Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Ertuğrul Zengin’di. Ertuğrul Hoca’yla İletişim Yayınları’ndan çıkan Akıncılar Hareketi 1970’lerde İslâmcı Gençliğin Oluşumu ve Eylem başlıklı kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Ertuğrul Hocam, yüksek lisans tezinizi Mustafa Sâtı Bey üzerine yapmışsınız. The Political and Social Thoughts of Satı Bey: Exploring the Ideology of an Ottoman Patriot başlıklı tezinizde Zafer Toprak ve Çağlar Keyder hocalar var jürinizde. Osmanlı Türkiye düşünce tarihi açısından oldukça kayda değer bir çalışma olmuş teziniz. Sâtı Bey’i Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin ve özellikle de Ziya Gökalp ile karşılaştırmalı olarak ele almışsınız. Akıncılar Hareketi üst başlıklı çalışmanızda Galatasaray Üniversitesi’nde 2017 yılında sunduğunuz Bir Toplumsal Hareket Olarak Akıncılar: Türkiye’de İslâmcı Öznenin Kurulumu ve Eylemi başlıklı doktora tezinizden yola çıkarak hazırladığınız bir kitabınız. Doktora tezinizde İslâmcı özne ve eylem kavramı ön plandayken burada biraz daha Akıncılar Hareketini odağa almışsınız. Elbette tezinizde de “İslâmcı Özne”nin kuruluşu Akıncılar hareketi üzerinden okunuyor ama neden böyle bir değişikliğe gittiğiniz sorarak başlamak istiyorum.
Ertuğrul Zengin: Öncelikle beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Doktora Tezim ile kitap arasında dört yıl gibi bir süre var. Elbette bu dört yılın tamamı tez üzerine çalışmakla geçmedi fakat tezim üzerinde zaman zaman geri dönerek tezimde yapamadığım bazı şeyleri koyma daha fazla değerlendirme gibi çalışmalar yaptım. Süreç biraz bu şekilde gelişti diyebilirim. Kitap okuyucusunun daha fazla Akıncılar hakkında bilgi görmelerini istemiş oldum. Böylece Tezimin teknik kısımlarını kısarak biraz daha okuyucuya yönelik bir süreç meydana gelmiş oldu.
Türkiye İslâmcığının entelektüel köklerini tartıştığınız bölümde İslâm ve İslâmcılığı muhafazakâr milliyetçilik içerisinde ele alıyorsunuz. İslâmcılığı Türk sağının kültürel tahkimatı olarak ele alan düşüncelere katılıyor ama eksik buluyorsunuz. Ancak size göre, İslâmcılığın milliyetçi muhafazakârlıkla örtüşen tek tezahürü bu da değildir. İslâmcılık 1940’lı yıllarda kendisine ayrılan kültürel alanı aşmış ve bir düzen teklifi olarak tekrar gündeme gelmiştir. Bu siyasal girişimin başarısız olduğu yerde kültürel alana çekilmiş 1960’lı yıllarda müstakil bir siyasi proje olarak kurumsallaşmıştır diyorsunuz. Bu süreci bir de sizden dinlememiz mümkün mü? Bu süreci günümüze kadar takip ettiğimizde hangi duraklardan geçmekteyiz?
