Athos, Porthos, Aramis… Meşhur Üç Silahşörler!
Dünyanın belki de ilk bestseller tarihi romanı…
Siyasal tarihi de etkilediği söylenir. 1844 yılında yayımlanmaya daha doğrusu bugünün dizileri gibi bölüm bölüm tefrika edilmeye başlanan roman Kralcılarla, Cumhuriyetçilerin siyasi mücadelesinin yine şiddetli olduğu bir dönemde Temmuz Monarşisi zamanında ortaya çıktı. Romanda monarşisinin saçmalıkları, adaletsizlikleri, saray entrikaları canlı şekilde tasvir edildiğinden Cumhuriyetçilerin epey işine yaramış olmalı. Dört sene sonra 1848 ihtilali ile krallık rejimi –bir kere daha– yıkıldı ve “İkinci Cumhuriyet” tesis edildi.
Fransa, “artık bu sefer tamam” diyen Cumhuriyetçilere rağmen kesin bir cumhuriyete kavuşmadan önce, 3. Napoleon sanıyla iktidarı sivil darbeyle gasp eden bir Cumhurbaşkanının 18 senelik baskıcı hükümdarlığına tahammül etmek zorunda kalacaktı.
***
Bugünlerde herkes yeni bir Netflix yapımı yerli diziden bahsediyor: Bir Başkadır. Ya da uluslararası gösterimdeki adıyla Ethos!
Büyük bir övgü fırtınasına maruz kalmış durumdayız. Gerçek bir tanıtım başarısı doğrusu… Hani diziyi beğenmeyenleri “faşist” ilan eden bile çıktı. Dizi de, el hak, gerek senaryosu, gerek oyunculukları, gerek yönetimi, çekim kalitesi ile dört numara beş yıldız. Ben meraklı bir izleyici olmanın dışında, sinema veya dizilerin dâhil olduğu o sanattan pek anlamadığım için dizinin sanat kısmına hiç girmeyeyim de çizmeyi aşmış olmayayım.
Beğendim deyip geçeyim.
**
Günümüz dünyasında diziler, filmler şüphesiz politik sahneyi önemli felsefi, siyasi eserler kadar etkiliyor. Hâtta dönemsel olarak etkileri daha da büyük… Tarihi diziler bile aslında günümüz siyasi mücadelelerine malzeme olsun diye çevriliyor. Hele de devletin ya da hükümetin üretilmelerinde etkin rol aldıkları…
Bakın mesela şu meşhur Abdülhamit dizisine…
Amaç AKP’nin siyasi propagandası ve daha ötesi, onun “kültürel iktidarı” ve müebbet siyasi iktidarı uğruna tarihi yeniden yazmaktan ibaret…
Diriliş Ertuğrul’dan tutun Uyanış Selçuklu’ya kadar son dönemin devlet motifli dizileri, hem tarihi yeniden yazıyor, hem de bunu –AKP’nin iktidar döneminin ötesinde– bir yeni faşizmin ideolojik temelini oluşturmak için kullanıyor.
O dizilerin zararları, AKP iktidarının da çok ötesine gidiyor, gidecek…
Dizi teknik olarak, senaryo olarak, oyunculuk olarak ne kadar başarılıysa zarar da o kadar büyüyecek.
Bu ilk defa olmuyor.
Türkiye 2003 yılında (tam da AKP’nin iktidar döneminin başında) Kurtlar Vadisi dizisi yayına girdi. Üretiminde Soner Yalçın gibi “ulusalcı-sol” gazeteci-yazar danışman olarak yer aldı. Dizi bir devlet destekli-kontrgerilla bağlantılı mafya “güzellemesi”ydi. AKP iktidarı boyunca da bu genel konsept içinde AKP’nin siyasi ideolojik değişimlerine itinayla ayak uydurdu.
Ortalıkta hâlâ Polat Alemdar gibi giyinip, öyle davranmaya çalışan bir tarafının kılı ağarmış “gençler” toplumda şiddetin dozunu arttırmak için elinden geleni yapıyorsa, o dizinin saldığı zehrin etkisi elbette mevcut.
