“İnsanların ne istediğini öğrenin, onlara söz verin ve diğer her şeyden, özellikle gerçeklikten kaçının” ilkesince siyaset yapmak, Türkiye’de “gürültü” ilkesine göre siyasal eylemsellik anlamına geliyor. Gürültücü davulcunun, özellikle seçim kampanyaları sırasında, hakikatin başına başına inen tokmağı onu kötürüm hale getiriyor. Toz bulutunun dağılmasının ardından da, “sürdürülebilir büyüme ve istikrar” fetişleri bu kötürüm hakikatin bükülü sürümleri olarak piyasaya sürülüyor.
Sürdürülebilir kalkınma, “büyümek için büyüme” yıkıcı mitinin euphemizmi ve bir iktidar manipülasyonu haline geldi.
Siyaset “arenaya uyumlu” olmak zorunda olduğu için, giderek özünü kaybediyor. Sorunlar çözülmesi gereken olgular değil de kişisel profil oluşturmaya oksijen taşıyan araçlara dönüştürüldü. Çünkü bir sorunun çözülmesi, adayın yeniden seçilmesinin bir işlevi haline geldi. Oysa siyasi bir perspektif olarak “refah” vaadi, “şimdiki zaman gerçekliğinde bir gelecek tasavvuru” anlamına gelmek zorundadır. Çünkü eve ekmek götürmek talebinin bir saat bile ertelenebilecek bir özelliği bulunmuyor.
Türkiye’de ekonomik akıl, büyüme fetişi, faiz fetişi, dolar fetişi, “Çavuşesku sendromu fetişi” (artı değer üretmeyen mega projelere gönderme anlamında), çimento fetişi, muasır medeniyet fetişi, devlet kapitalizminin kültürel-ırkçı fetişleri, sürdürülebilir kalkınma ve istikrar fetişi gibi çeşitli fetişlerin etkisi altında kendi yörüngesinden çıkmış görünüyor.
Türkiye ekonomisinin üçüncü çeyrekte yıllık yüzde 6,5 oranında büyüdüğü söyleniyor. Bu büyümenin gündelik hayata doğrudan yansımalarını en iyi sanırım zenginler hissediyor.
Ulusal paranın dramatik değer kaybı, artan işsizlik, enflasyon, bütçe açıkları ve arttırılan faizler ortamında oluşan “büyüme”nin ekonomik kodları bir türlü çözülemiyor. Buradaki büyüme olgusu istihdam ve artı değer yaratan bir karaktere sahip bulunmuyor. Böyle bir ortamda enflasyonist parasal genişlemenin adı büyüme oluyor. Emisyon ekonomik bir kavramdan çok, iktidarda kalmak adına paranın siyasal bir araca dönüştürülmesi anlamına gelmeye başladı.
Parasal genişleme yoluyla iç tüketimin arttırılması, ithalatta hızlı artış ve devasa bütçe açıkları olarak geri döndü.
Ülkedeki üretim yapısının ithalata bağımlı olması, özellikle sermaye ve ara mallarda ithalat bağımlılığı yapısal olarak ödemeler dengesi sorunlarına yol açtı. Kısacası ithalata bağımlı üretim yapısı, ekonomik büyümeyi döviz biçimindeki para sermaye girişine bağlıyor.
Başkanlık sistemi, İstanbul seçimleri gibi Türk siyasi grafiğinin kırmızı çizgileri aşılırken emisyon ideolojik bir araç olarak kullanıldı. Siyaset sınıfı açısından da bir siyasi kaldıraç işlevi gördü.
Ucuz kredilerle sağlanan bu parasal genişleme kuşkusuz bir ekonomik canlanma olarak geri döndü. Emekçiler açısından reel gelirlerinin artmadığı ancak harcamalarının arttığı bir tabloda hane halkı borçluluğu korkunç boyutlara ulaştı
Denilecek ki, ekonominin sert bir şekilde daraldığı bir ortamda bundan doğal ne olabilir ki? Öyle de, aynı anda hem piyasaya para basacaksınız hem enflasyonu aşağı çekeceksiniz hem de faizleri düşük tutacaksınız; inanın bu Türkiye kapitalizminin ebedi paradoksudur. Üstelik Türkiye kapitalizmi genel ekonomik aklı bozguna uğratan bir olgu yaşıyor: Faizlerin arttırılmasına rağmen TL’deki hızlı değersizleşme durdurulamıyor. Bu arada faizlerin ısrarla düşük tutulması ideolojik bir saplantı olarak ekonomide yüksek dolarizasyona neden oldu.
