sosyal medyada izlediğim bir kısa videoda “Travma olaylar değildir. Travma Yunanca ‘yaralanmak’ demektir. Yani travma yaşadığımız bir yara. Felaket olaylar olmadan da yaralanabilirsiniz… Olması gereken iyi şeylerin olmaması da bizi yaralar.” diyordu. ‘olması gereken iyi şeylerin olmaması’ cümlesi, yani bizi yaralayan şeyler ve yaralarımız… yaşama, olaylara, iktidarlara, kişilere yaralarımız üzerinden bakabilirsek tüm bunlara bugüne kadar gördüğümüz şeylerin dışında anlamlar yükleyebiliriz diye düşünüyorum…
bir muhalif yurttaş olarak insan haklarından özgürlüklere, kent düzeninden çevreye, eğitimden sanata her alanda muhalif bir bakışın olması gerektiğini savunmakla birlikte var olan durumda bu savunumun genel eğilim olamayacağını biliyorum… çünkü kaçınılmaz ve gerekli olarak önce yaralarımızı, bizi yaralayan şeyleri görür, duyar ve düşünürüz… bu noktada belirtmem gerekir ki iktidar da bunu istiyor. daha doğrusu açlık/ yoksulluk gibi, barınma gibi, sağlık gibi daha çok ekonomik alanlara ve yaralarımıza yoğunlaşıp bu yaraların temel nedenlerini görmemizi engellemeye çalışıyor… dikkat ederseniz birçok olayda ve bu olaylar karşısında iktidarın ve devlet kurumlarının verdiği tepkilerdeki ayrımlarda bunu görmek olası…
iktidar halka karşı yaklaşımlarında Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisindeki fizyolojik (soluk alma, yemek, su, barınma, cinsellik, sağlıklı beden) ile güvenlik (beden, iş, ahlak, aile, sağlık ve mülkiyet/ konut güvenliği) üzerinden tek tek bireyler ve toplum kesimleri olarak bizi bu alanlara tutsak etmeye çalışıyor… çünkü bunlardan sonra gelen; sevgi/ ait olma (arkadaşlık, aile, cinsel mahremiyet- dokunulmazlık) ile saygınlık (özsaygı, saygınlık, başarı, saygı duymak ve saygı duyulmak) ve kendini gerçekleştirme (erdem, yaratıcılık, içtenlik, sorun çözücü, gerçekçi olmak) aşamalarına gelmemizi engelleyici her yol ve aracı kullanıyor… çünkü saygınlık ve kendi gerçekleştirme aşamasına gelmiş olan bireylerden oluşan bir toplumda bugünkü iktidar-ların var olabilmesi olanaklı değildir…
düşünsenize; bir ücret karşılığı çalıyorsunuz. doğal olarak ücretinizin karşılığını belirlemek istiyorsunuz; fakat iktidarın bir üyesi bu hakkı ‘fakir fukaraya vermek’ olarak tanımlarken, bir başka iktidar üyesi asgari ücret oranında artar mı diyenlere ‘saçma sapan tartışmalar’ diyor… işçi, memur, çiftçi, emekli olmamız bir şeyi değiştirmiyor; iktidar bize verdiğini ‘sadaka’, ‘zekat’ olarak, fazlasını ‘saçma sapan’ olarak görerek saygınlığımızı, kendimizi gerçekleştirmemizi yok sayıyor… bu yaklaşımı Karadon grizusunda ‘güzel öldüler’ sözüyle, Soma katliamında madenci tekmelenmesiyle, ‘Gezi Direnişinde ‘çapulcu’ sıfatıyla, ‘kadın mıdır, kız mıdır?’ sözleriyle, 15 Temmuz sonrası KHK’larla ihraç edilenlere olağan yargı yolunun (adalet hakkının) kapatılmasıyla vd. birçok olayda gördük…
hem birey olarak, hem toplumsal kümeler olarak, hem sınıfsal olarak, hem de cinsel, etnik siyasal kimliklerimizle olması gerektiğini düşündüğümüz, olması gereken ancak olmayan, olmaması için siyasal iktidarla birlikte sermayenin işbirliği içinde davrandığı yüzlerce maddi, somut şey var… ve ne yazık ki bu iktidar ve yarattığı siyasal, sosyal, kültürel yapıların bize unutturduğu, öncelikli gereksinimlerimiz için vazgeçtiğimiz yüzlerce şey var. sokak röportajları sırasında denk geldiğimiz ‘çıkar bakayım telefonunu’ sözü de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve iktidar işbirlikçisi cemaat ve tarikatların ‘yoksulların ve şükredenlerin cennete gideceği’ vaazlarının da iktidar ve sermaye politikalarının bir parçası, ortak saldırısı olduğunu gözden uzak tutmamak gerekiyor… bizi getirmek istedikleri nokta ‘insan’dan üç adım geride hayvandan iki adım ileride bir yerdir… birey olarak da, yurttaş olarak da kulluğu dayatıyorlar.
Olması gerekip de olmayan şeylerin bilincimizde, hatta bedenimizde yol açtığı yaraların sorumlusu bu sömürü düzenidir. çünkü yalnızca emeğimiz, yalnızca bilincimiz, yalnızca bedenimiz, yalnızca inancımız, yalnızca düşlerimiz değil sömürülen… maddi ve ruhsal varlığımızı sağlayan neyimiz varsa iktidarın ve sermayenin sömürü alanı durumuna gelmiş durumdadır… yalnızca bizim değil çocuklarımızın da, yalnızca bugünümüz değil yarınımız da bu sömürüye açılmaya çalışılıyor…
en son ne zaman bir sonraki ayı ve yılı düşünmeden ailenizle tatil yaptınız; tatili bırakın başka bir kentteki aile bireylerini ziyaret edebildiniz mi? büyük çoğunluğumuz çocuğumuza istediğimiz/ beklediğimiz eğitim olanağını neden sağlayamıyoruz? son yıllarda kaç kez sinemaya, tiyatroya gittiniz, yarını düşünmeden kültürel, sosyal harcama yaptınız? neden her geçen gün/ yıl yoksullar, emekçiler kentlerin dışına doğru itiliyor? neden bu vb. soruları soran bireylerin siyasal örgütlenmesi çoğu zaman zor kullanılarak engelleniyor? neden işçi işveren ilişkilerinde iktidar gücünü kullananlar göstere göstere işverenden yana olurlar? maaşımızı çalan, bizim ölümümüze sebep olan işverenlere karşı cezasızlığı kural durumuna getiren iktidar ve devlet kurumları hakkını isteyen halkın eylemlerine, ‘yaşamak istiyoruz’ diyenlere karşı yasaları da hiçe sayarak cezalandırmaya yöneliyor…?
olması gerekip de olmayanlarımızı, neden olmadığını düşünmek zorundayız. bu düşünmeyi örgütlü yapabilirsek, şairin dediği gibi birbirimize yaralarımızı gösterebilir ve yaralarımızdan örgütlenebilirsek iktidarın bizi sıkıştırmaya ve tutsak etmeye çalıştığı fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarından kurtulabilir; sevgi/ ait olma, saygınlık ve kendini gerçekleştirme’ye doğru yol alabiliriz… unutmamak zorundayız; ekmek için de, konut için de, güvenlik için de, güvenli bir iş ve çalışma için de, eğitim ve kültür için de özgür olmamız gerekiyor. ancak o zaman verileni değil hakkımızı ve olması gerekeni alabilir, yaralarımızı iyileştirebiliriz… ve yine unutmamak zorundayız; birbirimizin çaresiyiz…