Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in misafiri Emel AKAL’dı. Emel Hanımla İletişim Yayınları’ndan çıkan Müslüman Komünistler Petrograd-Kazan (1917-1918) kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Emel Hocam çalışmanızda Türkiye üniversitelerinde tarihin nasıl çarpıtıldığına ve yaygın intihallere dair örneklere yer veriyorsunuz. Kitabınızın neredeyse böyle bir tartışma ile başlamış olması bu konuda ne kadar mustarip olduğunuzu da gösteriyor herhalde. Tarih bölümlerine sinen Türk-İslam sentezci düşüncelerin bu bilime etkisi ne yönde ve nasıl olmuştur?
Emel Akal: Ben tabii büyük bir acı ve üzüntüyle izliyorum üniversitelerimizin halini. Sadece tarih bölümlerinde değil; tüm sosyal bilimlerde intihal, orijinal olmayan tezler olduğunu hepimiz biliyoruz. Tabii fen bilimlerini ancak fen bilimciler -bu konuda neler yapıldığını neler yapılmadığını- söyleyecekler. Çok çok eskiye gitmeye gerek yok. Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkeslerin atıldığı 1947 olaylarını bile baz alsak, bu yeni bir olay ya da son 20 yıla mahsus bir felaket değil. Türkiye’de özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında anti-komünizmin, anti-Sovyetizmin, dünyanın ikiye bölünmesiyle -bir tarafta kapitalist dünyanın, öbür tarafta sosyalist dünyanın varlığıyla- kapitalist dünyanın “demir perde gerisi” diyerek Soğuk Savaşla olağanüstü büyük bir mücadele başlattığı koşullarda, bu savaşın tam ortasında yer alan Türkiye’den ve Türkiye üniversitelerinden söz edebiliriz. Türkiye’nin birkaç üniversitesi dışında resmî ideolojinin dışında bir şey yazmak mümkün olamamıştır. Şimdi bakın, üniversite nedir, ne değildir tartışmalarında Boğaziçi çok gündemde. Boğaziçi’ne, ODTÜ’ye -bunlara birkaç tane daha ekleyebiliriz- neden üniversite diyoruz da diğerleri için diyemiyoruz. Bunun bir tek nedeni var. Üniversite tekke değildir, camii değildir, tarikat değildir. Orada şeyhler, imamlar, müritler, inananlar… yoktur. Üniversite bütün dinlerden, bütün ideolojik görüşlerden azade, herkesin her şeyi savunabileceği, çalışabileceği -eğer bilimsel esaslara göre kanıtlayabiliyorsa- yazabileceği bir ilim- bilim yuvasıdır. Böyle olmak zorundadır. Öyle midir peki, hayır! İşte bugün zar zor üniversite dediğimiz üç beş kurumda, sol kesimin de bazı tezler yazabildiği, özgür düşünceli hem öğrencilerin hem hocaların nefes alabildiği yerler bulmak mümkündür. Yoksa o kadar zor değil üniversite açmak. Yeter ki, siz orayı tekke haline getirmeyin. Bugün Atatürk Üniversitesi’nden sosyalizmi savunan bir tez çıkması mümkün mü? Mümkün değil! Ben size Teşkilat-ı Mahsusa’yı öven onlarca tez söyleyebilirim. İttihat Terakki’ye karşı olunmasına rağmen Teşkilat-ı Mahsusa’yı öven resmî ideolojinin argümanları buralara da siner. Fakat son 20 senedir intihal başını alıp gitmiş durumda. Ben bu konuda YÖK’e de müracaat ettim. Beni üniversitenin dışına attılar ama benim tezlerimle doktor olan, belki şimdi profesör bile olan olmuştur. Özgün yazanlara özgün konu araştıranlara değer vermeyen; kendi söylediklerine uygun şeyler yazanların akademisyen zannedildiği üniversiteler son 20 senede daha da beter hale gelmiştir. Ama şuna da inanıyorum: böyle bir dibe vuruş, böyle bir çürüme olmadan da pek yukarı çıkılmıyor. Sanırım bizim üniversitelerimiz dibe vuruşun sonuna geldi.
Rusya Müslümanlarını inceliyorsunuz kitabınızda. Rusya Müslümanları deyince hangi coğrafyayı ve nereyi anlamak gerekiyor? Ayrıca bu insanları Türk mü Tatar mı ve/ya Müslüman şeklinde mi tanımlamak gerekiyor?