Ucuz kredilerle döviz alınması, faiz ve döviz konusundaki gelişmelerin artık doğrudan hane halkını ilgilendirir bir olgu haline gelmesine neden oldu.
Faizin yapay olarak baskılanması kuru yukarıya çekiyor, ulusal paranın değerinin korunması için bu sefer piyasaya dolar pompalanıyor, doğal olarak bu sefer dolar rezervleri eriyor. Bu kısır döngünün arkasında Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları bulunuyor. Tüketim ve yatırım harcamalarının daralması ile hizmet sektörünün büyük ölçüde durması, turizmdeki çöküş ve ihracatın olumsuz seyriyle kendini belli eden “salgın” parametresinin yapısal sorunlar yumağına dahil olması işi çığırından çıkardı.
Fakat bütün bu sorunlar yumağının arkasında büyüme fetişizmi ve krizleri fırsata çevirme ideolojisi yatıyor.
Salgına karşı alınan önlemlerin gevşetilmesi hep bu Makyavelist ekonomik paradigma ilkesince hayata geçirildi. Kısacası, ekonomik büyüme insan hayatına tercih edildi.
“Dolarla mı maaş alıyorsun” muhabbeti eşliğinde süren oral ve parasal gevşeklik damadı koltuğundan etti. “Damadın görevden affı” ekonomi politikalarında acı bir fren sesi anlamına da geliyor.
Geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye’de finansallaşma, finansı reel birikimden kopartan bağımlı türevleriyle (dependent financialization) hissediliyor. Merkezde başlayıp periferiye yayılan finansallaşma (peripheral financialization) farklı türdeki borçların ekonomideki ağırlığının artması şeklinde seyrediyor.
Kamu borcunun da arttığı bir dönemde Kanal İstanbul gibi projelerde ısrar, ancak geleceğe “Çavuşesku türü izler” bırakma saplantısıyla açıklanıyor.
Küresel kapitalizmle bütünleşme biçiminin bir sonucu olarak bankacılık sektöründe yaşananların Türkiye’de sermaye birikim dinamiklerine içkin olduğunu iddia etmek mümkün görünüyor. Küresel kapitalizmle bütünleşme kurumsal ve mikro ekonomik özgün bir çerçeveye olanak tanımıyor.
Türk Bankacılık sektörü, ucuz kredileri döviz ile borçlanıp bunu hem döviz kredisi hem de TL kredisi olarak kendi taşeron firmalarına kullandırdı. Bu da piyasaya döviz krizi ve kredi çöküşü şeklinde geri döndü.
Türkiye’de modernleşme ekonomik büyüme alanına hapsedilen bir olgu olarak algılandı. Büyüme toplumsal sorunları kökten çözen bir araç olarak görüldü. Örneğin Kürt sorunu ekonomik gerilik meselesine indirgenerek siyasi içeriğinden soyulup depolitize edildi. Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) bu depolitizasyon sürecinin bir kilometre taşı ve devlet kapitalizminin kültürel-ırkçı bir fetişi olarak değerlendirilebilir diye düşünüyorum.
Devlet yatırım politikalarının ırk ya da etnisite kökenli önyargılardan hız alan karakteri, Kürt sorununun depolitizasyonunun yöre halkı içinde katmanlaşmasında etkili ve hatta teşvik edici boyutu yabana atılamaz. Bir an için Kürt sorununu ekonomik bir sorun olarak kabul etsek bile, Doğu’daki ekonomik geri kalmışlığın siyasi bir tercihten kaynaklandığı gerçeği göz ardı edemeyiz. Kısacası Kürt sorunu dönüp dolaşıp derin siyasi devlet aklının bir neticesi olarak karşımızda duruyor.
