İzmir’i ve çevresini korkuya, Sığacık çevresini ise acıya boğan 30 Ekim günü depremin olduğu saatlerde çalıştığımız yeri hızlıca tahliye etmenin ardından Kırkağaç’ta direnişte olan arkadaşlarımızla irtibata geçtik. Direnişteki arkadaşlarımızdan tecrübeli olanların İzmir’e arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere hazırlık yaptıklarını öğrenince birkaç arkadaş toplanarak madenci arkadaşlarımızla birlikte İzmir’e gitmeye karar verdik. Bizler bir tarafa, günlerdir haklarını almak için direnen, hali hazırda ciddi ekonomik zorluklar yaşayan işçi arkadaşların hiç tereddütsüz ‘gidelim’ demeleri yaşam için direnişlerinin de en büyük göstergesiydi.
Bizler de onlara katıldık. Elimizden ne gelirse yapma niyetiyle… Bağımsız Maden-İş’ten arkadaşlarla da konuştuktan sonra yanımıza biraz malzeme alıp yola koyulduk. Yardıma gideceğimiz yeri tam öğrenmek için İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki birkaç arkadaşla irtibata geçtik. Bizi üç gün geçirdiğimiz, o tavanla tabanın neredeyse birbirine yapıştığı Emrah Apartmanı’na yönlendirdiler. İlk gittiğimizde, bizim gibi tecrübesiz insanlar için şok anı denebilecek bir süre yaşadık. Ancak işçi arkadaşların tecrübesi ve bu tecrübeyle hemen harekete geçmeleri bizi de motive etti. Sabaha kadar aralıksız 8 saat boyunca çalıştık… İlk birkaç saat madenci arkadaşlarımız kesintisiz, konuşmadan çalıştılar. Sürekli kazma sallayıp toprak çektiler. Özellikle 6-7 arkadaşın yüzlerinde hiçbir ifade yoktu. 301 günlerindeki o travmatik hali tekrar yaşadılar… Üç dört saat sonra iletişim kurmaya başladılar. Bir yönüyle 301 acının hafızası tazelenmiş gibiydi.
İlk gittiğimizde olaya müdahil olan İzmir İtfaiyesi’nden ve çevre illerdeki kurtarma ekibinden insanlar vardı. İşler kendi doğalıyla ilerliyordu. Herkes bir tarafıyla enkazı kaldırmaya, enkazdan bir ses, nefes duymaya çalışıyordu… Biz saat 7-8 gibi oradaydık ve bizden 3-4 saat sonra gelen Ankara AFAD ekibi megafonla koordinasyonun kendilerinde olduğunun duyurusunu yaptılar.
‘HER ŞEYİ BİZ YAPTIK’ POZU
Yardıma giden madenci arkadaşlarımız 301 katliamında arama kurtarma ekibi içerisinde olan ve cenazeleri çıkarma işlerini yapan arkadaşlardandı. Göçükler ve kurtarma konusunda çok tecrübelilerdi. Gittiğimizde bu tecrübe hemen kendini gösterdi. Fakat şöyle şeyler yaşadık: Devlet sanırım madencilerin direnişlerini bırakarak bir insan canını dahi olsa kurtarma umuduyla yola çıkmalarına, halkın madencilere desteğine çok memnun olmamış ki madencilerin enkazdan insan çıkarma görüntüsünü verdirmemeye özen gösterdiler. Özellikle madencilerin birilerine ulaşmaya bir metreden az mesafe kalan yerlerde AFAD ve onlara bağlı çalışan İHH’cılar gelerek madencileri uzaklaştırıp yaralıları, cenazeleri kendileri çıkarıyorlardı. Bütün her şeyi biz yaptık imajı veriyorlardı basına.
Mesela en son 3. günün sabahına karşı, dışarda bekleyen kardeşinin de koordinasyonuyla madenci arkadaşlar Göztepe taraftarı olan genç bir arkadaşın yerini tespit etti. Epey ilerlediler ve ulaşmaya bir metre kaldı. Hatta çocuğun kişinin kişisel eşyalarına kadar bulundu. Tam orda kalkması gereken bir kolon vardı, insan gücüyle mümkün değil vinçle kaldırılması gerekiyordu. İşçiler kolonun altında olduğunu söylediler. AFAD’ın koordinasyonunda olan ve onların talimatıyla çalışan vince talimat verip kolonu kaldırtmadılar. Önce bizi dışarı yolladılar. Birkaç dakika sonra haber geldi ki tam bizim kolunu kaldırtmak istediğimiz yerden iki kişiye ulaşıldı. Bu şekilde madenci arkadaşların neredeyse nokta atışıyla bulduğu altı kişiyi madencilerin çıkartmasına müsaade etmediler. Bunun yanında bir cenazeyi de yaralı diye kameralara şov yaparak çıkarmaya kalkıştılar. İktidar siyaseti trajedinin ortasında dahi poz vermekten, algıyı yönetmekten geri durmadığını bir kez daha orada görmüş olduk.
Enkaz başında, o moloz yığınının içinde bir yaşam umudu ararken önünüze molozların arasından çıkan kıyafetler, kitaplar, orada o 24 dairelik binada yaşayanların da bir izdüşümü aslında… Etrafta ise enkaz altındakilerin yakınları dışında hatırı sayılır büyüklükte “seyirci” vardı. Sadece trajedi izlemeye gelmiş meraklı bir yığın…
KAHREDEN BEKLEYİŞ
Bu üç günde beni en çok etkileyen iki şey vardı. Biri enkazın kenarında otuzlu yaşlarda genç bir çiftin annelerine bıraktığı üç yaşındaki çocuklarının ve annelerini bekleyişleriydi. Üç gün boyunca yazlık kıyafetlerle, o soğukta, ayazda, abartısız yemeden içmeden bekledirler. Muhtemelen çocuğu çalıştıkları için annesine bırakmışlardı. Anne kucağında çocuğuna ait bir oyuncağa sarılmış bekliyordu… Arama kurtarma köpekleri üçüncü gün, içinden o anne babanın çocuğunun çıkacağı yere, sanki çocuğun cenazesini çıkartıp anne babaya manzarayı göstermek istemiyorlarmışcasına eğitmenlerinin ısrarlarına rağmen girmemek için direttiler.
