ve değiştirme/dönüştürme eylemidir. Yani praksistir. İdealizmin “önce söz vardı” lafzı karşısında tarihte yüzlerce örneği görülen somut bir başkaldırı denemesidir.
Fatsa, kendi gerçekliğinin, kendi tarihsel koşullarının içine yerleştirilerek kavranılmaya çalışılırsa ancak “yeryüzüne iner”.
Çünkü Fatsa, tarihin labirentleri arasında yolunu yitirmişlere kılavuzluk eden bir pusuladır.
Pusula götürmez, yol gösterir.
Fatsa, ideolojik bir üs’tür.
Aksi takdirde, içleri boş sloganlar kümesinin asal bir bileşeni ya da “kimlik bunalımının serumu haline getirilir ki, bu da Fatsa’dan hiçbir şey anlamamaktır.”
Emperyalizme ve Faşizme karşı Devrimci Gençlik Dergisi Sayı:14, Mayıs 1993)
Bugün aradan geçen 24 yıla rağmen belki birkaç yeni cümle eklemek dışında söylenecek çok fazla bir şey de yok gibi…
Zaman akarken, sorunların büyük oranda aynı kalması ne anlama geliyor, bunun takdirini de okura bırakmak en iyisi sanırım?
Fatsa’nın ne tek başına tarihsel toplumsal koşulların ne de tek başına bir devrimci siyasetin ürünü olmadığını anlatıyor. Fatsa’nın her ikisinin diyalektik birliğinin ürünü olduğunun altını çiziyor.
Nasıl ki, bugünün Paris’ine bakarak “Paris Komünü”nü değerlendirmek mümkün değilse, aynı biçimde bugünden bakarak Fatsa’nın da değerlendirilemeyeceğini, her gelişmenin içinde bulunduğu tarihsel toplumsal koşullar içerisinde anlamlandırılması gerektiğinin işaretini veriyor.
Son olarak öldürülen bütün arkadaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğiliyorum…
Mücadeleleri yolumuzu aydınlatsın!