Geçtiğimiz hafta Salı günü döviz kurundaki ani yükseliş sonrası birçok kentte toplumun değişik kesimlerinin sokağa çıkarak ekonomi politikalarından kaynaklı zamları protesto etmeleri önümüzdeki günlerde emekçiler, çiftçiler ve işsizlerin tepkilerinin daha çok görünür olacağının işaretiydi. Bununla birlikte Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında ekonomi politikalarının da görüşülmüş olması Saray/AKP/MHP iktidarının izlediği ekonomi politikalarının devlet politikası olarak kabul edildiğini gösterdi.
MGK’da yoksullaşma, işsizlikteki artış veya zamlar değil de dövizdeki hızlı yükselişin öne çıkarılarak gündem olması, iktidarın yüksek enflasyon, değersiz TL politikalarının süreceği anlamına geliyor. İktidar açısından sorun olarak görülen şeyin kontrollü olarak yükselmesi istenen döviz kurlarının son bir ay içinde, özellikle geçtiğimiz hafta olduğu gibi gün içinde %5, %10 yükselmesi olduğu çok açık. Dövizdeki bu ani ve hızlı yükselişlerin tüketim ürünlerine yansıması, bazı ürünlerin satışında kota uygulanması, bazılarının depolara çekilmesi, akaryakıt zamları öncesi oluşan kuyruklar, ekmeğe gelen zamlar sonrası daha ucuz ekmek satan Halk Ekmek büfeleri önünde oluşan kuyruklar halkın geçim derdiyle birlikte öfkesinin de açığa çıkmasına yol açtı.
Burada dikkat edilmesi gereken şeylerden biri de ekonomi politikalarının MGK gündemine alınıp, devlet politikasına dönüştürülmüş olmasıdır. Tayyip Erdoğan’ın ‘Ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz’ açıklamasıyla birlikte iktidar yandaşı medya ve sözcülerin bunu öne çıkarması ve MGK’da görüşülmesi ekonomik taleplerle sokağa çıkmanın, iktidarın ekonomi politikalarını eleştirmenin Milli Güvenlik sorunu olarak görüleceğinin işaretidir. Aynı anda son döviz kuru hareketlerinin araştırılması için Devlet Denetleme Kurulu’na talimat verildiğini de anımsamak gerekiyor. Yapılan açıklamada döviz kurunun neden yükseldiğinin değil de ‘manipülasyon’ olup olmadığının araştırılacak olmasını bir veya birden çok ‘düşman’ arayışı olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yüksek enflasyon, değersizleştirilen TL ile dışardan yatırımcı çekmeyi, düşük faizli krediler ile de içerdekilerin yatırım yapmasını ve bu yolla ekonomiyi düzeltmeyi amaçlayan iktidar önümüzdeki günler için yoksulluğu ve geçim sıkıntısını daha da artıracağını söylemiş oluyor. Olağan koşullarda bu ekonomi politikalarının geçtiğimiz hafta boyunca gördüğümüz halk tepkisini daha artıracağı ve büyüteceği açıktır. Dolayısıyla sokağa yansıyan ve yansıyacak olan halk tepkisinin de bir milli güvenlik sorunu olarak görüleceği, sunulacağı açıktır.