Bizim tabii -sol cenahın- çok ilgi göstermediği bir konu bu. Çünkü PanTürkizmin ya da Panİslamizmin yapılmadığı bir ideolojik görüşe sahip bizim cenah, enternasyonalist bir bakış açısıyla dünyaya bakar. Dolayısıyla Türkiye’de İslam-Türk üst başlığı altında Aydınlar Ocağı, Türk İslam sentezi başlığı altında resmî ideolojinin ve devletin arkasında olduğu vakıfların, dergilerin, kurumların… incelediği- araştırdığı “dış Türkler”, “esir Türkler” şeklinde yüzlerce binlerce makale bulacağımız bir ortamda biz pek buralara bakmadık ama şu çok açık: Doğan Avcıoğlu’nun Türklerin Tarihi diye bir kitabı vardır. 12 Mart Askeri Darbesinde duyduğu büyük acıdan sonra kendisini sanıyorum derin tarihe vermiştir. Çok kadim, çok eski, çok geniş hakikaten ırkçılık yapmayacaksan mensup olmaktan övüneceğin Timur’dan Cengiz’e kadar giden bütün Sibirya, bütün Orta Asya hatta daha sonra Hazar Denizi kıyıları, İdil-Ural Cephesi, Kafkasya… Kafkasya’da bizim Çerkez dediğimiz ama Çeçenler, Karataylar, İnguşlar, Avazlar, Osedler, Kabaltaylar, Balkarlar… Doğayla barışık, daha çok tarım yapan, geç uluslaşmış -bu kadar geçmişi olmasına rağmen- kabileler halinde yaşayan (onun için Çerkezler bu kadar bölüktür) binlerce kilometreye yayılmış bir coğrafyada dağlar, denizler, nehirler, çöllerle ayrılmış; ama Rus baskısıyla beraber (önce Altın Ordu Devleti alınır. Ondan sonra 19. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar artık Rusya bütün o Türk ve Müslüman kesimlerin yaşadığı coğrafyayı ele geçirir.) ezilen ulus olarak inceleyebileceğimiz bu topluluk, kendilerini tek tek savunmak yerine Rus Ortodoksların karşısına Müslümanlar olarak çıkmıştır. Öyle ki, Müslüman olmayanlar bile bunun içine girmiştir. Mariler, Ceremişler, Şaman hatta aralarında Ortodoks animistler olduğu halde Müslüman kimliği altında kendilerini savunma, bir kimlik edinme, mücadele etme savaşı içinde olmuşlardır. Benim incelediğim Müslüman komünistler bir itikatla ifade edilen bir kelime değildir, kendilerini Müslüman olarak tanımlamayıp bir üst kimlik olarak büyük Müslümanlığı kabul etmiş kabileler toplamıdır. Arzu ederseniz bu kabileleri de sayabiliriz.
Tabii Hocam, buyurun.
Türkiye’de “Hepimiz Türküz! Ne demek Tatarız” demek şeklinde bir ideolojik hegemonya var. Buna uygun olarak, “Tatar” demeyi bile büyük bir öfke ile karşılıyorlar. Bu bugünkü bir hegemonik savaşın değil; 20. yüzyılın başındaki hegemonik mücadelenin bir sonucu. Örneğin Yusuf Akçura “Ne demek Tatar işte hepimiz Türk’üz” diye yazıyordu, konuşuyordu. Hem Osmanlı’da İstanbul’da hem Rusya’da Kazan’da. 1900’lerin başından itibaren verilen bir ideolojik mücadelenin ürünüydü bu, “hepiniz Türksünüz Müslümansınız” mücadelesi. İşte Türk denilen o tarihlerde milyonlarca -yaklaşık 20 milyon- ki bunların içerisinde Kırım Tatarları, Türkmenler, Başkurtlar, Kırgızlar, Tacikler, Çerkezler, Özbekler, Kazaklar, Yakutlar gibi birçok farklı unsur var. İşte bu büyük coğrafyada büyük bir insan topluluğu kendisini Türk ve Müslüman olarak tanımlamaya çalışıyor ve bu kitapta da bunların macerası anlaşılmaya çalışılıyor.