Benim tezimde ve kitabımda teorik olarak yapmak istediğim önemli katkılardan birinin bu olduğunu söyleyebilirim. Özellikle, Osmanlı bakiyesi İslamcılığın (2. Meşrutiyet Dönemi İslamcılığı) artık Cumhuriyet Dönemine geldiğimizde kesildiği, diğer bir değişle 1924 sonrasına çok fazla taşınamadığını düşünüyorum. Bu alanda da Cumhuriyet dönemi ile birlikte yeni bir dönem açıldığı söylenebilir. Bunun sebeplerini kitabımda detaylandırdım burada kısaca söyleyecek olursam; orada bir kırılma var ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren Kemalizm rakipsiz bir ideoloji olarak ortaya çıkıyor. Onu birazcık Türkçülük takip ediyor. Daha sonraki dönemlerde ise biraz daha belirgin hale gelen Muhafazakâr Milliyetçilik ön plandadır. Özellikle Nurettin Topçu’nun Hareket Dergisi ile1939 yılından sonra özellikle Muhafazakâr Milliyetçilik görünür hale gelmiştir. İslam ise ancak bir kültür olarak yani milli kimliğin bir parçası olarak kendisine yer bulabiliyor, geri gelebiliyor diyebilirim. Geçmiş dönemleri incelediğimizde İslamcılık bir taraftan Muhafazakar Milliyetçilik içinde yer alırken bir taraftan da ondan beslenmiş ve ondan çok marjinal kopuşlar hariç bir kopuş yaşamamıştır. Bir anlamda bir kardeş çatışması gibi İslamcılık bazen Muhafazakâr Milliyetçilik ile daha fazla kavgalı oluyorken diğer bir taraftan ise bazen de daha birleşik oluyor. İslamcılık daha ziyade Necip Fazıl Kısakürek ile başlayan, devletin kimliği olarak İslam düşüncesine dayanan bir ideolojidir. Bu anlayışın daha çok 1940’lardan sonra oluşmuş, 1960’lardan itibaren aşama-aşama gelişerek sürmüştür.
Akıncılar Derneği ve hareketi ne zaman ete kemiğe bürümüştür. İslâmcı düşünce ve hareketler içinde Akıncılar’ı nereye yerleştirebiliriz?
Gençlik hareketi olarak Akıncılığın Akıncılar Derneği ile başladığını söyleyebiliriz. Fakat daha ziyade bir İslamcı gençlik hareketi 1969 senesinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ile olacaktır. Burada Burhanettin Kayhan’ın daha Türkçü diyebileceğimiz bir çizgi ile mücadelesi var ve bu durumda 1969’da yapılan seçimi Burhanettin Kayhan’ın kazanması ve MTTB’nin İslamcı bir çizgiye kayması bir dönüm noktası olmuştur. MTTB daha çok öğrenci ve gençlik hareketi olarak örgütlenmiş durumda. Akıncılar Derneği ise 1976’dan itibaren bu anlayışı işçilerden mahallelere kadar birçok alana yayma amacını taşıyordu. 1977’den sonra özellikle Akıncı Hareketi’nin çok etkili olduğunu söyleyebiliriz. Akıncı Hareketi’nin bu hikâyede ki asıl önemi ise 1978’deki dönüşüm ile birlikte daha devrimci bir çizgiye yönelip Milliyetçi çizgiden uzaklaşmaya yönelmesidir. Özellikle İran Devrimi’nin etkisiyle çok daha tavizsiz bir devlet karakteri olarak İslamcılık yaklaşımına yöneliyor. Elbette bu devrimci karakteri ve çizgiyi ne kadar geçekleştirebildikleri tartışılabilir ama en azından daha sağcı kabuktan çıkarak daha ideolojik, Ümmetçi bir İslamcılık anlayışı ortaya koyduklarını söyleyebilirim.
Akıncılar hareketini kendi içinde “birinci dönem” “pasif dönem” ve “aktif mücadele” dönemi olarak tasnif ediyorsunuz. Akıncıların, bu tasnifi yapmanıza neden olan temel kırılmaları nelerdir ve bu isimlendirme size mi ait, neden birinci dönem, aktif ve pasif mücadele sıfatlarını seçtiniz?