Bütün bu son dönem dizilerde başoyuncu devletti(r) aslında…
Polat’ın “devlet için kurşun atıp, kurşun yiyen ekibi”, O sahte Ertuğrul’un devleti kurma çabaları, Abdülhamid’in, bütün “iç düşmanlara”, “hainlere” rağmen güya fedakârca devleti kurtarma gayretleri…
Dizilerin bu işlevi yeni de değildir aslında… Dizilerden önce de mesela filmler vardı. Ama bazen yerden yere vursak da Yeşilçam’ın hakkını yemeyelim, hemen hiçbir zaman tam anlamıyla devlet dersinin bu denli gönüllü bir eğitmeni olmadı. Tarihi filmlerinde bile…
Ama onlardan önce ideoloji inşasının daha zararsız görünen kâğıda basılı örnekleri yok değildi. Şimdiki neslin hiç bilmediği fotoromanlar mesela…
Yahut bir başka tarz olan resimli romanlar…
Bir dönemin genç kızları üzerinde romantik konulu fotoromanlar kadar etkili olan belki mesela Kerime Nadir romanlarının Yeşilçam’da filme çekimleridir.
Tümüyle apolitik –ve biraz da o nedenden– dibine kadar ideolojik filmlerdi. O ideolojiden, filmi çekenler bile bîhaber olsa da; ki ideoloji, politik doktrinlerden farklı olarak tam da böyle bir şeydir. Eskilerin tabiriyle “derya içre yaşayub deryayı bilmeyen mahîler” misali, ideolojik havayı solur ama onu göremez, ne olduğunu aniden bilemezsiniz.
DEVLET DENİLEN GİZLİ PRODÜKTÖR
Devlet, şu son dönem dizilerin açık açık gerçek yapımcısı da sayılır…
Konular da mevcut tüyleri dökük 3. Napoleon mukalliti rejimin parlatılıp, cilalanması, hâttâ yerli ve milli Napoleon’lar devrilse bile mevcut gerici ideolojik ruhun, tıpkı ecinni filmlerindeki gibi, başka çakma imparatorların vücuduna girip, başka kılıkta varlığını sürdürmesine yöneliktir.
Fakat durum her zaman bu kadar açık olmadı… İlla halkın vergilerine el koyup, TRT eliyle gerçeklikle ilgisi olmayan ve bu yüzden son derece “gerçekçi” olan dizilerin emirle çekilmesi gerekmedi…
KARA DAVUT’TAN KARA MURAT’A VE SONRASI
Bakalım o ilk tarihî kahramanları konu alan resimli romanlara mesela… Başlangıçta Abdullah Ziya Kozanoğlu’un Kızıltuğ’undan esinlenen Kaan vardı. Suat Yalaz oradan hareketle Karaoğlan’ı geliştirdi.
Karaoğlan’da Cengiz Han’a yarım yamalak, o da eleştiriyle karışık olanı dışında ne sultanlara saygı, ne “devlet-i ebed müebbed”e tapınç vardır. Başına buyruk bir kahramandır.
Dahası Cumhuriyet Gazetesi’nde uzun yıllar yayımlanan Malkoçoğlu resimli roman tefrikası da bir parça öyledir. Gerçek tarihteki akıncı beylerinin sarayla olan çetrefilli ilişkisine az çok daha yakın bir karakter görürüz.
Tepedelenlioğlu’nun yazdığı ve bu “janr”ın ilk örneklerinden olan Kara Davut romanında, kahramanımız işi Fatih’e tokat atmaya kadar götürür.
Ya sonra…
Kara Davut’tan türeyen yeni nesil kahraman Kara Murat, artık o sergüzeştperver ifadenin –Fatih’in fedaisi– saklayamadığı bir devlet görevlisidir.
Yeni dönemdeki mesela Muhteşem Yüzyıl’daki Malkoçoğlu tiplemesinde, bir akıncı beyi için fazla temiz suratını bıyıkla az çok düzelten genç aktörün rolünde, o koca Bosnalı muharip, kendi bölgesinin o yarı egemeni, sıradan bir saray muhafızına çevrilince, saray entrikalarındaki sözüm ona rolü de bazen casusluğa, bazen neredeyse dolaylı bir pezevenkliğe kadar indirgenince durum herhalde daha da beterdi.
Bunların hepsinde görülen devlete ve sultana kölece bir sadakattir.
Yeni dönem insanının içine sokulmaya çalışılan “ruh” budur.
Buradan Abdülhamid’in hafiye ve jurnalcilerinin topluma kahraman diye yutturulmasına giden yol çok çapraşıktır denemez.
Ne de olsa uyuşturucu ve kadın satıcısı mafyacı katiller de kahraman diye yutturulmamış mıydı?
