“Kirli, yozlaşmış bir başka rejimi sonlandırarak kurulan ve temiz olduğu sanılan devletin yerinde olduğunu, yıkılmadığını düşünenlere gördüğünün geçmişin bir illüzyonundan ibaret olduğunu söylemek de borcumuz.” Ahmet Şık
Bu alıntıyla başlamak istedim. Çünkü önümüzde ne kadar çetin ne kadar uzun bir mücadele yolu olduğunu kavramak, önce bu hakikati kavramaktan geçiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiği ilan edilince hemen sokaklara fırladık Çanakkale’de kadınlar olarak. Hatta hemen o gün memleketin her yerinde sokaktaydı kadınlar. Şakır şakır yağmur yağan bir gün olmasına rağmen hiç de fena olmayan bir kalabalıkla basın açıklamamızı yaptık. İçimizde çok büyük bir öfke ve isyan duygusu vardı. Basın açıklamasından sonra sloganlar geldi, sonra yine sloganlar… Ve şunu fark ettik; kimse eve gitmek istemiyordu. Mümkün olsa saatlerce yağan yağmurun altında haykırmaya devam etmek istiyorduk. İçimizde öyle büyük bir öfke ve isyan duygusu vardı. Hemen ayak üstü şunu konuştuk; bu iş burada bitmez, eve dönmeyelim. Bir kampanya başlatalım, nöbet tutalım, insanları dahil edelim mücadeleye. Burayı bırakmayalım. Eve dönmeyelim!
Bir imza kampanyası başlattık sonra ve şehrin meydanına rengarenk bir stant kurduk. Herkesi imza vermeye çağırdık. Haftanın belli günleri sokakta olmayı sürdürdük. Ve şunu gördük; insanlar çok öfkeli ve çok umutsuzdu. Bir yandan yolunu değiştirip imza vermeye geliyorlardı, öfkesini, itirazını ifade etmenin bir yolunu ıskalamak istemiyorlardı. Ama bir yandan da şunu söylüyorlardı: “Bu imzalar meclise mi gidecek şimdi? Bir işe yarayacağını düşünüyor musunuz gerçekten? Meclisi kim umursuyor ki?” Sonra konuşma şuna dönüyordu: “Yine de teşekkürler, en azından birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor.”
Bu umutsuzluk üzerine düşünüyorum o zamandan beri. Bu umutsuzluğun kaynağını anlamaya çalışıyorum. Öfkenin isyana, isyanın bir değiştirme çabasına, enerjisine dönüşmesi beklenir. Öyle olmuyor. Öfke bir zehir gibi insanların içine çörekleniyor, biz de sokaklarda isyana karışan insanların değil, intihar eden insanların haberini alıyoruz sürekli.
Her gün peşisıra gelen ifşalardan, öğrendiğimiz suçlardan bahsetmeyeceğim. Çok uzatmadan sadede gelelim. Çünkü hepimiz biliyoruz ki yaşadığımız kâbus bir birikimin sonucu. Hiçbir zaman halkın önceliklerini, katılımını gözetmemiş; solsuz ve soluksuz bir sistemin artık cenazesi ile karşı karşıyayız. Karşımızda, iktidarıyla muhalefetiyle canlı muamelesi yapılan bir cenaze var. Cenazeden kokular yükseliyor, çürüme gözümüzü yakıyor ama kimsenin cenazeye cenaze demeye dili varmıyor. Öyle olunca da ne iktidarın ne muhalefetin çözüm diye insanlara sunduğu hiçbir şey insanlara umut veremiyor.
İnsanların umutsuzluğu son beş yılın umutsuzluğu değil. On yıllardır içinden çıkamadığı bir kısır döngünün umutsuzluğu. Kime bel bağlasa öncekinden beter bir karanlığa sürüklenmiş olmanın, bundan sonra da kimseye bel bağlayamayacağını bilmenin umutsuzluğu. Hani seçim süreçlerinde hep duyduğumuz bir söz vardır, “hepsi seçimden seçime gelir birbirinden süslü vaatlerde bulunur, sonra dönüp bildiğini okur, olan bize olur” der insanlar.
İçinde bulunduğumuz cehennem çukurundan çıkabilmek için çok büyük umuda ihtiyacımız var oysa, çok büyük enerjiye, kararlılığa ihtiyacımız var. Peki önümüzdeki seçeneklere bakalım: Mevcut cenazeyi kokularını saça saça sürüklemeye çalışan bir siyasi iktidar ve “aslında şöyle azıcık ağzını yüzünü toparlasak sıkıntı çözülür” diyen düzen içi muhalefet partileri… İşte insanları kendi tatlı canına kıyıp da yeter diye isyan ettirmeyen umutsuzluk, bu bir türlü kalkmayan cenazenin umutsuzluğudur. Bu topraklarda belki de yüz yıllardır emeğiyle, alın teriyle, onuruyla yaşamak isteyenlere aman vermeyen sistemin, dile dökülemeyen, adıyla sanıyla zikredilemeyen bilgisi…
Bir de diğerleri var. Ortada bir cenaze var, bu cenazeyi kaldıralım, adil bir şekilde hesaplaşalım, yüzleşelim, sonra yeniden bu noktaya gelmemizi engelleyecek bir sistem kuralım diyenler. Bu zamana kadar devlet sisteminin yanından yöresinden geçmesine izin verilmeyen, soldan gelen bir ses bu… Ve bilin bakalım en şedit cevabı kim alıyor? Kapatma davaları kimlere açılıyor (bu sefer ellerinden geleni yapmışlar), kimlere mezarlık adres gösteriliyor? Tabi ki onlara.
