Emekçinin Türkiye distopyasındaki hayatı, virüsün dönüştürdüğü toplumsal panoramayı çok farklı tonlarda yansıtıyor. Onun gündelik yaşamı irili ufaklı trajediler ile doludur. Bu trajedilerin sürünmek ve ölüm arasında süreklilik arz eden yeni vakaları, yalnızca geriye dönüp bakıldığında daha da görünür hale gelen her türlü görünmez anı ortaya çıkarıyor.
Korona salgını, siyasal İslamcı neo liberallerin sahte adil toplum tasarısına kalın bir çizgi attı. Çünkü onların adil toplum tasarısı, büyüme, hızlanma, optimizasyon, güvenlik, tüketim, yapılandırma, kur oyunları, ucuz krediler, inşaat ve sözde mega projeler gibi parametrelere dayanıyor.
Virüs önce insanları, sonra özgürlüğü öldürdü. Güvenlik hırsı, yöneticilere liberal devletin son tortularını da süpürme gücü verdi.
Ürpertici ama grotesktir, tiranlar kendi faşizan uygulamalarını gizlemek için komplo uzmanlarıyla birlikte yanlış kötü adamı, “beyaz önlüklü tiranı” hedef aldılar.
Bir virüs tüm dünyanın heyecan ve olağanüstü hâl içinde olmasına neden olmuş olabilir. Ancak gözden özenle kaçırılan bir tehlike daha var. Gerçek tehlike, onlarca yıldır bizim rızamızla büyüyen ve çoğalan “iyi” Leviathan’dır. Bu tehlikeyi kim fark etti?
Faşizm çoktan geçmiş zamanlardan kalma bir kalıntı olarak görülme eğilimindedir. Böyle bir aymazlık, tarihsel olarak unutulmuşun geri dönüşü anlamında çok tehlikelidir. Çünkü faşizm ölmedi, sadece uyuyor.
Bir virüs bize güvenlik açığımızı hatırlattığında her şeyin kontrolümüz altında olduğunu düşünüyorduk. Oysa bu, gerçekliğin aynada görülen ters resmiydi.
Her şeyin kontrol edilebilir göründüğü yerde, aniden yeni bir korku ve öngörülmezlik çağı başladı. Hükümet, güvensizlik korkusu, yüksek kaliteli ve pahalı, ancak açıkçası pek de dirençli olmayan sağlık sistemi tarafından boğulma korkusu, eve ekmek götürememe korkusu, kızının eve sağ salim dönmeyebileceği korkusu, çocuğunun tacize uğrayabileceği korkusu, sütün, ekmeğin ve tuzun bitebileceği korkusu, ölüm korkusu ve dolayısıyla kişinin kendi sonluluğundan korkma korkusundan oluşan bu yeni çağın ihtiyaçlarına bulanık yanıtlar vermeyi sürdürüyor.
Belirsizliğin yüksek olduğu zamanlarda ekonomik tahminler kahve telvesi okumak gibidir. Kahve falı bakmak bir yana, daha şimdiden emekçiler için gidenin geleni arattığı bir yılın tüm emareleri somutluk kazanmaya başladı.
Bu lanet yılın sonunda, belirsizlikle, ciddi risklerle ve bunların doğurduğu sonuçlarla daha bilinçli bir şekilde ilgilenmenin önemli olduğu ifadesi, proletaryanın varoluşsal korkuları yanında bir güzellemeden öteye gitmiyor.
Peki bu yeni çağda emekçiler için hangi riskler, nerede pusudadır?
Serbest meslek sahibi olanların, esnafın, sezonluk işçilerin, sokak sanatçılarının, sert bir sömürüden sonra artık iş bulamayan çocuk çırakların, üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamayan eğitimli gençlerin, kısacası tüm emekçilerin varoluşsal korkuları bir asgari ücret belirlemeye indirgenerek önemsizleştiriliyor.
Bu sert gerçekliğe rağmen ezilenlerin toplumsal sessizliği, sis gölleri üzerindeki sonsuz barış yanılsamasını çağrıştırıyor.
