Geçtiğimiz hafta Tayyip Erdoğan talepleri için eylem yapan, özel hastanelere veya yurtdışına giden doktorlara yönelik olarak “giderlerse gitsinler” diyerek iktidarın karakteristik yapısını bir kez daha dışa vurdu. Sağlık hizmetini asistanlarla, yurtdışından getirilecek doktorlarla verilebileceğini de ekledi ardından.
Benzer bir yaklaşımı; “anamız ağladı” diyerek çiftçinin içine düştüğü darboğazı anlatan çiftçiye karşı “ananı da al git” sözüyle yıllar önce duymuştuk. Saray/AKP/MHP iktidarı süresince Soma’da tekmelenen maden işçisi örneğinde, yoksulluğunu ve geçinemediğini ifade edenlere yönelik olarak “tasarruf yapsınlar”, “porsiyonları küçültsünler” gibi akla zarar eylem ve ifadelere de tanık olduk. Saray/AKP/MHP iktidarının yalnızca siyasi olarak değil, en sıradan halk tepkilerinin, taleplerinin bile sanki devlete karşı yapılıyormuş gibi algılanması, algılatılması üzerine kurduğu siyasi yapının faşizan yüzü bu tür eylem ve sözlerde gizlidir. Bu algının ve algılatmanın tarihi köklerinin, siyasi arka planının “komünistler Moskova’ya” , “Ya sev ya terk et” sözlerine dayandığını söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’de hukuk düzeninin ortadan kalktığını, demokrasinin yok edildiğini söyleyenlere yönelik olarak da iktidar içinden “beğenmeyen gitsin” diyenler çıkmıştı. Türk İslam sentezi üzerine kurulu iktidar, yaşadığı sıkışıklık, siyasi gerileme karşısında toplumu dini, etnik, mezhepsel alt kimlikler üzerinden bölmek ve kendi kitlesini tahkim etmek için iktidara yönelik her eylemi devlet, millet düşmanlığı olarak gösterme çabası içindedir. “Giderlerse gitsinler” sözü “ya biat et ya terk et” sözünün bugüne tercüme edilmiş halidir. Bu yüzden de “gitmiyoruz” karşı çıkışı işimize, ülkemize sahip çıkmayı olduğu kadar, ırkçı ve gerici politikalara karşı ilerici bir içeriğe de sahiptir ve ortak mücadele hatlarından biri olmalıdır.
“Giderlerse gitsinler” sözüne karşılık olarak başta Türk Tabipler Birliği (TTB) olmak üzere diğer sağlık meslek örgütleri, devrimci, sosyalist, demokrat çevrelerle birlikte devletin en üst kademesinin yurttaşların sağlık hakkını hiçe saydığını gören yurttaşlar tarafından gerekli tepki verilince ve bu tepki süreklilik kazanınca Sağlık Bakanı durumu toparlamaya çalışıp, sağlık emekçilerinin ekonomik koşullarının düzeltileceğini açıklamasının yetmediği, yetmeyeceği de açıkça görülüyor.
TTB’nin ‘emek bizim söz bizim’ diyerek uzun zamandır sürdürdüğü eylemlerine devam etme kararı ve mücadeleyi ekonomik, demokratik haklarla birlikte ‘gitmiyoruz’ diyerek sağlık emekçilerinin çalışma haklarına, işyerlerine ve yurttaşların sağlık hakkına sahip çıkma noktasına taşımaları önemlidir. Önümüzdeki günlerde başta emek hareketleri ve geçinme, barınma talepleri için sokağa çıkanlara, bu talepleri siyasi mücadelenin parçası yapmaya çalışan muhalefete devletin/iktidarın yurttaşla ilişkisini, kişisel haklarla birlikte kamusal hakların görünür kılınması gerektiğini de göstermektedir.
Aynı günlerde Yemeksepeti’nde ekonomik ve sendikal hakları için direnen işçilere yönelik olarak Yemeksepeti patronlarından birinin işçileri ‘nankör’ olarak nitelemesi ile iktidarın doktorlara yönelik olarak ‘giderlerse gitsinler’ sözü arasında bir fark yoktur. 03.01.2022 tarihli ‘Yıl Yeni Sömürü Eski’ başlıklı değerlendirmemizde belirttiğimiz durum hem iktidar hem de sermaye tarafından açıkça dile getirildi. “Ülkemizin birçok kentinde süren işçi direnişleri ve emek eylemleri karşısında kendi çıkardığı yasalara bile uymayan ve bu eylemleri, hak taleplerini suç olarak göstermeye çalışan iktidar aynı zamanda sermaye iktidarı olduğunu da göstermektedir. İktidara ve sermayenin çıkarlarına yönelik her sözün, her eylemin, her talebin düşmanlık sayılacağı bir iklim yaratılmaya çalışılıyor.”