Hocam bu dönemde oradaki Müslümanların gözlerini dönüp baktıkları bir Osmanlı İmparatorluğu var. Yani onları ilgilendiren bir imparatorluk Osmanlı o dönemde. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya’daki Müslümanlar arasındaki ilişkileri, gerilimleri ana hatlarıyla özetlemek nasıl mümkün olabilir? Kitabınızda ayrıntıları ile tartışıyorsunuz bu mevzuyu hatta halifeliğe kadar getiriyorsunuz. Burada kısaca bahsedecek olursak neler söylemek istersiniz?
Benim daha önce yazdığım bir makalede de bu meseleyi çalışmıştım. O kadar yakınlar ki, şaşkınlık içinde kalmıştım ben. Çok uzak zannediyorsunuz değil mi bugünkü gibi teknolojinin, cep telefonunun, internetin olmadığı koşullarda? Ama insanlar bir iletişim yolu buluyorlar…Bakın Kazan Türkleri için, İstanbul ve Kahire, onların bütün ulemalarının yetiştiği yer. Kendileri bir ulus olarak Rusların altında ezilirken, kimliklerini ve dillerini yaşamada zorlanırken İstanbul, Osmanlı’nın başkenti. Çok, çok büyük bir sevgiyle ve hayranlıkla baktıkları bir yer. Oradaki Müslümanlar Balkan Savaşlarında maddi yardımların dışında Osmanlı’ya yardım etmeye, savaşmaya geliyorlar. Yine bu insanlar bahsettiğim gidiş gelişlerin dışında, 1905 Devrimi ile Rusya’nın korkunç altüst oluşuyla, Rusya’da var olmaya çalışıyorlar, ekonomik güç elde etmeye çalışıyorlar. Feodal ilişkileri var, ekonomik ilişkileri var, her türlü, Rusya ile ilişkileri var. Sınıflı bir toplum, okuma yazma oranı son derece düşük ama bunun yanında köylere kadar uzanan medreseler de var. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başı ile birlikte, Cedit Hareketinin başlaması, Cedit mekteplerinin açılması, Rusya’nın Müslümanlara yönelik mektepler açması, dolayısıyla bu kesimlerin Tatarlar başta olmak üzere Rusça öğrenmeye başlaması, bu arada demir yolunun yapılması, demir yolunun yapılması ile birlikte Petersburg’un ve Moskova’nın Kazan’la ve Sibirya’yla ticari ilişkilere başlaması… Bütün bunları göz önüne alırsanız; o kadar dinamik, o kadar hareketli, o kadar geçişkenliği olan bir hayat ki, durağan hiçbir şey yok. İşte bu süreç içerisinde 1905 Devrimiyle artık partiler kurmaya, kongrelerde toplanmaya, kendileri için taleplerde bulunmaya başlayan Türkler -ki bunların içerisinde Yusuf Akçura’nın bulunduğunu da biliyoruz- 1908’den sonra Osmanlı’da II. Meşrutiyetin ilan edilmesi ile birlikte, Rusya’daki, bu farklı coğrafyadaki Türklerin, Müslümanların liderlerinin İstanbul’a gelmeye başladığını görüyoruz. Türk Ocağının kurulması, Yusuf Akçura’nın Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak kitabının İstanbul’da çok ciddi tartışılması, tam bu süreç içerisinde Balkan Savaşı ile birlikte Osmanlı’nın Balkanlar’daki bütün topraklarını ve Afrika’daki bütün topraklarını kaybetmesi dolayısıyla Osmanlı’daki Türklerin, Turan diyerek ideolojik olarak da, dinsel olarak da gözünü Rusya’daki Müslümanlara çevirmesi, bu süreçte Osmanlı halifesinin bütün dünya halifesinin bir Panİslamist politikalar izlemeye başlaması… İşte bütün bunlar, çok yakın ilişkiler içerisinde. Birbirlerine ideolojik transferler yapıyorlar: Örneğin 1905 Devrimi ile gelenler daha sonra İttihat ve Terakki’nin içerisindeki halkçılık hareketini başlatanlar olacaklardır. Onun için ilişkiler çok yakındır demek mümkündür. Ama devletin yani Osmanlı Devleti’nin, Rusya’da yaşamakta olan Müslümanlara yönelik siyasi politikaları, özellikle 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla başlayacaktır. Nedir bunlar? Savaşı kazanırsak Turan bizim olacaktır. Tabi aynı politikalar Almanya için de vardır. Bu dönem bir macera romanı gibi, izlemesi oldukça zevkli, araştırması oldukça keyifli bir dönem.