Oysa sadece hayvan kışın hareketsiz ve derin bir şekilde dinlenir. Türkiye’nin donmuş bir gölü andıran sosyalliği, tıpkı devrimci evrelerimiz gibi, derinde sürekli devinim halindedir.
Kassandra’yı belki bilirsiniz. Apollo’nun aşkını reddetmek yüzünden bir lanetle cezalandırıldığı rivayet edilir. Kassandra, Apollo tarafından, söylediklerine kimseyi inandıramama laneti ile cezalandırılmıştır.
Ekonomideki sert düşüş başladığında, “iktidarın Kassandraları” öne çıkmaya başladı. Onların anlatısı, bir muzibin anlattığı gürültülü patırtılı bir masala dönüştü.
Fakat sorgulamayan insan, iktidarın kurguladığı bu yeni gerçeklik içerisinde yeniden doğup Kassandralarına inanmayı sürdürüyor.
Farklı gerçeklikler arasında sürekli yolculuk halinde olan iktidar oyunlarının figüranı, kendi gerçekliğine ilişkin sınırları, eve ekmek götüremediğinde, salgından kırıldığında, günde on saat asgari ücretle çalışırken, evi soğuk olduğunda, ya da bir cezaevinin soğuk duvarlarına tosladığında keşfediyor.
Anımsarsınız belki, bir böceğe dönüşmüş olan Samsa’nın aklından ilk geçen düşünceler, işe geç kalıp kalmadığı ile ilgilidir.
İktidarın insanları farklı (absürt) bir gerçeklik içerisine davet etmesi, “vatan-millet-sakarya” anlatısı üzerinden yavaş yavaş gerçekleşti. İnsanlar neden bir böceğe dönüştüklerini garipseyip sorgulamak yerine, Samsa gibi işe geç kalıp kalmamakla ilgili bir kaygı duymaktadırlar.
Gün gelip düzen değiştiğinde yarattıkları sahte dünyanın perdesi aniden iniverecek. Ancak o gün kendilerine inananları bir uçurumun kenarında terk edip gidecekler.
At izinin it izine karıştığı bu puslu Türkiye sosyalliğinde bana babam kadar yakın olan sosyalist bir emekçi dostumu anımsadım. 12 Eylül zindanlarında yıllar boyunca çürütülmüş, çıktığında bulutsuz gökyüzünün tadını ancak altı ay kadar çıkarabilmişti. Onu konu alan bir yazımdan alıntılar sunuyorum:
“Yusuf sadece orta okula kadar okuyabilmiş biriydi. Toplumculuktan sosyal adalete, aşktan yalnızlığa, sosyal demokratlar içindeki bölünmelerden toprağın ve ekmeğin bölüşülmesine, kapitalizmin doğa ve dünya için bir çeşit öldürücü hastalık olmasına kadar her konuda bilgisi olan biriydi. İspanya’daki Franco faşizminden bile söz edebilen, Salvador Dali’nin Guernica’sı üzerine uzun uzun konuşabilen, tiranların, devrimciler tarafından, çocukların mukavva kutulardan yaptıkları oyuncaklar gibi yıkıldıklarını bilen, gerçekliğin sert çekirdeğinden gelip sosyalizme yürüyen diyalektik biriydi Yusuf.
‘Sınıf söz konusu olduğunda, önemli olan şeylerin bizimle ne yaptığı değil, şeylerle ne yaptığımızdır.’ derdi.
Kıskanç ve zorbaydı zaman. Baba, dostlar, yoldaşlar ve bulutlar, sefere çıkan bir yürüyüşçünün adımlarının ritmiyle, çocukluk göklerinden hızla uzaklaşmışlardı. Şehrin her yerine sinmiş sisin arkasına gizlenen bu kalın zulüm tabakası kim bilir onları hangi kuytuya sığınmak zorunda bırakmıştı.
Zindan ve işkence, yoldaşlarıyla geçirdiği mutlu günlerin bir tür tazmini ve taksit ödemesi olarak ona geri dönmüştü.