Sartre, kapitalist sömürgeciliğin en can alıcı kültürel-ırkçı fetişine vurgu yaparken, “biz eşitlik ve insanlık sloganlarını haykıracağız, onlar da (Afrikalılar ve Asyalılar) Asya ve Afrika’da insanlık ve eşitlik sözlerimizi yankılandıracaklar.” diyordu.
Kısacası devlet kapitalizmi eliyle sürdürülen ırkçı kültürel fetiş mega yatırımların cazibesiyle belli bir yabancılaşmadan da hız alıyor. Türkiye’de Sağ, Sol (sosyalist devrimci Sol’u kastetmiyorum) tüm siyasi yapılanmalar bir ilerleme saiki olarak büyüme fetişinin etkisi altında bulunuyor.
Her ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme, ülkenin kurucu mitlerinden biri olan “muasır medeniyet” seviyesine yükselmenin ideolojisine dönüştü. Fakat muasır medeniyet söz konusu olduğunda yalnızca büyümeye güvenenler mayınlı bir alana girdiklerinin farkında değiller. Aşırı tarım ile yeraltı suyu kirliliği ve toprak verimliliğinin düşmesi, tarım ilaçlarının yaygın kullanımı, büyük barajların yol açtığı yerinden edilmeler, bitki örtüsü ve faunanın yok olması, tuzlanma ve çamurlanma, büyüme odaklı fetişin çevresel tahribatları olarak topluma geri döndü. Kırsal ve kasabalı yoksullar geçim kaynaklarını kaybedip metropollere yığıldı. Bu sefer büyük şehirlerde suç oranı ve hava kirliliği arttı.
Modernleşme her ne kadar Batı modelinin bir taklidi olarak görülse de büyüme fetişizmine ulusal motiflerde giyecekler giydirildi. Siyasal İslam Batı’yı kültürel anlamda yererken, Batı’nın ekonomik paradigmasının en vahşi şekilde uygulanmasını sağlamak için, sömürülenler ile arasında, eğitim, ahlak, din, tarih bilinci vb. gibi kurulu düzene saygının estetik biçimleri üzerinden kurduğu çarpık ilişki sayesinde, yol temizliği yaptı.
Büyüme şiarı siyasal İslam’la güncellenip, küçük burjuvazi ve küçük taşra üreticisini kapitalistleşmenin içine çekmeyi kısmen başardı.
AKP farklı bir ticarî grubu mobilize ederek onu iktidar düzeneklerinin bir dişlisi haline getirdi. Büyümeci ajandanın bu yeni sınıfı, ekolojik yıkım ve “çimento büyümenin” motoru haline geldi. Çevre ve toplumsal adalet gibi meseleleri önemsizleştiren, çimentodan ve dinin pazarlanmasından para kazanan hibrid bir sınıf aracılığıyla iktidarın konsolidasyonu gerçekleşti.
Kısacası çevre kirliliğinden doğal kaynakların aşırı kullanımına uzanan karanlık çizgide (dünyada en fazla karbondioksit salınımı yapan ülkelerden biri olmak, ev ve sanayi atıklarının dönüşümünde sınıfta kalmak, madencilik faaliyetlerinin yarattığı ekolojik yıkım vs.) büyüme fetişizmi bir devlet ideolojisi haline geldi.
Çevresel katliama, hayvan eziyetine karşı oluşan yerel ve ulusal direnişler umut verici olmakla birlikte önemli bir paradoksu da açığa çıkardı.
Sosyal medyada hayvan haklarına ve doğaya gösterilen yüksek duyarlılığın insan haklarına gösterilmemesi, apolitize edilmiş bir alanda muhalefet yapılmasına örnek olarak gösterilebilir. Korkunun tüm toplumsal katmanlara yayıldığı bir ortamda “sosyal medya yargıcı” konfor alanından çıkıp insana yapılan işkenceyi ve yaşam hakkını savunma cesareti gösteremiyor.
