Başlığı böyle yazınca, eğlenceli bir kitabın ya da absürt bir filmin adı gibi oldu. Fakat maalesef bu ne bir filmin ne de bir kitabın adı. Bu bir kurgu değil. Bu bizzat bizim gündelik hayatımızın gerçeği. Her gün aynı havayı soluduğumuz, her ekrana baktığımızda görmek zorunda olduğumuz, canımızı acıtan sorunlar yaratıp, bu sorunlara çözüm üretmelerini beklediğimiz, bu çözümleri üretsinler diye vergiler ödediğimiz insanların, artık memleket standartlarında sıradanlaşmış politik betimlemeleri ya da çözüm önerileri! Bu bizim gerçeğimiz!
Gerçekliğin de; sanat gibi, edebiyat gibi herkese göre değişen bir yüzü olduğuna inanıyorum. Washington Post gazetesinin ‘’sosyal algılamada öncelikler’’ konulu sosyal deneyinde; dünyaca ünlü müzisyen Joshua Bell, 45 dakika boyunca Bach’ın 6 parçasını çalar. Bu süre zarfında yalnızca 6 kişi durur ve parçaları dinler. Ne alkış, ne takdir… Aynı Joshua Bell 2 gün önce bir biletin 100 dolar civarı olduğu ve bütün biletlerin satıldığı bir konser vermiştir. Üstelik değeri 3,5 milyon dolar olan aynı kemanı kullanarak. Burada es geçilen şey; gündelik hayat içerisinde kaçırdığımız ‘güzellikleri’ hangi gerekçelerle kaçırdığımız bence. Bütün gün TV karşısında oturmayı deneyin bir gün. İçinde bulunduğunuz gerçeklikle, izlediğiniz gerçekliğin birbirine tamamen zıt olduğunu göreceksiniz. Gerçeği değiştirmenin araçlarından sadece biri medya. Byung Chul Han “dijital bir psikopolitika çağına girdiğimizi, artık George Orwell’in sözünü ettiği baskıcı gözetimi ifade eden Big Brother’ın Big Data’ya dönüştüğünü’’ ifade eder. “Yani iktidar, gözetleme işini bireylere devrederek verimliliğini arttırmıştır. Akıllı telefon sadece etkili bir gözetleme aracı değil, aynı zamanda taşınabilir bir günah çıkarma sandalyesidir.’’
John Berger; karşılıklı konuşmayı “Sizin her şeyi nasıl gördüğünüzü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama çabanızla, onun her şeyi nasıl gördüğünü anlama çabanızdır.’’ Diye öyle bir özetlemiş ki; çık işin içinden çıkabilirsen. Olmaz olsun böyle karşılıklı konuşma! ‘Dünyayı nasıl gördüğünüz tamamen sizin algı pencerelerinizle ilgilidir’ deyip, ‘algımızı değiştirirsek, dünyanın da değişeceğini’ anlatanlar, o algı pencerelerini oluşturan şeylere pek az değinirler. Şöyle düşünün; asgari ücretle ev geçindirmeye çalışan bir ailede büyüyen ergenlik çağında bir gençsiniz. Temel ihtiyaçlarınız bile karşılanamıyor. Belki bizi yönetenler buna bir çözüm üretirler diye de haberler izlenirken yapılan açıklamalara kulak kabartıyorsunuz. Biri çıkıp diyor ki: “İşsizlikte teröre yardım yataklık yapan bölücü kebapçıların payı var.’’ Evet evet doğru duydunuz. Kebap diyor, terör diyor, bölücü diyor, işsizlik diyor… Bir an içinde bulunduğunuz anın gerçekliğinden şüphe duydunuz değil mi? Al sana algı penceresi. 2009 Yunan yapımı Kynodontas-Köpek Dişi filmi gerçekliğin nasıl sunulduğu ve bir insanın algı pencerelerinin nasıl oluşturulduğuna dair izlediğim en etkileyici, distopik bir film. Filmde; 3 çocuğunu dış dünyadan izole bir biçimde, şehirden uzak, kocaman duvarları olan bir evde büyüten ebeveynlerin, çocuklar için yarattığı başka bir gerçeklik evrenini konu ediniyor. Gündelik, sıradan, olağan yaşantıların bile nasıl ‘başka’laştırılabildiğini izliyoruz. İşte bizler de o filmdeki çocuklarız. İktidarların bizler için yarattığı gerçeklikle, kendi gerçekliğimiz arasında yaşadığımız bölünmüşlükle baş etmeye çalışarak geçiriyoruz hayatlarımızı. Akıl sağlığımızı koruyabilmek için birbirimize bunun gerçek olmadığını hatırlatmakla yükümlüyüz. Jung; travmaya uğramış bazı çocukların, kendi içlerinde, büyülü varlıkların ve mekanların olduğu bir dünyaya çekildiklerini, bu dünyanın, benliklerinin masum kısmını korunaklı bir yerde ve dış dünyanın dehşetinden uzak tuttuğunu söyler. Ne dersiniz belki bizler de o korunaklı dünyada kebapçıların önderliğinde zafere yürüyoruzdur?