Portekiz’de ev fiyatlarının ve kiraların yoksulların ve ücretlilerin ödeyemeyeceği oranlarda artması üzerine muhalefette bulunan Birleşik Sol Parti’nin ve 100 dolayında örgütün çağrısıyla ülkenin 6 büyük kentinde kitlesel gösteriler düzenlendi. Muhalefet ve kitle örgütleri konut sorununun çözümü, emlak piyasasının denetim altına alınması, sosyal konut ve kooperatifler aracılığıyla konut yapılması, faizlerin ve kar paylarının düşürülmesini talep ettiler… başlıkta kullandığım da bu gösterilerde atılan sloganlardan biri… Portekiz’de bu eylemleri düzenleyen örgütler 730 bin konutun boş olduğunu belirtiyorlar.
ülkemizde ise Merkez Bankası verilerine göre konut fiyatları Ocak ayı itibarıyla %153 artışla yıllık bazda %59,1 olmuş. 6 Şubat depreminin ardından kira artışlarının 5-6 kat olduğu kentler var. iktidar her ne kadar kira artışlarını %25’le sınırlandırdığını söylese de yaşanan gerçeklik artık büyük ve rantı yüksek kentlerde ücretlilerin oturmasının olanaksız olduğunu gösteriyor… öyle ki artık tersine göç kavramı kullanılıyor yoksullar ve ücretliler açısından. özellikle çok sayıda kamu çalışanının Anadolu’nun taşra kentlerine tayin aldırmaya çalıştığı görülüyor…
İstanbul Planlama Ajansı (İPA) verilerine göre İstanbul’da yaşam maliyeti Mart ayında geçtiğimiz yılın Mart ayına göre %86,14 artmış durumda. yine İPA verilerine göre İstanbul’da 4 kişilik bir ailenin yaşaması için gerekli gelir 31.788 tl’ye yükseldi… her yurttaşın iliklerine kadar duyumsadığı yoksulluk ve açlığın inkar edilemez boyutlara ulaştığını ve arttığını her geçen yıl değil, neredeyse her geçen gün duyumsuyoruz. yalnızca konut fiyatları ve kiralardaki artışlar değil, en temel tüketim ürünlerindeki fiyat artışlarının hızı bile gösteriyor durumumuzu…
yazıya başlarken amacım özkıyım (intihar) olaylarındaki artışı yazmaktı. fakat özkıyımı hazırlayan koşullar arasında en önemlilerini belirtmek istedim. genel geçer bir kabulle ruhsal hastalıklar ve bunalımla geçiştirilen özkıyım olayları her zaman, her yerde, her koşulda aynı oranlarda ve biçimlerde yaşanmıyor. bu yüzden ruhsal hastalık ve bunalım olarak açıklamak özkıyımın görünür olmasını da engelliyor diye düşünüyorum… içinde yaşadığımız toplumun büyük kısmının gelecek kaygısına düşmesi, güvencesizlik duygusu, endişe verici olaylar veya beklentiler, umarsızlık, sıkıntı verici olayların artışı, seçeneksizlik gibi çok sayıda olgu ve olay insanları özkıyıma sürüklüyor… tüm bunlara toplum içindeki doğal dayanışma ilişkilerinin (yine aynı sebeplerle) zayıflamasını da eklemek gerek…
yalnızca Nisan ayının ilk haftasında yaşanan özkıyım olaylarının cinnet noktasında yaşandığını gösteriyor. değişik kentlerde yaşanan 7 özkıyım olayının 6’sında failler aile bireylerinin canlarını da aldılar veya almaya çalıştılar (toplam 10 kişi)… olay gerçekleştikten sonra yapılan açıklamaların sorunun özünden uzak olduğunu düşünüyorum. özellikle de ‘tedavi görüyordu’, ‘ruhsal bunalım geçiren’ vb. ifadelerin hiçbir karşılığı yok… anımsayanlar olacaktır korona salgını sırasında da benzer olaylar yaşanmıştı. o yüzden gelecek kaygısı, güvencesizlik, endişe verici olaylardaki süreklilik, umarsızlık gibi kavram ve tanımlamalarla açıklanan toplumsal çözülmeyi ciddiye almak gerekiyor. özellikle de belirttiğim cinnet boyutlarına varmış olması ve failin diğer aile bireylerinin de canlarını yönelmesi benim dikkatimi çeken önemli bir ayrımdı… sonrası da uzmanların alanına giriyor zaten…