İsimlendirme tamamen bana ait, benim koyduğum isimler. Neden bu isimleri tercih ettiğim sorusunu da söyle cevaplayabilirim; öncelikle bir kuruluş dönemi var 1976’da kurulduktan sonra bir örgütlenme süreci söz konusu dolayısıyla 19676-1977 yılları daha çok bu örgütlenme ile geçmiş diyebilirim. Elbette bu hiçbir etkinlik yok, yalnızca örgütlenme ile geçilmiş bir süreç değildir. Ama daha çok küçük çaplı mahallelerde ve bazı illerde küçük birimler ve dernekler açma şeklinde etkinliklerin olduğu bir dönemdir. Bu süreçten sonra ise yani ilk kurumsallaşma döneminin ardından ve genel siyasi atmosferin etkisiyle, özellikle Milliyetçi Cephe hükümetlerinin varlığı ve İran Devrimi’ne giden süreç, önce Düşünce Dergisi ve daha sonra Şura Dergisi ile birlikte daha radikal daha devrimci ve köktenci bir dil ve anlayış ortaya çıkmıştır. Tüm bunların etkisiyle bir mücadele anlayışı doğuyor ve bu mücadele uzun süre kurumsallaşma sürecinin de etkisiyle çok pasif götürülüyor. Burada, pasif kavramı ile anlatmak istediğim daha korumacı yani dışarda bir çatışma var ve biz bu ortamda kendimizi nasıl muhafaza edebiliriz düşüncesidir. Bu ortamda şiddete mümkünse bulaşmamak eğer bulaşılırsa da bunu asgari düzeyde tutmak ana hedef olmuştur. Aktif mücadele ise 1979’dan sonraki dönem için özellikle kullandığım bir isimlendirme. 1979’dan sonra özelikle tabandan gelen ve gençlerden gelen bir baskı ile artık tabiri caiz ise mızrak çuvala sığmamaya başlıyor diyebilirim. Tabandaki ana düşünce ise partiyi de Erbakan’ı da çok dinlemeyip daha çok İran tarzı bir yaklaşıma dayanıyor. Tabanca oluşan bu enerjiyi konsolide etmek adına bu dönemde çok fazla mitingler, yürüyüşler yapılıyor. Özellikle Sakarya, Tatvan ve Of’ daki yürüyüş ve mitingler çok fazla katılımı olan ve çok etili olmuştur. Ben bu döneme daha çok sahada kendisini göstererek, toplumsal bir güç olduğunu göstermeye çalıştığı bir dönem olduğu için aktif dönem olarak adlandırmaya karar verdim.
Çalışmanızdan öğrendiğim kadarıyla 5 Ocak 1978’de 2. Milliyetçi Cephe’nin dağılışı Türkiye’deki İslâmcılık için gayet önemli bir tarih. Siz bu tarihi referans alarak “İslâmcı hareketin parlamenter sistem içerisinde kitlesel oy desteğiyle iktidar olarak yukarıdan aşağıya bir İslâmîleşme stratejisinin başarılı olamayacağı anlaşılmıştı.” Diyorsunuz. Bu yargıyı birkaç cümleyle olsun tartışmamız mümkün olabilir mi?
Elbette, şöyle ki İslamcı hareketin lideri diyebileceğimiz kişi o dönem, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren Necmettin Erbakan bunu kabul etmememiz gerekiyor. Erbakan’ın kafasında hiçbir zaman aşağıdan bir örgütlenme gelecek, toplumsal hareket olacak gibi bir düşünce yok. Kendisi çok fazla siyasi elitler ve parlamento üzerinden siyaset yapan bir kişidir. Bu anlamda daha dar kadrocu ve bu saydığım gruplar ile ilişkiler üzerinden siyasette yer alan bir isim. Bu bakımdan Türkeş ile çok farklı olduğunu söyleyebiliriz. Türkeş, daha çok parti ile halkı ve gençliği bir bütün içerisinde harmanlamak istiyor. Erbakan ise parti ve tabanı ayırma konusunda çok net ve Muhafazakâr birisi. 1978’de olan ise şuydu; o güne kadar hep söylenen biz iktidar olacağız İmam Hatipleri açacağız, Ahlak dersleri koyacağız vs. fakat önce 1977 genel seçimlerin de yaşanan oy düşmesi ve ardından 1978 seçimleriyle hikâye sekteye uğruyor.
Değerli Hocam, tüm konuklarıma sorduğum mutat bir soruyla sohbetimizi bitirmek istiyorum: Bundan sonra Ertuğrul Zengin okuyucuları hangi çalışmalarınızı okuyacaklar.
Ben yine Türkiye’deki İslamcı düşünce üzerine çalışmalarımı yapmaya devam etmeyi düşünüyorum. Bir İslamcı düşünür olarak Atasoy Müftüoğlu üzerine bir monografi çalışmam var. Birkaç ay içerisinde onu da tamamlayıp yayınlatmayı planlıyorum.
Ne güzel! Umarım onu da tamamlayıp yayınlarsınız ve sizi buradan yeniden konuk edebilirim. Katılımınız için çok teşekkür ediyorum.