Bu genç çiftin gözlerindeki umutsuzluğu, acıyı üç gün izledim. Gerçeği bilir ama duymak istemez halleri beni çok etkiledi…
Bir diğer konuysa enkazdaki Göztepe taraftarı olan genç arkadaş için asılan bayrağın fotoğrafı sosyal medyada yayılmasının ardından yüzlerce taraftarın bölgeye gelmesiydi. Gelip hem enkazda çalışmaya yardımcı oldular hem de lojistik olarak yardımlaşmaya katkı sağladılar. Beni sarsan ise aslında şuydu: İnsanların bu göçük altındakinin Göztepe taraftarı olduğunu öğrendiği için gelmiş olmaları. Ne yani bizim ortak paydamız insanlığımız değil de taraftarlığımız mı? Taraftarlık aidiyetinin insanlık aidiyetinin önüne geçmiş olması…
Enkaz çalışmaları dışında şahit olduğum ve gözlemlediğim kadarıyla, il ve ilçe belediyeleri açısından durumun pek parlak olmadığını da söylememek enkazdaki üç günün fotoğrafı açısından eksik kalır. İlk gün için çok hazırlıksız bir belediye örgütlenmesi vardı. Evet, büyükşehir belediyesi tüm araç gereçlerini olay yerine seferber etti. Ancak ilk gün orada yakınlarını bekleyenler için çay ve çorba dağıtmak dışında pek bir şey yapamadılar. İkinci gün çadırlar ve stantlar kurmaya başladılar. Aslında belediyenin hazırlıksız ve koordinesizliğini gösteren kötü tarafı orada bir vatandaş gelip bir şey talep ettiğinde, örneğin çadır talep edildiyse “ben yetkili değilim şuna gidin buna gidin” diye yaklaşık 6-7 basamak atlattırıp anca ihtiyacın karşılandığını gördüm. Bunların yanında doğal afetlerin değil binaların insanları öldürdüğünü düşünürsek yeşil alan, toplanma alanı konusunda dört dörtlük denilecek bir planlama yapan belediye bina denetimleri, estetik olarak da şehrin dokusunu bozan yüksek katlar kısmında aynı tavrı göstermemesi de sorgulanması gereken bir durum. Çünkü biliyoruz ki(!) meslek odalarının ve duyarlı İzmir halkının karşı çıkmasına rağmen tam da yıkımın olduğu bölgede, imar değişikliği ile gökdelenler ve çok katli binalar yükselmeye başladı. İşin rant boyutu çok ama çok büyük.
BESLEMELER ORADA SOSYALİSTLER NEREDE?
Devlet ise tüm beslediği kurumlarla oradaydı. İHH, Kızılay’ın yanı sıra ENSAR, TÜRGEV ve İkram Vakfı da vardı. Yani devlet imkânlarından faydalanan, iktidara yakın vakıflar doluydu alan. Tamamı lojistik sağlıyor ve AFAD ile koordineli çalışıyorlardı.
Türkiye sol sosyalist hareketinin böylesi bir olayda ise varlığının, esamisinin okunmuyor olması ise ya da devede kulak bile olamaması kendi mahallemiz, sol açısından oldukça vahim bir durum. Öyle ki; üç beş kendi inisiyatifiyle bir şeyler yapmaya çalışan gençler hariç solun bırakalım sesini duymayı, görüntüsünü bile görmek pek mümkün değil… Sahada onlarca tarikat ve cemaate bağlı gençleri görünce, hele ki bir de Kızılay’ın büyük oranda gönüllülerden oluşan genç ordusunu üzerine ilave edersek, insan üç-beş yelekli, eli iş tutan insan aramıyor da değil. Bizim cenahın ise orada hiç olmaması üzücüydü. Üç gün neredeyse 3-5 saat uykuyla durduğum o enkaz ve çevresinde sol, sosyalist kesimin hayat pratiğini, 70-80’li yıllarda yapılan halkla dayanışma ve birlikte mücadeleyi çoktan terk etmiş olduğunu gördüm. Gençlik yok, sadece ajitasyonla kendini sürdüren taraftalar.
Dönüş yolunda İzmir merkeze uğradık. Şehir o kadar sessizdi ki adeta terkedilmiş hayalet şehirler gibiydi. Kenar mahallelerde ise hayat normal akışında ilerliyordu. Anlaşılan müstakil yazlıkları olanlar, ekonomik açıdan rahat olanlar İzmir’i terk etmişti. Yoksullar, yoksulluk korku nöbetini tutmaya devam ediyordu… Çeşitli sol örgütlerin varlığını orada gördük. Küçük çaplı çalışmalar vardı fakat kendi mahallelerine propaganda yapmanın ötesinde ciddi bir şey yoktu. Bu üzüntüleri kendi adıma bir süreliğine rafa kaldırmayı düşünsem de üzüntümün kaynağı olan siyaset alanın boş kalması ve olası krizlerde neyi nasıl ne şekilde yapacağımızı çözümleyecek fikre doğru yol almamızı rafa kaldıramayacağım. Çünkü gelecek ancak sol, sosyalist, devrimci fikrin ve pratiğin hayatın içinde yeniden kendini diriltmesiyle güzelleşecektir.