Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Bir Sivil İtaatsizlik Biçimi Olarak Yurttaşlık

Memleketimizin son yıllarda bir rutini var. Sürekli olağanüstü hal ve sürekli kriz… Hep verilen örnek, bir Avrupa ülkesinin belki 5-10 yılda yaşayacağı sarsıcı hadiseleri bir haftada yaşayabiliyoruz. Ve dikkatinizi çekmek isterim, yıllardır böyle yaşıyoruz. Hep bir belirsizlik, bir saldırı, rejim değişiklikleri, baskı… Yorgun ve öfkeliyiz. Genelde şöyle tarif ediliyor ruh halleri; “boğuluyorum”, “sırada ne var?”, “söz bitti” vs…

Son birkaç günde olanları özetlemeye çalışırsak;

Gergerglioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü ve kendisi meclisi terk etmeyeceğini, Anayasa Mahkemesi tarafından hakkında bir karar verilinceye kadar Meclis’te adalet nöbeti tutacağını ilan etti.

HDP’ye kapatma davası açıldı. İkisi evvelce vefat etmiş olmak üzere 687 insana siyaset yasağı talep edildi.

Gezi Parkı İBB’den alındı.

Kendisi de bir avukat olan, bulunduğu konum gereği sık sık Adalet Bakanı ve Bakanlık yetkilileriyle görüşen, İHD Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, sabahın 6’sında evinden gözaltına alındı.

İstanbul Sözleşmesinden çıkıldığı, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile sabaha karşı saat 02.00 sularında ilan ve iddia edildi.

Gergerlioğlu Meclis’teki direnişinin 4. gününde, 21 Mart 2021 Newroz Bayramı’nda, meclis tuvaletinden çıktığı bir sırada, kıyafetleri ve ayakkabılarını giymesine bile izin verilmeden yaka paça göz altına alındı.

Bütün bunlar birkaç gün içinde oldu. Alt alta sıralayınca nasıl bunaltıcı ve iç karartıcı değil mi? Bizim bir irademiz yokmuş, haklarımız yokmuş hatta biz yokmuşuz gibi hissediyoruz. Yaşamamız, insan olmamız, haklarımızın olması suçmuş gibi… Bizim son zamanlarda yoğun bir şekilde hissettiğimiz bu duygu, bu topraklarda çok da yabancısı olduğumuz bir ruh hali değil ne yazık ki.

Memleketimizde bir Kürt sorunu var malum (Yoksa Türk sorunu mu demeli gerçekten?). Tarihi çok daha uzun olmakla birlikte son 40 senedir yakıcı bir biçimde varlığını hissettiren, on binlerce insanın ölmesine neden olan ve bir çözüme ulaştırılamayan, gide gide bir arpa boyu yol alamadığımız, bütün memleketi bir çözümsüzlük sarmalına sokan kadim sorunumuz. Peki ne yaşıyoruz tam olarak?

Kürt sorununun parlamento çatısı altında, demokratik siyasetle çözülme çabaları ilk olarak 1991 yılında Halkın Emek Partisi ile başlamıştı. HEP vekilleri SHP listelerinden meclise girmiş ancak meşhur yemin krizi sonrası HEP mahkeme kararı ile kapatılmıştı. Bu süreçte, 2009 yılına kadar HEP dahil 7 parti kapatıldı ve 2 parti de kapatılma tehdidi nedeniyle kendi kendisini feshetti. Toplam 9 parti bu şekilde kapatılmış oldu.

Son birkaç yıldır da HDP’nin belediyelerine kayyum atanması furyası başladı malumunuz. 31 Mart seçimlerinde 65 Belediye kazanan HDP’nin elinde şu anda sadece 5 belediye kalmış durumda.

Keza 2016 yılında yaşadığımız dokunulmazlıkların Anayasa’ya aykırı şekilde kaldırılması fecaati var. (“Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz.” Bu cümlenin yarattığı isyan duygusunu hatırlamayan yoktur herhalde.) 4 Kasım 2016 tarihinden itibaren ikisi partinin eş genel başkanları olmak üzere 16 milletvekili tutuklandı. Eşbaşkanlar ve çok sayıda milletvekili halen cezaevinde. Son örnek de Gergerlioğlu… Bu yazının yazıldığı sırada kendisi hakkında gözaltı işlemine son verilip serbest bırakılmıştı. Ancak hakkında onanmış bir hapis cezası kararı olduğu unutulmamalı.

Şimdi durum şu, seçmenin yaklaşık %13’üne karşılık gelen ve 6 milyon civarı seçmen var. Onların aileleri var. Bu insanlar tam 30 yıldır şunu yapmaya çalışıyor: Silahların gölgesinde kalmış, ölümlerin ardının gelmediği bir sorunu yasal siyaset yoluyla meclis çatısı altında dile getirmek, çözümün ve barışın yolunu bulmaya çalışmak, eşit yurttaşlık taleplerini dillendirmeye çalışmak. Parti kuruyorlar, kapatılıyor. Sandığa gidip vekillerini seçiyorlar, vekiller dokunulmazlıkları kaldırılıp tutuklanıyor. Yerel seçimlerde belediye başkanlarını seçiyorlar, kayyum atanarak iradeleri yok sayılıyor. Yeniden seçim oluyor, bu insanlar yine ısrarla kapatılan partilerinin yerine kurdukları başka bir parti ile seçime katılıyorlar, temsilcilerini seçiyorlar ve yine aynı döngü devam ediyor.