Kısacası, yeşil devrim sosyalist devrimden bağımsız bir olgu olarak görülmeye devam edildikçe, çevre ve hayvan, insanın ölümü pahasına, muhtemelen sadece kısa bir süreliğine soluk alabilecek.
Görüldüğü üzere büyüme nosyonu, sosyo-ekonomik eşitsizlik düzlemlerinde ayrışmış bir toplumu bir arada tutan bir tutkal işlevi görmüyor. Çünkü ekonomik büyüme ne artı değer üreten ne de varlıkların eşit ve yeniden dağıtımını öngören bir model sunmuyor. Kısacası, eş-dost kapitalizminde kalkınma şiarı, Türk kapitalizminin sosyal-darwinist duvarlarına çarpıp emekçinin yoksullaşması şeklinde geri döndü.
Bu sömürü çarklarının sınıfların itaati ve rızasıyla döndüğünü ileri sürmek, aşırı bir burjuva savı anlamına geliyor. İşçi sınıfı Türkiye kapitalizminde Sartre’nin sözünü ettiği “yeryüzünün lanetlileri” kategorisini oluşturuyor. Bu bağlamda, özellikle, proletarya nosyonunu kullanmaktan kaçındım. Çünkü proletarya sadece işçi sınıfından değil, dünyanın lanetini üzerinde taşıyan herkesten oluşuyor. Ezilen, ayrım gören, zulüm gören herkes istisnasız bir biçimde dünyanın lanetlileri arasındadır.
Türkiye kapitalizminin ayrıcalıklı sınıflarının kazanımlarını kaybetmemek için silaha başvurarak oluşturduğu baskı ortamı, dünyanın lanetlilerinin, asker, polis gözetiminde, süreğen bir “ekonomik şiddete” maruz kalmalarına yol açtı.
Toplumsal cepheler arkasına yığınak yapan ve bu baskı unsurları yüzünden açığa çıkamayan büyük nefret birikiminin karşısına antagonist bir şekilde konuşlanmış sömürgen faşist iktidar düzenekleri bulunuyor.
“Kabileler gerçek düşmana karşı koyamadıklarından birbirleriyle savaşır” diyen Sartre’nin bu cümlesinin Türkiye gerçeğinde yansımaları bulunuyor. Türkiye sosyalliğinde, ortak aşağılanmanın nefret imgesini kardeşine bıçak çekerek sonsuza dek yok ettiğine inanan milyonlarca insan bulunuyor. Tartışma (daha çok boğuşma) kültürünün olmadığı yabancılaşma düzeneklerinde tartışmanın kendisi, yapıcı bir diyaloğun başarıyla engellenebileceği sihirli bir kelime haline geldi.
Çünkü Türkiye’de insanları susturmak için tarihsel olarak uygun nedenler ve tabular (soykırım, Dersim, Seyfo, Pontus, 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, Nafia vb. gibi) bulunuyor.
Kısacası Türkiye toplumu sadece basitçe kutuplaştırılmadı, ruhu iki kutuplu (bipolar) hale getirildi.
İnsan onuruna yakışan bir yaşam ve aç kalmama hakkı üzerine sözüm ona milliyetçi partilerin “askıda ekmek” dışında sunacakları bir çözümleri bulunmuyor. Bu yapılırken bile “komşusu açken tok yatan bizden değildir” dinsel önermesi üzerinden hareket ediliyor. Çünkü bizde milliyetçi partiler metafizik söylevlerden oluşan bir faşistler kulübüne dönüştü. Onların sömürgeci muktedirden dilendikleri sadece daha fazla iktidardır.
Büyüme fetişinden kurtulmak ekonominin pozitif siyasileşmesiyle yakından ilgili bir durumdur ve büyüme için büyüme fetişizminden arındırılmış bir kalkınma ihtimali vardır. Bu ihtimal Sartre’nin Fanon için yazdığı önsözde, “bombayı sermaye orospularının burjuva yuvası Paris’te patlatmak” cümlesinde somutluk kazanıyor. Bu bombanın siyasal karşılığı, muhakkak ki insanı, çevreyi ve diğer tüm canlıları ekonomik paradigmanın kalbine yerleştiren sosyalist devrimdir.