ŞARABİ EŞKİYALARI DEMODE KILMAK
Mesele aslında, göründüğünden daha politiktir.
“Kahraman” arketipinin konumu böylece nakşedilirse beyinlere, artık Yılmaz Güney’in o yarım asi, kabadayı figürü insanlara kahraman gibi gelmez. Ne Çakırcalı, ne de İnce Memed kahramandır artık. Olsa olsa din ve devlet düşmanıdırlar…
Deniz Geçmiş ve tüm o “şarabî eşkıyalar” da kahraman olamaz böyle zehirlenmiş bir zihinde…
Elbette halkın da bir bilinçaltı vardır ve ne kadar zehirlerseniz zehirleyin o halkın karakterini ortadan kaldıramazsınız, haksızlığa isyan duygusunu, ister erkek, ister kadından gelsin, yiğitliğe, doğru sözlülüğe hayranlığı, o insanlığın varoluşundan beri mevcut hasretleri üç beş türedi roman veya dizi bozuntusuyla silemezsiniz.
Ama…
Tıpkı narkoz verilmiş bir insan gibi, insanlığını bir süre uyutabilirsiniz…
Ya da zehrin şiddetini arttıra arttıra, o nesli manevi anlamda öldürür yahut şizofren kılabilirsiniz.
Bu mümkün… Yahut mümkün olduğunu düşünüyorlar.
Nereden biliyoruz?
Çünkü durmaksızın deniyorlar.
“BİR BAŞKA” EVET AMA…
Dönelim tekrar, “Bir Başkadır” yahut “Ethos” dizisine…
Başta da söylediğim gibi teknik açıdan –burada tekniği geniş anlamda kullanıyorum– son yıllarda gördüğüm en iyi dizi.
Verdiği mesaj da bir yandan son derece barışçı ve kutuplaştırma karşıtı…
Herhalde bu dönem için en gerekli ilaçlardan biri kutuplaşma karşıtı ve barışçı mesajlardır.
O zaman sorun ne? Ya da var mı bir sorun?
Dizi hakkında bir halkla ilişkiler çalışması hissini veren yorum selini bir yana bırakalım. Kanaatim bunun bir dereceye kadar “çalışılmış” olduğu ama böylesi bir eserin yine de çok konuşulmayı hak ettiği yönünde…
Öte yandan değerlendirmelerin bazen 180 derece birbirinden farklı ve neredeyse fanatik bir tarafgirlik ile vur abalıya çizgisi arasında değişkenlik göstermesi…
Şimdilik taraftarların sayısı ve hayranlık dalgaları son derece fazla ama ayrıksız yazılar da var.
Ateş İlyas Başsoy’un yazısının başlığı “Seni Sevmeyen Ölsün” de olabilirdi; zira diziyi eleştiren, kafadan, faşist sayılıvermiş.
Öte yandan Perihan Mağden’in şu yazısı da içinde çok katıldığım eleştiriler de olan 180 derece farklı bir yazı.
Diziyi eleştirel ama sonunda hakkını teslim eden türden bir olumlulukla değerlendiren bir yazı için Hakan Sipahioğlu’nun şu yazısına,
Diziyi ve senarist-yönetmenini yerden yere vuran bir “değerlendirme” için ise Yiğit Karaahmet‘in şu yazısına,
Dizinin sanat açısından yine olumlu bir değerlendirmesi için ise Ali Şimşek‘in yazısına bakılabilir.
Dediğim gibi diziyi sanat açısından değerlendirmek benim işim değil. Yukarıdaki yazılardan benim gibi siz de faydalanabilirsiniz zannediyorum.
Ama gelin dizinin politik etkilerine ya da onun politikayla etkileşimlerine değinelim.
Nasıl teknik başarı derken tekniği, senaryo ve oyunculuk dahil geniş anlamda kullanmışsam burada politikayı da fazlasıyla güncelin daha fazlası olarak sosyolojinin politik yorumunu da içerecek şekilde kullanıyorum.
VAROLMAYAN “VAR”LAR VE VAROLAN “YOK”LAR
Varoşlarda ev yaparlar, üst katlar öyle bırakılır, demir filizleri açıkta… Her yeni imar yasası veya yasasızlığı ortamında bir punduna getirip iki kat daha çıkmak için… Apartmanlar ya da apartmanımsılar her dönemin zevkine göre aniden şekil değiştirir. Boyu yükselir, kaplaması “Amerikan siding” olur veya sökülüp bambaşka bir renge boyanır.