Hocam siz “ben bu kitabı bir devrim nasıl yapılır ve nasıl kurulur onu anlamak için yazdım. Bu arada da oradaki ulusal sorunla Lenin nasıl baş etti, buradan acaba biz bugünkü Kürt sorunu için bir örnek, bir stereotip çıkartabilir miyiz, bunu öğrenmek için yazdım” diyorsunuz soruyu ikiye bölmek istiyorum izninizle bir devrim nasıl yapılır, nasıl korunur?
Evet, 15 yaşından beri Sovyet tarihini, Şubat- Ekim Devrimlerini okuyan biri olarak, bu yaşta bu kadar birikimden sonra tekrar bu meseleye döndüğümde şunu gördüm: yani bir devrimin nasıl yapıldığını, Şubat Devriminde kitlelerin nasıl sokağa çıktığını, sokağı nasıl koruduğunu, daha önce yasaklanmış olmasına rağmen politik örgütlerin varlığının ne kadar önemli olduğunu, küçücük bile olsa bir kalkışma durumunda nasıl bu örgütlerin militanlarının o kitleler içerisinde gazetelerle, dergilerle, ajitasyonla, propagandayla örgütlenme meselesine başladığını, Şubat ayından Ekim ayına kadar geçen aylar içinde sokağa dökülen ve sokağı ele geçiren işçi-köylü ve askerlerin eline almak üzere olduğu iktidarı vermemek için çabalayanların ağırlığı nasıl devirmeye razı olduğu -özellikle burjuvaziden bahsedebiliriz tabii ki onların da partisi var- bu süreçte halka söz veren emekçi ve halka söz veren partilerin verdikleri sözleri tutmayınca -özellikle barış konusundaki sözlerini tutmayınca- bu kitlelerin tansiyonunun nasıl yükseldiğini, sokakları nasıl hiç bırakmadıklarını… Son derece bilinçli örgütlenmenin varlığı ama öteki yanıyla -bunu mutlaka söylemek gerekiyor- kendiliğinden bir hareketin varlığı, öyle ki Bolşevik Partisinin sahip çıkamadığı durumlar var. Sokaktan içeri alamadığı durumlar var, silahsız yapmaya karar verip halkın elinden silahı alamadığı durumlar var. Çünkü tabi bu çok önemli bir ayrıntı, bir devrimin nasıl yapıldığıyla ilgili, Rus ordusunun bölünmesi çok önemli. Rus ordusunu oluşturan milyonlarca askerin artık savaşmak istememesi, yani devleti koruyan ordunun üyelerinin artık o devletin değişmesi gerektiğini savunmaya başlamasıyla birlikte yükselen dinamizm… Bütün bu süreçlerde Bolşevik Partinin varlığı, Bolşevik Parti kadar Lenin gibi bir liderin ne yapmak istediğini çok iyi bilen, neyin nasıl olacağını tahlil eden bir dönem. Bakın bu dönemde eğer SR’ler ve Menşevikler arasında burjuvaziyi dışarı atarlarsa barış imkânı vardır diyenler ama SR’lerin ve Menşeviklerin asla buna yanaşmayıp tersine Bolşevikleri yok etmeye kalktıkları bir dönem… Yani öyle bir laboratuvar ki…
Hocam sizin SR’ler dediğiniz, seyircilerimiz için tekrar edelim, Socialist Revolutionaries, Sosyalist-Devrimciler, onların isimlerinin baş harflerinin kısaltması anlamında SR’ler kullanılıyor. Evet lütfen buyurun hocam.
Evet, Sosyalist-Devrimciler anlamında Rusçasından bir kısaltma SR. Senin de dediğin gibi onun kısaltılmışı. Rusya’da aslında böyle bir gelenek var, bunu bize taşıyanlar da oradan gelenler aslında. Bizdeki kısaltmaların birçoğu da bu Rusya’dan gelenler tarafından gündeme getirilmişlerdir.