İnsanların kolunu bile kıpırdatmasına izin vermeyen umutsuzluğun ancak “mış gibi” yapmayan, hakikatle yüzleşen ve yüzleşmeye çağıran bir siyasetle mümkün olduğu aşikâr. Bu kadar uzun zamana yayılmış büyük bir yıkımın, seçimle birlikte birdenbire toparlanacağına kimseyi ikna edemezsiniz. İkna olmuyorlar da zaten. Ülkemizde yargı ve yasama çökmüş durumda. Ve bu kuralsızlığın onlar için harikulade olacağını zanneden yürütme de öyle. Gerçekçi ve çok büyük bir işi önümüze koymak ve hemen örgütlenmesi için kafa yormak zorunda tüm siyasi aktörler.
Seçime doğru giden sürece yönelik olarak; tüm suça bulaşanların, istisnasız hepsinin derhal yargılanma sürecinin başlaması, suç gelirlerinin tamamına el konulması ve halka iade edilmesi, ifade özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılması, tutuklu seçilmişlerin derhal serbest bırakılması, savaş politikalarına derhal son verilmesi ve seçim güvenliğinin, yargı bağımsızlığının sağlanması gibi bir kaç yol temizliği ilkesinde bir araya geldiklerini, birlikte hareket edeceklerini, önlerindeki ilk işin bu olacağını deklare edebilmelidirler. Meclise araştırma önergesi vermeyi bir kenara bırakıp, kendi sivil araştırma komisyonunu kurmalı, tespit ettiği bulguları halkla paylaşıp hesabını soracağını beyan etmeliler.
Sonrası mı? Sonrası bir cenazeye makyaj yapmaktan öteye gitmeyen, kuş mu deve mi belli olmayan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” söylemine sarılmayı bırakıp; tüm toplum kesimlerinin bir araya gelerek, tartışarak, özgür bir bilgi dolaşımının sağlandığı bir kurucu meclisin yollarını aramaktır. Yeniden kuruluş için kurucu meclis evet. Yani artık bir cenazeden medet ummayı bırakıp, yeniden bir başlangıç yapmanın zaruretini, olasılığını ve nihayet umudunu ortaya koymak.
“Onlar yaptı ama ben yapmayacağım, söz” dönemi bitti. Buna kimsenin inanması mümkün değil artık. Şimdi, “Onlar yaptı ama birlikte öyle bir sistem kuracağız ki bir daha kimse kimseye bunları yapamayacak. Bu kısırdöngüyü kıracağız, yeniden başlayacağız, ipleri kimsenin eline vermeyeceğiz, kimseyi dışarıda bırakmayacağız ve gerçekten kendi kendimizi yönetmenin yolunu özgürce tartışacağız ve başaracağız” deme zamanı.
Çok mu radikal? İmkânsız mı? İnsanların dile dökemeden içten içe, birilerinin zikretmesini beklediği hakikat buysa peki? “Öyle mi alay komutanı?” diye soran ya da “Devlet kimdir, devlet benim!” diye kulaklarımızda çınlayan ses bunun haykırışıysa? Kadınların dakikalarca yağmurun altında isyanını haykırmasına sebep olan bu iç yangınıysa? Boğaziçi’nde öğretim üyelerine yaz kış, kar, güneş demeden Rektörlüğe arkasını döndürüp nöbet tutturan bu arzuysa? Kaz Dağları’ndan koca koca sermaye gruplarını çadırlarıyla ve kararlılıklarıyla söküp atan buysa peki? Bu insanlar sistemin ağzı yüzü makyajlanıp yeniden kendilerine pazarlansın diye mi böylesine direniyor hakikaten? Ya da insanların dünyasından vazgeçip canına kıymasına neden olan, sistem siyasetinin önüne koyduğu seçeneklerin ona hiçbir şey vaat etmiyor oluşuysa? Asıl imkansızımız böyle yaşamaya mecbur bırakılmaksa?
Ben asıl her on ya da yirmi yılda bir çöküş yaşayan bir ülkede yaşamamızın, bu sefer her şeyin yoluna gireceğine dair umut beslememizin, sistem içi muhalefete güvenmemizin beklenmesini çılgınca ve imkânsız bulunuyorum. Bir sürü neslin en güzel yıllarını paramparça eden bu kısırdöngüyü kırmak hem hakkımız hem de boynumuzun borcu. Bu defa gerçekten nefes alabilmek için havanda su dövmeye acilen son verip, cenazeyi kaldırmak farz oldu. Cenaze bekletilmez, günahtır!