Diziler de aynı kaderi paylaşabiliyor. Zamana göre bambaşka şekle bürünebiliyor, farklı yöne evrilebiliyorlar.
Bir Başkadır ya da Ethos, ahlaki sorunlar da içeren böyle bir tutum ihtimalinin önkoşullarını yerine getirmiş. Demir filizleri ortada, dizi memleketin neredeyse her sorununa –sonradan üzerine kat çıkmaya hazır- selam göndermiş. Her genel duruşa, sonradan kendisiyle fazlaca çelişmeden manevra yapabilecek itirazlar yerleştirmiş. Böylece dizi, yayınlanması muhtemel diğer bölümlerinde zamana uygun farklı yönlere rahatça filiz atabilir.
Ama gelin ben şimdi bu ilk sezonda ne gördüm ne görmedim onu anlatayım.
Bu sezonda devlet yok. Tam da o yüzden var!
Devlet, gebe kadına 1980’lerde tekme atan bir güvenlik görevlisi imasıyla var. Onun dışında yok. Ama aslında birbirini anlamaktan uzak yerli ve milli yoksul dindar halk ile neredeyse karikatür düzeyinde çizilmiş “laik elit” kesim ikiliği bugünkü AKP ideolojisinin ta kendisi…
Birincisi saf, temiz Anadolu insanı, diğerleri İç-Sıç-Seviş” insanı…
Birileri aile bağlarına düşkün diğerleri Manhattan’daki “single”lar gibi ailesizlik bunalımında…
Gerçi görünüşte bu biri olumlu, diğeri olumsuz iki kesimin tek bir ortak noktaları var; farklı farklı konularda da olsa hepsi bir bunalımın içinde.
Dizi ileriki bölümlerde bu bunalımları bihakkın işlerse şimdi içinde bulunduğu “iyi işlenmiş sathîlik”ten kendini kurtarabilir mi, onu göreceğiz.
Bu dizide siyasal İslam yok, ensest, kadın cinayetleri, siyasal İslamın dönüştürdüğü yeni dönem tarikatlarında yaşanan zulüm ve cinsel saldırılar yok…
Burada devletin o tarikatları nasıl besleyip büyüttükleri, o iyi yürekli Ali Sadi’lerin o toplum liderliğine aslında nasıl yükseltildikleri yok.
Dizide, bütün bunların başarılabilmesi için sendikacıların nasıl öldürüldükleri, öğretmenlerin nasıl sürüldükleri yok.
Dizide sınıf çelişkisi yok. Dahası sahte ve (eskiden beri faşist yönetimlerin işine gelecek şekilde) kötü ve çarpıtılmış biçimde var.
Sezar’dan, Mussolini’ye kadar, babalık etmeye meraklı bütün otorite figürlerinin çok sevdiği aşırı yoksul, geleneksel değerlere saygılı, cahil “çoğunluk” ile “toplumun değer yargılarından uzak”, “kökü dışarıda” sözde “elit”in karşı karşıya gelişi…
Faşizm benzeri rejimlerin o hep yeniden doğan Sezar’ının bütün numarası, “gerçek halk”ı o kökü dışarıda elite karşı bir baba gibi, bazen sevip bazen döverek savunma iddiasında yatmaz mı?
Ve o numaranın asıl sahtekârlığı da o Sezar’ın toplumun gerçek egemenlerinin, onların da en vahşi kesiminin, biraz fazla yüz verilmiş bir kuklası olduğu gerçeği değil midir?
O kukla tiyatrosunun bütün sihri de işte, o gerçek ve vahşi elitin, o kuklacının sahnede hiç gözükmeyişi değil mi?
Tıpkı Ethos’un içinde o kuklacının işlerinin sonuçları gözükürken kendisinin gözükmeyişi gibi…
Denilebilir ki bu nihayet bir dizidir ve konusunu böyle seçmiş. Toplumun bütün sorunlarını siyasi analize tutmaya mecbur değil.
Elbette.
Fakat pekâlâ daha minimal bir sorunu ele alır ve oya gibi işleyebilirdi.
Öyle yapmıyor. Son derece politik bir meseleyi ele alma iddiasında…
Eğer modern dönem Türkiye dindar Sünni varoş toplumunu ele alacak isen…
O zaman tarikatları, devlet gücünü, burjuvazi desteğiyle kurulan vakıf ve cami derneklerini, kapatılan ilkokulları, sendikaları da konuşman gerekir.