İktidar halkın yaşadığı ekonomik bunalımı savaşa ve uluslararası koşullara bağlayarak ülke kaynaklarını yandaşlarına aktardığını, sermaye için kriz olmadığını gizlemeye çalışırken Rusya Ukrayna savaşıyla birlikte arabuluculuk, Türkiye’de uluslararası toplantılar düzenlemek gibi yollarla yoksulluğu ve sömürüyü gizlemeye, yeni bir başarı hikayesi yazmaya çalışıyor. Ayçiçek yağına yönelik talep ve stokların yaz aylarına kadar yeteceği açıklaması sonrası ithal edilen dört gemi ayçiçek yağının geliyor olmasına yönelik haberlerin dahi iktidarın başarısı olarak sunulma çabası bu hikayenin parçalarından biridir. Neden üretmediğimiz, neden çiftçilerin desteklenmediği, neden ithalatçı duruma düştüğümüz sorularının üzerinin örtülme çabasını da görmek, görünür kılmak ve mücadelenin bir alanına dönüştürmek devrimcilerin, sosyalistlerin, emekten yana olanların sorumluluğudur.
DÜZENE KARŞI MUHALEFET
Millet İttifakı’nın ve bileşenlerinin günden güne yoksullaşan ve geçim derdiyle kıvranan halka seçimlere kadar sabretme çağrısının anlamı ve gerçekliği yoktur. Her gün ülkemizin birçok kentinde, birbiriyle ilintisiz alanlarda temel tüketim ürünlerine, akaryakıta yapılan zamlara, hayat pahalılığına, ücretlerin artırılmasına yönelik eylemler yaşanmaktadır. Büyük çoğunluğu örgütsüz olan insanların bir araya gelerek taleplerini duyurmaya çalışması karşısında ‘seçimlere kadar sabredin’ demek sürünmeye devam edin anlamı taşımaktadır.
Muhalefetin büyük ölçüde Saray/AKP/MHP karşıtlığı üzerine oturtulduğu, kitlelerin dikkatinin buna yoğunlaştırıldığı açıkça görülüyor. Oysa iktidar değişikliği ile sömürünün ortadan kalkacağına, Kürt Sorunu’nun çözüleceğine, İstanbul Sözleşmesi’nin geri getirilip yaşama geçirileceğine, işsizliğin ortadan kaldırılacağına vd. sorunların çözümlerine ilişkin somut, anlaşılır önermeler bulunmamaktadır. Bu noktada sosyalistlerin, devrimcilerin, emek ve yaşam savunucularının sorunlar kadar çözümleri de görünür kılacakları bir ortak dile ve eylem birliğine ihtiyaç bulunmaktadır.
Millet İttifakı içinde yer alan ve olağan koşullarda doku uyuşmazlığı yaşamaları kaçınılmaz olan partilerin düzeni restore etmek üzerine kurulu muhalefetini aşmanın, toplumu böylesi muhalefet bağımlılığından kurtarmanın yolu herkesin kendini ifade edebileceği ve tüm süreçlerine katılabileceği bir mukavemet hattının bugünden düşünülmesinden geçiyor. Çünkü düzen için muhalefete halka ‘bize güvenin’, ‘biz düzeltiriz’ diyerek Saray/AKP/MHP iktidarı sonrası için de halkın karar süreçlerine dahil edilmeyeceğini söylemiş oluyor. Bize düşen emekçilerin, çiftçilerin, yoksulların, yaşam savunucularının kendi örgütlü güçlerine güvenmeleri gerektiğini, siyasi süreçlere bu örgütlü güçlerin katılımının esas olduğunu görünür kılmaktır.
KRİZ VE SAVAŞ KÜRESELLEŞİYOR
2008’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan kriz, korona salgını ve ardından Rusya Ukrayna savaşı ile derinleşerek yayılıyor. Savaş öncesi tüm dünyada enflasyon ve buna bağlı olarak yoksulluk artıyor. Savaşla birlikte Rusya ve Ukrayna’nın ürettiği tarım ve enerji ürünlerinin fiyatlarının artması, Rusya’ya yönelik ambargo nedeniyle sermayenin beklentilerini aşan bir krizle karşı karşıya kalacağımız görülüyor.
Ülkemiz açısından ayçiçek yağında gördüğümüz durumun önümüzdeki aylarda tahıl ürünleri başta olmak üzere birçok gıda ürününde yaşanacağı ve yaz aylarında iktidarın büyük umut bağladığı turizm gelirlerinin gerçekleşmeyeceğini söylemek gerekiyor. Bir gıda kriziyle birlikte döviz açığı sorunu da yaşanacağı çok açıktır. Bu durum gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyümesi, işsizliğin artması anlamına geliyor. Daha açık ifadesiyle halkın krizi büyüyecek.