daha önceki bir yazımda değinmiştim; 90’lı yılların sonlarına doğru Zonguldak’taki özkıyım olayları Türkiye ortalamasının 2,5 katına kadar çıkmış, alkol ve uyuşturucu kullanımı artmıştı. yapılan alan araştırmalarında yukarıda belirttiğim gerekçeler belirtilmiş ve devletin başta istihdam olmak üzere çeşitli kurumlar üzerinden yatırım yapması, hastanelerde birimler kurulması gibi bir dizi önerilerde bulunulmuştu… 3-4 yıldır artan yoksullaşma nedeniyle birçok insan açlık sınırında bir gelirle, devletten aldığı sosyal yardımlarla yaşamak zorunda kaldı; ve bu yoksullaşma sürerken kalıcılaştı aynı zamanda… 6 şubatta yaşanan deprem ve sonrasındaki gelişmeler halkın büyük kesiminde güvensizliği, gelecek endişesini ve kaygısını da artırdı. dolayısıyla üretim bölüşüm ilişkilerindeki sermaye lehine bozulmayla (iktidar tercihleriyle) birlikte depremin ortaya çıkardığı/ çıkaracağı sorunlar ruhsal savrulmaları derinleştirirken, yaygınlaşmasına da yol açabilecektir.
“birçok insan evsiz, birçok ev insansız” cümlesi üzerinden giderek temel gereksinimlerin karşılanmasındaki zorlukların veya olanaksızlıkların insanları düşürebileceği durumları düşünmemiz gerekiyor. yaşam içindeki tüm üretim ve yaratım süreçlerinin gerçekten insan için, insanlık için mi yapıldığını yeniden sorgulamak zorundayız. daha önceki yazılarımda değinmiştim; 14 milyar insana yetecek miktarda gıda üretimi yapılan bir dünyada neden 2 milyar insan aç veya açlık sınırında yaşıyor? yani bu üretilen gıda kimler için üretildi?
Forbes Dergisi bu yılki milyarderler listesini açıkladı. 2.640 kişinin serveti 12,2 trilyon dolar. dikkat ederseniz bu para G20 içinde yer alan ülkelerin her birinin varlığından bile daha büyük bir miktarı gösteriyor… bu listeye Türkiye’den girenlerin sayısı 2 kişi artarak 26 olmuş ve toplam 57,8 milyar dolar varsıllığa sahipler… ve aynı Türkiye’de emeğin aldığı pay yıldan yıla düşerken devletten sosyal yardım alanların sayısı 20 milyona çıktı; ki deprem sonrası bu sayının haklı ve kaçınılmaz olarak artacağı kesindir. (belediyelerin yardım yaptığı kişi sayısı belirttiğim 20 milyonun içinde değildir)
depremle birlikte milyonlarca insan evsiz kalırken, deprem bölgesi dışındaki milyonlarca insan da kiralar nedeniyle barınma endişesi yaşamaktadır. tam da bu nedenle Kemal Kılıçdaroğlu’nun depremzedelere ücretsiz ev sözüne sahip çıkılarak bazı Avrupa ülkelerinde olduğu, Portekiz’de de savunulduğu şekliyle konutun ticari bir mal olmaktan çıkarılarak herkes için hak olarak savunulması, TOKİ’nin, belediyelerin bu bağlamda sosyal konut üretmesi için savaşım verilmelidir. barınma hakkının temel bir insan hakkı olduğu ve devletin görevinin her insanın barınma hakkını sağlamak olduğu ısrarla savunulmalıdır… barınma hakkının beslenme hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı gibi vazgeçilmez hak olduğu unutulmamalıdır. (bunlara çalışma hakkı ve gelir güvencesini de eklemeliyiz) ki devlet bunları bütün olarak sağlamayacaksa ne işe yarar? bu yüzden devleti ‘zengin üretme çiftliği’ olmaktan çıkarmak zorundayız…