Devrimin iletişim ve ulaşım araçlarına nasıl el koyduğu daha önemli. Bununla ilgili kitapta bir bölüm var: sosyalist devrimcilerin nereleri nasıl tuttuğu, kışlık sarayı nasıl kontrol altına aldığı, dolayısıyla adım adım hem sosyolojik olarak, sosyo-politik olarak, hem de teknik olarak iktidarın nasıl burjuvaziye bırakılmadığını anlatıyorum. Bu çalışmayı yaparken, tabi bu çalışma üç sene +50 sene diyorum ben buna. Çünkü bu kitabı yazmadan çok kısa bir süre önce şunu çalışıyordum ben. 1789’da ne oldu, devrimi kim yaptı kim aldı, 1848 Devriminde ne oldu, 1871 Paris Komününde ne oldu, 1917’de ne oldu? Devrimler yapılıyor, iktidarlar bazen kısa süreyle alınıyor ama o nasıl oluyor da bu durum korunamıyor? İşte, devrim nasıl yapılıyor ve nasıl korunuyor meselesinde yani devrimin korunamamasının nedeni hem iç dinamikler, yerli burjuvazi, egemen sınıflar hem de dış devletler. Egemen devletler silahlı bir iç savaş başlatarak o devrimin başarısızlığa uğraması için ellerinden geleni yapıyorlar. Egemenler devrimci iktidarın tepesine çökmemiş olsa, uğraşmamış olsalar, sohbetlerde Bolşevikler iktidara gelmişler ne yapalım artık deseler durum çok daha farklı olacak. Belki böylesine büyük acılar çekilmeyecek ya da devrim rayından çıkmayacaktı. Bu cümlemi açmak istiyorum tabii, biz ne isteriz? Barış, eşitlik, güzel günler, aşk, sevgi değil mi? Marşlar, şarkılar, türküler üreteceğiz, bölüşeceğiz, paylaşacağız derken üç senelik bir kızıl ordu haline dönüşür bütün Bolşevikler, komünistler. Tabi savaş Bolşevik olsan da savaş, komünist olsan da savaş olmasan da savaş… Yıkım anlamına geliyor, seni bir savaş makinasına çeviriyor… Yani Kızıl ordu giysileriyle partiye girmeye başladıkları anda savaşın kuralları çok acımasızca işler.
Devrimin ulusal sorunu çözüşü bugün bize Kürt sorunuyla ilgili nasıl bir örnek oluşturur?
Ulusal sorunu incelerken ben de bu sorunu düşünüyordum… Rusya’da ne oldu, Bolşevikler ve ezilen ulus arasındaki ilişkileri düşündüm, tabi bunun üzerine doğrudan çalışmış değilim. Sonuçta devrim sürecinde tek üzülen Türkler ve Müslümanlar değil tabii ki! Ukrayna meselesi, Beyaz Ruslar… Tabi birçok ulus orada ezilen unsurları oluşturuyor ama Müslümanlara baktığımız için biz, ne vadetti Bolşevikler, neyi savunuyorlardı ve ne olduğuna bakarken, Rusya’da böyle oldu ve benzeri derken şu soruyu sordum: Türkiye’de de bir ulusal sorun varsa bu ulusal sorununun çözümünde Bolşevik Devrimi bizim ne gibi dersler çıkartmamıza yardım ediyor? Bu şekilde baktığımızda Türkiye’de Kürtler, Rusya Müslümanlarıyla kıyaslanmayacak kadar gelişkin. Okuma yazma sorununun bile olduğu bir coğrafyada, Bolşevikler; Tatarlara, Çuvaşlara veya Özbeklere ulaşmak için Rusçayı yayın organında götüremiyorlar. Çünkü bu kişiler Rusça bilmiyorlar. Özbekçe yazamıyorlar çünkü Özbekçe de bilmiyorlar yani okuma yazma bilmiyorlar. Kavram ve kategoriler yok. Kitaba koydum mesela Molla Nur Vahidov propaganda yapar “canavarların ağzından çıkan yılanların alevlerini yok edeceğiz. Rus Bolşevik yeni kapitalist burjuvazinin elinden mülkiyeti alacağız” o dönemde böyle kategoriler yok ama bugünkü Türkiye’de Kürtlere baktığımızda ne kadar eğitimli ne kadar gelişkin… Tüm meselelerde, tüm mesleklerde kendilerini ifade edebilen Kürtler; kadınları Türk kadınlarından daha eğitimli bu çok açık. Bunları görüp fark edince rahatladım. Rusya’da yüz sene önce Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı sorunlar Türkiye’de söz konusu değil çünkü; o nedenle de Türkiye’de bu sorun hakikaten çok kolay çözülecektir. Bütün mesele birlikte yaşama iradesi veya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesi içinde ayrı yaşama hakkını da savunmak zorunda olan Sosyalistlerin varlığı koşullarında çözüme kavuşturulacaktır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkını savununca illa ayrılmayı savunduğunuz zannediliyor. Halbuki bu medeni hukukta boşanmayı savunmak gibidir. Boşanmak bir haktır ama bu illa insanların ayrılması gerektiği anlamına gelmez. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı da ayrılmayı savunmaktan apayrı bir şeydir.