El Kaide’yi ve onun atalarını, onları yaratan Amerikan yardımlarını, buna itiraz eden, kendileri de mahalleli ve kültürel olarak Müslüman gençlerin devlet ve o güya iyi milliyetçi, iyi Müslüman ekiplerce köşe başlarında öldürülüşünü de…
Elbette bir konu ele alınırken sanatta da bilimde olduğu gibi bazı şeyler soyutlanabilir; dışarıda bırakılır ki, konu daha basit ama daha anlaşılır şekilde incelenebilsin.
Fakat -bilimde de yapılan bir hatadır- incelenecek konunun aslî özellikleri soyutlanamaz, dışarıda bırakılamaz. Sosyal bilimde daha çok yapılır bu hata; o zaman da yapılan şey sahte bilimdir.
Sanatta yapılırsa adı ne olur? O benim alanım değil.
AMERİKAN SOSYOLOJİSİ VE KÖKÜ DIŞARIDA MÜSLÜMANLIK
Sahte bilim demişken hadi gelin kısaca sosyoloji ve siyaset bilimindeki bir akıma hâttâ akademide egemen olan anaakıma değinelim.
“Nereden çıktı?” diyecekseniz?
Bu diziyi ve geçmişte yaşadığımız bazı meseleleri, o konuya değinmeden anlamak imkânsız.
Bahsettiğim “anaakım”, üniversitelerimizdeki sosyoloji ve siyaset bilim bölümlerinde egemen olan doktrin.
Toplumu çevre (taşra)-merkez (metropol) ikiliği içinde ele alan bunu geleneksel-modern ikiliği ile birleştiren, elit-halk ikiliğiyle de tamamlayan bir doktrin. Toplumsal üretimden kaynaklanan sınıf ayrımları yerine de bazen gelirden, bazen kültürden kaynaklanan muğlak tanımlı sözde sınıf kavramını (alt sınıf-orta sınıf, vb) ve tabakalaşmaları yerleştirirseniz çerçeve tamamlanır.
Bu çerçevede ne devletin gerçek bir müdahalesi ne emperyal baskı biçimlerinin toplumdaki yansısı yoktur.
Bu çerçevede gerçek sınıf ayrımları yoktur.
Bu “bilimsel” çerçeve geleneksel sandığı ve değerli bulduğu o “dindar Sünni” kesimin şimdiki halinin bizzat kendisinin “modern” olduğunu, yani son onyıllarda türediğini, gelenekselden çok farklı olduğunu, hâttâ kısmen özel olarak üretildiğini, kökünün, tohumunun haylice dışarıda olduğunu, onun rahatça üremesi için tarlanın yerli tohumlarının bitkilerinin zorla söküldüğünü görmezden gelir.
Bu “teorik” çerçeve, dar gelirli çağdaş bir öğretmen kadını, elinde iki kitap tutan bir solcu işçiyi sanki aristokratlaşmış büyük burjuvaymış gibi aynı kategoride bir elit diye gösterme cambazlığındadır.
İki binli yılların başından 2013 sonuna kadar AKP’yi yerli ve milli, Müslüman-demokrat diye pazarlayan o güya bilimcilerin hepsi de ne tesadüf bu sosyal bilim çerçevesinin mensuplarıydılar.
“Yetmez Ama Evet” sakilliğinin teorik zemininin ana sütunu bu doktrindi.
Tıpkı akademideki anaakım iktisadi doktrin olan “Marjinalizm”in –anaakım haline zorla getirilen şeyin adının “marjinal” oluşundaki ironiyi şimdilik bir yana bırakın- nasıl ki ekonomik krizleri analiz etmesinin mümkünlüğü bir yana doğru dürüst gözlemlemesi bile neredeyse imkansızsa Ayrıca söz ettiğim bu sosyoloji ve siyaset bilimi doktrininin de, incelemekle görevli olduğu, toplumdaki çelişki ve bunalımları, çözümlemesini bırakın, doğru dürüst görmesi de imkânsızdır.
Bize sunabileceği, sadece o gerçek çelişkilerin, egemenlerin işine yarayacak şekilde çarpıtılmış bir resmidir.