04.10.2021 tarihli ‘İktidara, Yandaşa Sefa, Halka Cefa’ başlıklı değerlendirmemizde belirttiğimiz; “İktidar kendi seçmen tabanını bu iddia ile tutmaya çalışırken yaşanan yoksullaşma, işsizlik ve haksızlıklar karşısındaki eylem ve direnişleri de dini ve milli değerlere düşmanlık olarak ilan edip bir kutuplaştırma ve muhalefeti ötekileştirme çabası içine girmektedir.” Bu saptamamıza, milli güvenliği de eklemek doğru olacaktır. Artık ‘açız’, ‘geçinemiyoruz’, ‘barınamıyoruz’ diyenler dini, milli değerlerle ötekileştirilmekle kalmayacak, ‘devlet/millet düşmanı’ ilan edilecektir. Kaldı ki MGK’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde belirtilen ‘Anayasal düzen’, ‘milli varlık, bütünlük’, ‘siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik her türlü iç ve dış tehditler’ nitelemeleri Saray/AKP/MHP iktidarının ekonomi kaynaklı tüm muhalif eylem ve açıklamaları tehdit olarak görüp, devleti buna göre konumlandırabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Sokağa çıkarak ‘geçinemiyoruz’ diyenlere yönelik olarak mafya lideri Alaattin Çakıcı’nın tehditlerini de not düşmeliyiz.
GEZİ DAVASI ve OSMAN KAVALA
Daha önce verilen beraat kararları bozularak yeniden görülen, Osman Kavala ve Çarşı Grubu’nun da dâhil edildiği Gezi Davası’nın yapılan duruşmasında Osman Kavala’nın tutukluluğunun devamına karar verildi. 11.10.2021 tarihli ‘Yoksula Savaş, Sermayeye Barış’ başlıklı yazımızda, “Daha önce verilen beraat kararlarını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi, Anayasa Mahkemesi kararlarını dikkate almayan, kendi hukukunu uygulayamayan yargı sistemi meşruiyet arama gereğini de yok sayan bir noktadadır. Bu dava iktidarın Gezi Direnişi’ne olan öfkesi kadar Gezi benzeri bir toplumsal muhalefetten de korktuğunu göstermektedir.” yazmıştık.
İktidara yakın sermaye bir kısım çevresinin bile (ekonomik gerekçelerle!) Osman Kavala’nın serbest bırakılacağı beklentisi böylece boşa çıkmış oldu. Anayasa Mahkemesi, AİHM ve Avrupa Konseyi kararlarına ve sermayenin beklentisine rağmen Osman Kavala’nın tutukluğuna devam kararı verilmesi iktidarın içerde ve dışarda oluşacak tepkileri bilerek körüklemeye çalıştığını düşündürüyor. Çünkü Avrupa Konseyi Osman Kavala’nın serbest bırakılmaması durumunda Türkiye hakkında ihlal sürece başlatılabileceğini belirtmişti. Bu durumda Türkiye’nin konseydeki oy hakkının askıya alınması veya üyelikten çıkarılması gündeme gelecek. Böylece kim oldukları belirtilmeden ısrarla dile getirilen iç ve dış ‘düşmanlar’ da yaratılmış olacak.
Benzer biçimde Selahattin Demirtaş’ın tutuklu yargılanması, son zamanlarda bazı HDP il örgütlerine düzenlenen baskınlar ve Kürt siyasetçilerin tutuklanması iktidarın kontrollü bir gerilim yükseltme siyaseti izlediğini göstermektedir. HDP’ye açılan ve sürmekte olan kapatma davası, en meşru hak taleplerine karşı uygulanan şiddet, var olan anayasal ve yasal hakların açıkça çiğnenmesi, bazı kentlerde muhalefet partilerinin istedikleri miting alanlarının verilmeyişi, emekçilerin gasp edilen hakları için yaptıkları eylemlerin engellenmesi, TTB’nin Ankara yürüyüşü sırasında engellenmek istenmesi, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde özellikle İstanbul’da uygulanan polis şiddeti gibi çok sayıda olay ve gelişme önümüzdeki günlerde baskının daha da artacağını gösteriyor.
ASGARİ ÜCRET: ÇALIŞAN YOKSULLUĞU
Şu an sürmekte olan ve önümüzdeki günlerde de yoğun olarak tartışılacak olan asgari ücret tartışmaları Saray/AKP/MHP iktidarının ekonomi politikasının ve ideolojik yaklaşımının en somut görüldüğü, görüleceği alandır. TÜİK’in iktidar talimatıyla masa başında belirlediği enflasyon oranları asgari ücretin vd. çalışanların ücretlerinin belirlenmesinde kullanılmaya devam edilecektir. Bu kez sermaye gruplarının ve iktidar içinden bazı milletvekillerin de dile getirdiği gibi asgari ücrete yapılacak zammın TÜİK enflasyonunun 10 puan kadar üzerinde olacağı görülüyor.
Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) hesaplamalarına göre Ekim ayında %44 olan tüketici enflasyonu, TÜİK’in %29’a yaklaşan gıda enflasyon verisi dikkate alındığında asgari ücrete yapılacak zam (sonrasında toplu iş sözleşmelerinde belirlenecek sendikalı işçilerin zam oranları) iktidarın emekçilerin geçtiğimiz bir yıl içinde kaybettiklerini yerine koymayacaktır. Gerçekte yıllardır yaşamakta olduğumuz ve artık devlet politikasına dönüştürülen ücret (ve çiftçiler için belirlenen taban fiyat) politikaları enflasyon aracılığıyla sermaye lehine bir servet transferi anlamına gelmektir.
25.11.2021 tarihinde Mukavemet TV’de yayınlanan DirenEmek programında Dr. Denizcan Kutlu’nun ‘çalışan yoksulluğu’ olarak tanımladığı durum iktidarın yaklaşımının özetidir. Açlık sınırının 3.500 TL’ye yaklaştığı, yoksulluk sınırının 10 bin TL’yi aştığı düşünüldüğünde asgari ücret geçim ücreti olmanın ötesinde açlığı, yoksulluğu yönetme, ücretlileri açlığa, yoksulluğa mahkûm etme ücretidir.
MGK toplantısında iktidarın ekonomi politikasının devlet politikası olduğunun ilanı, DDK aracılığıyla ekonomi alanında iktidarın isteği dışındaki gelişmelerle ilgili içerde ve dışarda ‘suçlu’ aranacak olması, yüksek enflasyon ve döviz kurunun (kontrollü olarak) yükseltilecek olması önümüzdeki günlerde iktidar baskısının daha da yoğunlaşacağının işaretleridir. İktidarın bu açık ideolojik, siyasi, ekonomik saldırıları karşısında tüm toplum kesimlerini içerecek bir mukavemet hattının yaratılması, sokakta ve işyerlerinde kendini göstermeye başlayan sınıfsal yükselişi bir araya getirecek bir karşı hamlenin yapılması tüm devrimcilerin, sosyalistlerin ortak sorumluluğudur. Bu noktada ‘sokağa çıkmak iktidara yarar’, ‘provokasyon olur’ diyenlere de en azından Anayasa ve yasalarda yer alan gösteri, yürüyüş, düşünce özgürlüğüne sahip çıkın, demokrasi ve özgürlükleri seçimlere indirgemeyin demeliyiz.
İnsanların yarınından endişe duymasına, fırsatını bulduğunda ülkeyi terk etmesine, devletin ölmeyecek kadar yaptığı yardımlarla yaşamasına, muhalif her eylem ve tutumun ‘suç’ ilan edilip haksız, hukuksuz tutukluğun yönetim biçimine dönüştürülmesine dayanan bu düzen karşı sokağa çıkanlara ‘seçimi bekleyin’ demek Saray/AKP/MHP iktidarının OHAL düzenine boyun eğmektir.
Bu noktada şu ana kadarki haliyle seçimlere yönelik olarak yapıldığı, yapılacağı izlenimi veren sosyalist, devrimci, komünist parti ve çevreler arasındaki ittifak görüşmelerinin seçime endeksli olmaktan çıkarılması gerektiğini belirtmek isteriz. Çok farklı toplum kesimlerinin iktidara karşı tepkilerini kapsamayı önüne koyan, yalnızca iktidarı değiştirmek gibi bir öncelik yerine Saray/AKP/MHP iktidarı sonrasına da müdahale edebilecek, geleceği bugünden örgütleyecek, sürekliliği olan bir ittifak, dayanışma, sorunlar ve talepler etrafında ortak hareket edebilen bir anlayışa ve birliğe ihtiyaç olduğu çok açıktır.