Lenin şunu söyler: Ezen ulus ayrılmayı, ezilen ulus birliği savunur. Ezen ulusun mensupları ezilenlere gidip de “ay birlikte yaşayalım ne kadar iyi olur” demeyecek. Senin hakkın diyecek. Ezilen ulus ise “yok canım niye gidiyorum ki, birlikte yaşayalım” diyecek veya demeyecek onu nasıl çözeceğiz bilmiyorum. Ama benim kitapta özellikle anlattığım bütün örneklerden çıkan şey şu: ezen ulus komünistlerinin hiçbir şekilde ezilen ulusa mensup komünistleri aşağılama, dışlama, küçümseme hakkı olmamalı. Hiçbir şekilde Grassis’in sorunları da bizim için söz konusu değil. Mesela kadın konusu, Rus olan Müslüman olmayan komünistlerin en büyük üzüntüleri. Kadınların hiçbir hakkı yok, kadınlar satılıyor, dört tane eş alınıyor. Nasıl olacak, sosyalizmden bahsediyoruz ama burada feodal alışkanlıklar var. Bizde böyle bir şey yok. Tam tersine, eş başkanlık ilişkisini geliştirmiş olan Kürtlerden öğreneceğimiz çok şey olduğu için Türkiye’deki meseleye büyük bir iç huzuruyla baktım.
Kitabınızı Mustafa Suphi yoldaşa ithaf ediyorsunuz. 28 Ocak 1921’de katledilmişti Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı. Nazım Hikmet onların arkasından “on beş kere açtı göğsünü/ on beş kere örtüldü/ on beşlerin hepsi/ bir komünist gibi öldü” diyordu. Mustafa Suphi Yeni Dünya gazetesi ve Türk Sosyalistleri Konferansı ile ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
Mustafa Suphi’den bahsetmeden önce şuna da değinmek isterim. Türkiye’de çok yakından tanınan Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Mustafa Suphi, Şerif Manatof gibi isimlere ben bu kitapta başka bir açıdan ışık tuttuğum kanaatindeyim. Yusuf Akçura’yı herkes bilir, Yusuf Akçura’nın Rusya’ya I. Dünya Savaşı sonrasında Türk esirleri için gönderildiğini de bilir ama hiç kimse oraya Zeki Velidi Togan’la birlikte bağımsız bir Türk devleti kurmak üzere Osmanlı’nın temsilcisi olarak gittiğinden bahsetmez. Ben Osmanlı’nın müdahalesinin Rusya’daki Müslümanların ve Türklerin Moskova’daki Sovyet Hükümeti ile ilişki kurmasındaki bir dış müdahale olması konusuna çok büyük bir yer ayırdım. Eğer Osmanlı’nın böyle bir müdahalesi olmasaydı Yusuf Akçura kadar Rusya Tatarları için hatta tüm Müslümanlar için bu kadar parlak ve saygın bir isim, Osmanlı Devleti adına gidip bu kadar çalışma yapmış olmasaydı, belki de Rusya tatarları Sovyet hükümeti ile uzlaşmayı, birlikte çalışmayı gündeme getirecekti. Dolayısıyla bu kitapta Zeki Velidi Togan’ın (Validov) hatıralarını üç kere filan şaşkınlıkla okumuşumdur. Validov’un, Rusya’da eğitim gören, Almanya’da doktora yapan ve Türkiye’de de ders veren bir adam olarak nasıl bu kadar bilimsel standartların dışında bir kitap yazdığının eleştirisini de Türkiye’de ilk defa ben yapıyorum sanırım. Bir Tatar uzmanı, Tatarlar konusunda doktora yapan bir arkadaş bana dedi ki “Ay ben hep kendimde kabahat buldum, sen de mi öyle düşünüyorsun?”. Gerçekten de bu kadar işin içinde olup bu kadar kötü yazılan bir kitap daha yoktur. Bizde de Zeki Velidi Togan hakkında çalışma yapanların, adlarının önünde profesör yazan hocalarımızın, sadece onun yazdığı anılarla döneme ışık tuttuklarını zannedenlerin, benim yazdıklarımla bambaşka bakış açısıyla bakıp Rusya’da belge çıkartarak o döneme ışık tutması gerektiğini düşünüyorum.