Bunun konumuzla ne ilgisi var derseniz, ben de her gerçek sanat eserinin kendisi farkında olsun ya da olmasın bir toplum anlayışı vardır diye cevap veririm. Bazen eserin yaratıcısı o fikriyata karşı bile olabilir. Klasik örnek muhafazakâr bir siyasi duruşu olan Balzac’ın, içinde yaşadığı toplumun en gerçekçi eleştirilerini sırf toplumu olduğu gibi resmetmek kabiliyetinden dolayı verebilmesidir.
O zaman, yine soralım, konumuz Ethos’ta hangi ahlaki bakış var? Çünkü yukarıda anlattığımız şeyin bir bilim ahlakı ile ilgisi olduğu gibi Bir Başkadır’ın da bir “ethos”u gerçekten de mevcut olmalı, öyle değil mi?
Yetmez Ama Evetçilik’e atıf yaptım. Doğrusu artık her dakika ona itirazın temcit pilavı gibi gerekli gereksiz öne sürülmesine karşıyım. Israrla o tür bir propagandayı belki sırf kibirden- “biz asla yanılamayacak kadar ulu insanlarız” kibri- hâlâ sürdürenleri hariç tutmakla birlikte, doğru olan totaliterleşen, rejime muhalefet eden her kesimi kucaklamaktır. İsterse fena halde geç gelenlerden olsunlar…
“O zaman bu dizideki benzer zihniyete niye o kadar sert çıktın?” denebilir.
Zira başta da söylediğim gibi diziye belli bir kredi açılması doğrudur.
Ama…
Bu sezonda verdiği ana fikir sorunludur. Yan fikirlerinde ise umut verici şeyler de var. Bakalım ilerideki bölümlerde hangi temaların filizleri boy verecek?
Bir kere daha ama…
Bir de zamanlama sorunu var…
“Yetmez Ama…” taifesi ve arkalarındaki o bilimci abla ve abileri aslında kısmen mazur görülebilir. “2003-2013 arası siyasal iktidarın duruşuna, kostümüne aldandık” deseler dar kafalılıkları haricinde çok da kızılacak taraflarını bulamayabilirsiniz, en azından bazılarının…
En nihayetinde Sakallı Celal’in “Bu kadar cehalet tahsil ile mümkündür” sözünü hatırlayıp geçersiniz.
AKP “RESET” DÜĞMESİNE BASTI
Yine de bu dizinin, o eski safsataları ana fikrine taşımış görünmesine, varları yok, yokları var etmiş gibi durmasına çok aldırmayabilir, bu yazıyı kaleme almaya da zahmet etmezdim.
Fakat tam şu sıralar AKP, iktisadî olarak denizin bittiği yere geldiğinden…
Ve o saf ve temiz Müslümanları, onların maddi olarak desteklenmedikleri takdirde kendisini iki günde tepeden yuvarlamakta tereddüt etmeyeceklerini bilecek kadar iyi tanıdığından…
Yeni bir söyleme geçti.
Damat feda edildi…
2003-2010 arası AKP kıyafeti eski dolaplardan bulunup giyilmeye çalışılıyor.
Toplumun bir haylisi ve “Müslüman kesim” de dâhil buna pek kanacak gibi görünmüyor doğrusu…
Fakat diziye gelen tepkilerden anladığım bazı “kullanışlı tahsilliler” hâlâ pek heveskâr.
Dizi muhakkak ki bunu hiç de planlamadığı halde bu o eski “bir başka” elbise modasına pek denk düşmüş.
Hani derler ya: Tevafukun böylesi!
Muhalefetin oluşturduğu siyasi ittifak da bir “Hadi gel, eski normalimize geri dönelim” minvalinde olmuş olunca veyahut millet tarafından öyle algılanınca, AKP’nin bu eski-yeni hamlesi, eğer kültürel siyasi-elitten destek bulursa hiç de boşa bir hamle olmamış olur.
Bir Başkadır’ın hiç hesap etmediği -ya da ettiği, bilemem- aktüel bir siyasal işlevi oluyor böylece.
Bu yazıyı o işleve dikkat çekmek için yazdım.
Bir dizi olarak ise doğrusu oyuncuları, yönetmeni ve esere katkıda bulunan bütün emekçileri tebrik etmekten başka bir şey elimden gelmez.
Umarım diğer bölümlerde ülkeye faydalı bir yönde evrilir de daha sanatlı bir Kurtlar Vadisi işlevi görmez.
Bu kadar sert bir şüphe belirttikten ve bu kadar laftan sonra ben dizinin geleceğinden –iyi mânâda– gayet umutlu olduğumu da söyleyerek yazıyı bitireyim.