Devletin geleneksel yapısıyla birlikte 20 yıllık AKP, Saray/AKP/MHP iktidarının yarattığı siyasal, ekonomik, kültürel, sosyolojik dönüşüm ve yıkımın iktidar değişikliği ile ortadan kalkmayacağı, hiçbir partinin, örgütün kendi başına bu yapıyla mücadele edecek yeterlilikte ve güçte olmadığı göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Bununla birlikte ittifak tartışmalarına demokrasi, özgürlük, adalet talebi olan, emekten yana olanların karar süreçlerinde de en geniş katılımını gerçekleştirmenin bir yolu olarak bakmak gerekmektedir. Seçime endeksli ve geleneksel yaklaşımların ölçü alındığı ittifak ve işbirliklerinin yeterli olmayacağı açıktır.
DÜNÜN DÜŞMANIN BUGÜNÜN DOSTU
Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi’nin Türkiye ziyareti iktidarın dış politikasında yaklaşık iki yıldır görülen değişim ve geri dönüş çabalarının bir sonucu olarak görülebilir. 15 Temmuz darbe girişimini desteklemek ve finanse etmekle suçlanan ülkelerin başında gelen BAE prensi ile yapılan görüşme iktidarın kaynak bulmak için atacağı adımların sınırının, ölçüsünün olmadığını gösteriyor.
Medyaya yansıyan 10 milyar dolarlık yatırım için anlaşıldığı haberlerinin ise çok da doğru olmadığı, görüşmede belli konularda mutabakata varıldığı, sözü edilen yatırımların ise zamana yayıldığı anlaşılıyor. Daha doğrusu yatırım denilen şeyin İMKB’nin bir miktar hissesinin, içinde savunma sanayi şirketlerinin de olduğu bazı şirketlerin ve Kanal İstanbul çevresinde arazi satışı olduğu anlaşılıyor. Yapılan yatırım değil, var olan şirket hisselerinin ve arazilerin el değiştirmesidir ki bu da zamana yayılacak gibi görünüyor.
BAE ile kurulan ilişki Körfez ülkeleri, Mısır, Suriye politikalarından da vazgeçilmesini gerektiriyor. Her ne kadar iktidar Mısır ile ilişkileri düzeltmek için yollar arasa da Libya, Akdeniz, Mısır ve Yunanistan arasındaki deniz yetki anlaşması gibi gerçeklikler bunun kısa vadede olanaklı olmadığını gösteriyor. Fakat iktidarın içerde ve dışarda kendi geleceği, iktidarının devamı için her adımı atabileceği açıktır.
Suriye ve Irak’a yönelik olarak çıkarılan teskere ABD ve Rusya tarafından boşa çıkarılmıştı. BAE’nin Suriye ile resmi ilişki kurduğu, yeniden Arap Birliği’ne alınabileceği, ABD’nin BAE vd. Körfez ülkeleri üzerindeki etkisi dikkate alınırsa iktidarın BAE ile görüşmesi beklediği sonucu doğurmayabilir.
Bu görüşmeden de anlaşılıyor ki iktidarın her ne olursa olsun, nasıl olursa iktidarda kalmak için her yolu deneyecektir. Dün darbe planlamakla suçladığı, düşman ilan ettiği BAE ile görüşmesi, hatta borsa ve önemli bazı şirket hisselerinin ve rantı en yüksek arazilerin satışının konuşuluyor olması değeri düşürülmüş TL ile birlikte düşünüldüğünde ülke kaynaklarının haraç mezat satılabileceğini gösteriyor. Ne için? Kendisini devletle özdeşleştirmiş Saray/AKP/MHP iktidarının devamı uğruna…