Oysa eskiden dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki pek çok şeyin adı yoktu henüz. Bir harita vardı sadece, üstüne göllerin, karaların, denizlerin ve doğduğu şehrin yerleştirildiği. Çocukluğunun kırmızı kırık kiremitli evini arayıp durdu saatler boyunca. Fakat haritanın üzerinde görünmüyordu.
Çünkü çocukluk göklerinin kırık kırmızı kiremitli o evi şiddetli içtimai sarsıntılar nedeniyle yıkılmıştı. Yıllardır enkazını kaldırıyorlardı içinden.
Bu arada siyasi kargaşa artmış, Thanatos’un karanlık kanatları ülkenin üzerine adeta asılı kalmıştı. Veda yüzlü bir eylüldü gelip geçen.
Sisli bir eylül sabahıydı. Gün aydınlanmamıştı henüz. Kızıllığı oylumluydu sabahın. Gece vakti aydınlığı, şehrin ışıklarını örtüyordu.
Kimsenin olmadığı bu saatlerde toplu halde dolaşıp korku salan köpekler olurdu sokaklarda. Bu vakitte, çaresizliğin ve yoksulluğun boyunlarına bir değirmen taşı ağırlığınca asılı olduğu kalabalıklar olurdu sokaklarda. Kısacası bu vakitte kendini uykusuz insanların ritmine bırakan bir hayat akardı bütün isteksizliğiyle.
Telaşla çıktı evinden. Ellerini cebinden çıkarıp ısıtmak için sızlayan kulaklarını avuçladı. Günün başladığının habercisi kalitesiz kömür kokusuna aldırmadan yürümeye koyuldu.
Nereye doğru yürüdüğünün bir önemi vardı Yusuf’un. Saatlerce, kilometrelerce yürüyüp “eve” dönmeleri hep başka bir sabaha kalan insanlardan değildi çünkü. Kafalarını içeri çekerken omurgaları büzülen kaplumbağalar gibi yaşayan insanlardan hiç değildi.
Çalıştığı şantiyede, on sekiz günden beri, korkuyla umut arası bir grev sürmekteydi.
Polis o gün greve sert bir şekilde müdahale etmiş yoldaşlarından Sait’i yaka paça göz altına almıştı.
Aradan 29 gün geçmiş olmasına rağmen Sait’ten bir haber alamamışlardı. Avukatları Vatan caddesini kendine mekân edinmişti. Israrlı aramalar sonucunda Emniyet’ten avukatlarına Sait’in bir hafta sonra serbest bırakıldığı söylendi.
Greve son verip dağıldılar. Herkes bir yere gizlenmişti. Çünkü ay ışığında ritmik bir şekilde uluyan kurtlar sürüsü kadar organize değildi hiç kimse.
O günden sonra Yusuf “Çerkez” lakaplı bir yoldaşının kulübesinde saklanmaya başlamıştı. Nemli yerlere özgü koku ve yoksullukla dolu küçük kulübede tahta kurularının istila ettiği bir karyola vardı. Fakat tahtakurularının dişlerini geçirmeyecekleri kadar sert bir dirençti onu kuşatan.
Kulübeye istiflediği yiyecekler bitmişti. Yiyecek almak için şehre inmeye karar verdi.
O gece körfeze yürüyen suların serin aynasına ablak suratlı bir ay tünemişti. Darmadağın söğütler vardı az ötede, kumların talan ettiği. Denizin kararsız deviniminde eriyen dalgalar bir gemiyi uzağa sürüklüyordu. Bu, gemiden çok dizginleri kısılmış bir ata benziyordu. Atın üstünde kızıl pelerinleri içinde bir süvari, sanki parmağıyla gül bahçeleri ve zümrüt ovalar içinde mutlu bir ülkeyi göstermekteydi.