Gelelim Mustafa Suphi’ye… Benim ablam Mülkiyeli. O Mülkiye’ye 1967’de girdiğinde ben daha ortaokul talebesiydim. Onunla birlikte sosyalist olmuş bir insanım. Dolayısıyla 10’lu yaşlarımdan bu yana -tabii bugünkü gençler 60’ları 70’leri bilemeyecektir- bizim için Nazım Hikmet’in yazdığı şiirler, Rusya’ya gitmesi, 15 yoldaşın Karadeniz’de öldürülmesi o kadar romantik, o kadar heyecanlı, o kadar içimizi yakan bir şeydi ki… Şimdi ben bunca yıl sonra o günleri gün gün incelemekten Suphi yoldaşın Kazan’dan Moskova’ya nasıl gittiği, Moskova’dan Kırım’a nasıl gittiği üzerine bir şeyler yazmaktan dolayı çok mutluyum. 100. yılında bu kitabın denk düşmesi hem Türkiye Komünist Partisi üyesi biri olarak hem Mustafa Suphi yoldaşın -o benim 15-16 yaşımda Rusya’da Ekim Devrimi’nin ateşleri içinde Lenin’le tanışmış Komintern toplantılarına katılmış, Stalin’le aynı masaya oturmuş bir yoldaş hakkında ince ince bir şeyler yazabilmenin onurunu taşımak doğrusu benim için de çok büyük mutluluk oldu. Sadece Türkiye komünistlerinin değil, Rusya Müslümanları için de ne kadar önemli bir siyasi bir aktör olduğu benim kitabımda görülüyor.
Ozan Kurt adlı izleyicimizin de bir sorusu var, direkt aktarıyorum: “Hocam ezilenlerin ayrılma ezenlerin birleşme talebi bağlamında Avrupa Birliği nereye oturtulabilir? Ezilenlerin bu devlet toplum kompleksiyle birleşmek istemesi ne anlama gelir?”
Soru çok güzel bir soru. Ben sadece şunu söyleyeyim; verili dünya koşullarında, devletli toplum koşullarında devletsiz toplum hayali kurmak elbette mümkün. Ama reel politik açısından siyaset nasıl akar bilemiyorum. Yani ezilenlerin bu devlet toplum kompleksi ile birleşmek istememesi sonucunda ne olacaktır? Kuzey Kore gibi dünya ülkelerinden tamamen kopmak mümkün müdür? Sanıyorum son 300- 400 yıldır -daha öncesinde de aslında Roma’da bile bundan söz edebiliriz- devletlerarası ilişkiler ittifaklar maalesef devletlerin bugününü de yarınını da belirliyor. Bu verili toplumsal formasyonu, dünya formasyonunu değerlendirerek bakmak lazım.
Emel Akal okuyucularını bundan sonra hangi çalışmalar bekliyor?
Allah ömür verirse, zihinsel fonksiyonlarımı korumaya devam edersem 1920’ye kadar olan süreci yazmak istiyorum. Ama bu covid-19 hepimizde hayatta kalmak, yaşamak gibi korkunç bir başka şeyi gündeme oturttuğu için kitap yazmak, bir şeyi araştırmak, o vecd haline girmek maalesef bende geçen mart ayından beri yok. Umarım bunu tamamlayabilirim ama artık ne 1917’yi ne 1921’i duymak istiyorum. Çok farklı dönemlerde çok farklı şeyler çalışmak istiyorum.
Programımıza katılıp bizlerle değerli fikirlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim Hocam.
Ben teşekkür ederim.