Asgari ücret kararı dün açıklandı: 2.825 Lira. Aslında ücreti belirlemek üzere masada oturan bileşenler ve yıllardır bu bileşenli masadan çıkan kararlar göz önüne alındığında geçen yazıda da belirttiğim üzere çıkan sonuç şaşırtıcı olmadı. Ancak gelinen noktada dün yapılan asgari ücret tartışmaları ile bugün yapılanın aynı olmadığını vurgulamak gerekiyor. Zira satın alma gücünün düştüğü, yoksullaşmanın alabildiğine yoğunlaştığı bir tarihsel süreçten geçiyoruz. Asgari ücretin, mühendisinden hekimine, yazılımcısından ofis çalışanlarına kadar “beyaz yakalıları” da dahil edebileceğimiz pek çok kesimi doğrudan etkileyen, ortalama bir ücret haline geldiği bir dönemi yaşıyoruz.
Tüm bunların yanında içerisinde bulunduğumuz pandemi dönemi, emek dünyasına sayısını bilemediğimiz yoğunlukta yeni bir işsiz insan kitlesi, en az iki milyon çalışanın ücretsiz izine çıkarılarak bin lira gibi açlık sınırının altında bir ücrete mahkûm edildiği sefalet süreci ile enkaz bıraktı. Emek dünyasında hal sefalet iken asgari ücret tartışmaları ve sonucu verili durumu değiştirmedi.
Ülkede derin boyutlarda hissedilen enflasyon, asgari ücrete gelen yüzde 21,5 gibi aslında ciddi bir artırımın etkisiz olmasındaki en önemli etken olarak karşımızda duruyor. Eğer normal bir “ülkede”, normal koşullarda olmuş olsaydık dörtte bir düzeyde yapılan zam önemlidir denilebilirdi. Ancak bu zam oranını son bir yılda temel gıdalara gelen zamlarla kıyasladığımızda devede kulak kalır demek yanlış olmaz. Temel gıdalar açısından nohudun, mercimeğin bile yüzde 40-50 dolaylarında fiyatı arttığı göz önünde bulundurulduğunda, böylesi koşullarda yaşamsal ücret diye belirlenen asgari ücretin zam oranı yaşam harcamalarına kıyasla çok çok yetersiz düzeydedir. Öyle ki yoksulluk sınırı rakamlarını bile aşmaktan epey uzaktır. Bu anlamda bakıldığında asgari ücret artık perişanlık ücretidir.
Yoksulluk ve açlık sınırlarının böylesi net olduğu bir dönemde artık önümüzde koymamız gereken şey, asgari ücret özelinde insanca yaşam ücreti talebini yükseltecek bir ücret mücadelesine girişmemiz gerektiğidir. Ancak maalesef Türkiye’de işçi konfederasyonları söylemle eylem arasındaki ilişki düzlemini ortadan kaldırarak mücadele eksenini pasif bir zemine kaydırıyorlar. Laf eden ama iş yapmayan ya da laf eden ama söyledikleri lafı yerine getiremeyecekleri bir yaklaşım tarzını gündeme getiriyorlar. Doğal olarak mevcut sendikal yapılarla insanca bir yaşam için bir asgari ücret talep edebilmemiz mümkün değil.
O zaman ne yapmalı?
Bugün yapılması gereken şey, sendikal mücadele açısından önümüzde kanlı canlı duran sorunu, iktidar eliyle temel yaşam ücretine dönüştürülen asgari ücretin, 2021 yılında imzalanacak toplu iş sözleşmelerinde belirleyici olacağını bilince çıkartmaktır. Bu bağlamda Türkiye’de üretim ilişkilerine dahil olmuş insanların neredeyse yarısının hayatını sürdürdüğü dönemde, DİSK’in dün yaptığı açıklamada söylediğinin yani “2021, 1 Ocak itibariyle mücadeleye devam edeceğiz” söylemini formüle etmektir. Siyasal iktidarın insanca yaşam ücreti vermesi konusunda ne tür bir kavgaya girilecektir? Bütün mesele burada düğümleniyor.
Pandemi meselesi bugün olduğu gibi yarın önünde sonunda sona erdiğinde, emekçiler üzerinde yarattığı yıkımı nasıl bertaraf edeceğimizi, nasıl bir mücadele gerçekleştireceğimizi, tüm bunların yanında emek örgütlerinin işlevlerinin ne olduğunu, bu işlevleri yerine getirmeleri doğrultusunda nasıl hareket edilmesi tartışılmaya muhtaç konulardır.
Bu noktada CHP’nin arka bahçesi gibi onun etrafında kümelenen bir muhalefet değil, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasını sağlayabilecek bir örgütlenme düzlemiyle, bütün çalışanların ortak çıkarlarını gündeme getirecek bir örgütlenme stratejisiyle hareket edilmesi açık bir gerçekliktir. Somut olarak; sokağa çıkmadan, genel greve gitmeden bu sorunların altından kalkmamız mümkün değil.
Öte yandan mücadelenin önünde bir çengel gibi duran, patronların tahakküm örgütlerine dönüşmüş, bir milyon işçinin toplu iş sözleşmelerinde nispi kazanımların peşinde koşan, koltukları sınıf mücadelelerinden büyük sarı sendikaların varlığı söz konusu. Bu noktada yapılması gereken bu yapıları parçalayacak bir yaklaşım içerisinde olmaktır.
Zaten hali hazırda var olan bu sarı sendikal ve türevleri yapılarla, pandemi sürecinin de açığa çıkardığı, çıkaracağı “öfkeyi”, sınıfsal talebi karşılayabilecek reflekslere sahip olmadığı açıktır. Zira önümüzdeki süreç geçim sorununun daha belirgin olacağı, işsizliğin tavan yaptığı bir süreç olduğu için bizi emek gücü ile yaşamını sürdürenler açısından daha “öfkeli” bir dönem bekliyor. Bu sınıfsal öfkeyi var olan sendikaların taşıması mümkün değildir. O halde yapılması gereken, devreye bir fiil işçilerin dahil edildiği, işçilerin söz ve karar sahibi olduğu bir mücadele perspektifiyle örgütlenen yapıların gündeme getirilmesidir. Mücadele, yaşanan işsizleştirme ve yoksullaştırma sürecinin altından ancak küçük nüveler halinde gündeme gelmeye başlayan, bu dönemin zorluklarını göğüsleyebilen, daha “militan” sendikal hareketlerle gerçekleştirilebilir. Elbette tüm bu mücadele şeklinin, bu yeni sendikal yapılaşmanın formatlarının nasıl olacağı da ortak akılla tartışılmaya muhtaçtır. Verilen irili ufaklı mukavemetlerin ortaya çıkardığı sonuçlardaki ipuçlarını da dikkate alarak önümüzdeki dönemin yeni sendikal hareketini inşa etmek gerektiği ortadadır.
Madalyonun diğer yüzü ise siyasetin ta kendisidir. Tarihsel geçmişlerimiz bize göstermektedir ki sendikal hareketin arkasında bunu sevk ve idare edebilecek, harekete perspektif katabilecek siyasi organizasyonlar da mücadelenin kendisinin ana omurgalarından biridir. Mücadele ayağının siyasi kısmı boş kalması durumunda emekçiler için kısmi başarılar elde edilmesi halinde dahi kazanımların kalıcı hale gelmesi söz konusu olamaz. İşçi sınıfının geleceğini kendi eline alması, kendisini iktidara taşıyacak mekanizmaların da oluşturulacağı bir süreç inşa edilmesinden geçmektedir.