Geçtiğimiz hafta Antalya’daki Rusya-Ukrayna görüşmesine ev sahipliği yapılması, Türkiye’ye gelen NATO Genel Sekreteri, Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden’la vd. ülke liderleriyle yaptığı telefon görüşmeleri gibi bir dizi diplomatik gelişme yukarıda saydığımız yeni bir hikaye yazma, iç politikayı dış politikayla maniple etme niyetini açıkça gösterdi. Yunanistan ve İsrail gibi iktidarın iç politika malzemesine dönüştürdüğü ülkelerle kurulan ilişkiler ve en üst düzeyde ziyaret açıklamaları iktidar kadar bu ülkelerin de gelecek hesaplarını gösteriyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle askeri aşamaya geçen ve görünür olan dünyanın yeniden şekillendirilmesine yönelik kavgada Türkiye’nin Rusya (gelecekte Çin’le) ilişkilerini alt düzeye indirmesi, ambargo kararlarına uyması gibi taleplerin olduğu çok açıktır. Karşılığında iktidarın ABD ile yaşanan sorunlar, Halkbank Davası, F-35 Projesi, Türkiye’ye yatırım garantisi gibi talepleri olduğu veya olacağını söylemek mümkündür. Fakat iktidarın bir sorunu da Rusya ile Suriye ve Libya’da girdiği ilişkidir. Ortadoğu’da Rusya’ya (buna Çin ve İran’ı da eklemek gerek) kolay kolay adım atamayacağı açıktır. Özellikle İsrail ile yeniden ve en üst düzeyde kurulan ilişki sonrası ABD güdümlü İslam ülkeleriyle ilişkileri düzeltirken İsrail ve Batı karşıtı halklar ve örgütlerle de ilişkilerin kopması, hatta çatışma olasılığı güçlüdür.
05.04.2021 tarihli ‘Nerden Baksan Tutarsızlık’ başlıklı yazımızda ‘Yeni Komşumuz Çin’ alt balığı ile; “Bu işbirliğine Rusya’nın da olumlu bakması Ortadoğu başta olmak üzere ABD karşısında ve ABD’nin ‘düşman’ olarak gördüğü ülkelerin fiili bir ittifak geliştirmesini sağlayabilir. Türkiye ise çok yakın bir gelecekte Ukrayna, Kırım konuları başta olmak üzere dış siyasette en sıkışık dönemini yaşayacak gibi görünüyor. NATO’nun (ABD ve AB ile birlikte) Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında olduklarını, destek vereceklerini açıklamaları, Türkiye’nin bu konuda (özellikle Kırım’ın işgalinde) aynı çizgide bulunması, ancak Suriye ve Ortadoğu’da Rusya ile ‘ortak’ olması Saray/AKP/MHP iktidarının dış siyasetteki çelişkisi olarak duruyor.” değerlendirmesi yapmıştık. Savaşla birlikte bu çelişkili durumun ne kadar sürdürüleceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Fakat ABD, AB ve NATO’nun bu konuda daha fazla tolerans göstermeyeceği beklenmelidir.
Savaş, ambargo ve bunlara bağlı olarak tüm dünyada yoksulluğun artması, halklar arasındaki düşmanlığın körüklenmesi, bu düşmanlığın sanattan spora her alana yansıması ve dünyanın yeniden emperyalist bölüşüm ilişkileri üzerinden şekillendirilmeye çalışıldığı dikkate alınarak halklar arası barışla eş zamanlı olarak uluslararası dayanışma ilişkilerini de öne çıkarmak, emek mücadelesini bu çizgiye taşımak zorundayız. Taraf olunacaksa; kimliğine bakmaksızın tüm ülke halklarının yoksullarından, emekçilerinden, ezilenlerinden, ölüme itilenlerinden yana taraf olmak, halklar için barışı savunmak zorundayız.
Unutmamalıyız ki savaş yalnızca silahlarla değil, ekonomik, kültürel, sosyal, sanatsal alanları da kapsayarak küreselleşiyor. Bu koşullarda ırkçılık büyük bir cesaretle kendini gösterip insanlığın yarattığı değerlere saldırabiliyor. Silahı ve parası olanların seslerinin duyulduğu bir ortamda küreselleşen ve halkları vuran krize ve savaşa karşı ezilenden yana olmak kadar, onlarla birlikte olmak da bir sorumluluktur. Şairin dediği gibi; “Hangi dağ efkarlıysa ordayız, Perişan edilen her şey bizimdir”