Şehirde yağmur yağıyordu, radyoların sesi cızırtılıydı bu yüzden. Yağmur perdesinin arkasında şehir, masum insanlar tarafından terk edilmiş gibi görünüyordu. Kendisini kuran hedonistleri sonunda kaçınılmaz olarak mahvedecek aptalca bir istiflemeye dönüşmüştü. Ne kendilerine özgü düşünceleri ne tinsel ne toplumsal ne de ahlaksal sorumlulukları yoktu bu insanların.
Bir tanesi, ikincisinin olanca gücüyle kibirli olması için yeterince ezik, biri ikincisi için gerekli olduğu kadar suskun, diğeri gürültücü, biri kötünün hizmetinde olduğu için karnı tok sırtı pek, diğeri aç, biri iyicil diğeri kötücül, biri gün ışığına çıkmak için kendine dehlizler kazan bir köstebek, diğeri mezarında uyuyan bir ölü; bu şehirde yaşayanların birden çok kişilikleri vardı anlayacağınız.
Kısacası, çok hain, sarsıntılı ve “iktidarsız” anti kahramanları vardı hayatın.
Bir sigara yaktı, sigarayı içtikten sonra dengesini yeniden kazanmaya başladı.
Ahşap renginde sarımsı gözleriyle süzdü gökyüzünü. Tehditkâr, bıçak gibi kesici bakışları vardı gökyüzünün. Darbeden bu yana bir yıldız mezarlığına dönüşmüştü.
Sucukların kabuklarını başıboş köpeklere atan biri vardı az ötede, çok geçmeden köpekler arkadaşı oluyordu. Ekmek kırıntılarını ise caddeden hiç kimsenin geçmediği bir sırada serçeler topluyordu.
Sokağın başında dört kişi bir kişinin üzerine çullanmış öldüresiye dövüyorlardı. Adamın saçları yolunmuş yüzü kanlar içinde kalmıştı. Ölüm de diriliş de anlaşılan bu sokaklardaydı.
Her gün bir cinayet işleniyordu şehirde. Bu cinayetlerde sanki bir sorumluluğu varmışçasına mantosunun yakaları arasına gizlemişti yüzünü. Görünmez tasaları silkip atmak ister gibi, Sait’in gülümsemesini anımsamak ister gibi silkti omuzlarını. Fakat yine düştü omuzları.
Az ötede tuhaf bir polis ve jandarma kalabalığıyla karşılaştı.
Vurulmuş, parkalı biri sokak ortasında uzanmaktaydı. Polis kordonunu yaran bir kalabalık toplanmıştı etrafında.
Kalabalığa yaklaştı. Caddenin ortasında uzanan kanlı gövdeye baktı. Sait’ti bu. Yüzü kâğıt gibi bembeyaz oldu, bedeni saz gibi sallanmaya başladı.
Gördüklerine inanamamıştı. Aniden bir kadın öperek vedalaştı yumurtasıyla. Uzak savanın birinde kaplanın biri bir gazelin ince boynuna acımasızca geçirdi dişlerini. Kalbinden geniş bir ırmak aktı bilinmeze doğru. Kaygı ve umut, toz ve töz aynı dehşetle doldular.
Hızla oradan uzaklaştı. Az ötede ağacın arkasında hırıltılı soluyuşlar duydu. Biraz daha yaklaştı, ağlamaklı bir kız çocuğunun sesi işitilmekteydi.
Adamın biri bir taraftan dizlerine kadar düşen pantolonunu yukarı çekmeye çalışırken arkadaşı etrafı kolaçan edip ona gözcülük yapıyordu. Göz göze geldiler. Bir an için bilendi bakışlar. Vuku bulan şey bıçağın pembe etle dalaşıydı.
Az sonra gecede çığlık ve düdük sesleri yankılandı.
Cezaevinde bıçağın tereyağından geçmesi gibi geçmiyordu zaman. Ülkenin narin güneşinde kuruyan bekleyişler birikmişti.
Duvarlar üstüne üstüne geldiğinde, göğsünün derinliklerinden “dışardaki hayattan korkmamalısın” diyen bir çocuk sesi yükselirdi Yusuf’un. Yoldaşının uyarıcı seslerini hayatı boyunca bir türlü susturamamıştı.”