Bu arada HDP ve öncülü partilerinin 2015 yılına kadar Hazine yardımı almadan bunu yaptıklarını da hatırlatalım. Coğrafyanın belki ekonomik olarak en zayıf halk topluluğu tamamen kendi imkanları ile dişinden tırnağından arttırdıklarıyla bu iradeyi ortaya koyuyor. Büyük bir ısrar ve sebat ile…

Sivil itaatsizlik diye bir kavram var malumunuz. Dünyada ciddi siyasal, sosyal dönüşümlerde rol oynamış bir direnme şekli. Şöyle tanımlanıyor: “Yasaların ya da hükûmet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen (aleni), şiddete dayanmayan, vicdani ancak yasal olmayan politik bir eylem.” (John Rawls; Sivil İtaatsizliğin Tanımı ve Haklılığı, Ayrıntı Yayınlar, İstanbul, 2001)

En bilinen örneği de Rosa Parks. Kısaca hatırlayalım: “O yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinde siyahilerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı. Rosa Parks bir gün Montgomery’de otobüse bindi. O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde yer bulamayınca, siyahilere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks’tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi. Şoför de kalkması için uyardı ama Parks yerinden kalkmadı. Tutuklandı ve hapse girdi. Bu olaydan sonra bölgede siyahlar otobüsleri kullanmayı reddetti. Sistem bu yolla zora sokuldu, sonrasında da ABD’de eşit yurttaşlık mücadelesi önü alınamaz bir biçimde büyüdü ve siyahlara yönelik ayrımcılık en azından yasal düzeyde adım adım ortadan kalktı.

Esasen yukarıda anlattığım süreç sivil itaatsizlik tanımına uymuyor. Çünkü tanımda yasal olmayan bir politik eylem olması gerektiğinden bahsedilmiş. Kürt sorunun barışçıl yolla çözülmesini talep eden HDP ve öncülü partilerin seçmenleri ise ısrarla anayasal hakları olan parti kurma, seçme ve seçilme haklarını kullanmaktalar. Tanımda geçen “yasaların ya da hükûmet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen(aleni), şiddete dayanmayan, vicdani eylem kısmı ise bire bir olayımıza uygun.

Çok temel bir yurttaşlık hakkını kullanmak adeta bir sivil itaatsizlik eylemine dönüşmüş durumda. Tıpkı o otobüs koltuğundan kaldırılarak tutuklanan Sara Parks gibi, bu seçmen grubu da adeta yurttaşlık haklarını kullandıkları için cezalandırılıyor, iradeleri yok sayılıyor ve tutuklanıyor. Ve yine her sivil itaatsizlik eyleminde olduğu gibi onlar yurttaşlık haklarını kullanmaktan, konuyu silahla değil siyasetle çözme taleplerinden vazgeçmiyorlar; senelerdir…

Yazının başında ard arda sıraladığım birkaç günlük hadiseler de esasen ayrı ayrı yurttaşlık hakkı pratiklerine karşılık geliyor.

Gezi Parkı eylemleri hepimizin malumu. Ben her zaman o büyük barışçıl protestonun, o dönem yürürlükte olan çözüm sürecinin getirdiği çatışmasızlığın sağladığı rahatlamaya bağlarım. Toplum ve gençler sürekli karşılarına getirilen terör, terörizm, iç düşman baskısından kurtulduğunda, yan yana gelmiş ve kendisini asıl suistimal edenin kim olduğunu fark edip, yan yana durmanın gücünü deneyimlemişti. Barışçıl bir biçimde, barışçıl taleplerle başlayan bu eylem, o zamanki hükümetin sert ve orantısız karşılığı nedeniyle git gide büyümüş, yine bir yurttaşlık hakkının kullanımı bir sivil itaatsizlik pratiğine dönüşmüştü. Tazyikli suyun, gazın karşısında kıpırdamadan durmak, sadece durmak, şarkılar söylemek, parkta bir bostan oluşturmak ve elbette yeryüzü iftarları… Bu yazının kapsam ve sınırlarını çok aşacak, halen muktedirin kâbusu olmaya devam eden, Türkiye siyasal ve toplumsal hayatı için büyük bir dönüm noktası oluşturdu Gezi. Bu yüzden parkın İBB’den alınıp, bir vakfa devredilmesinin sembolik önemi çok büyük elbette.

Öztürk Türkdoğan’ın gözaltına alınması da benzer minvalde. Kendisi tüm ülkenin tanıdığı bir Avukat, 2008’den beri İnsan Hakları Derneği’nde yönetici. Bir insan hakları savunucusu olarak defalarca Adalet Bakanı ve Bakanlık yetkilileriyle bizzat görüşmüş. Çözüm sürecinde Akil İnsanlar Heyetinde yer almış. Ancak malumunuz İç İşleri Bakanı’nın dişlerini sıka sıka “canı çıkasıca İHD” haykırışından sonra, bir sabah vakti evinden göz altına alındı. İnsanın haklarıyla insan olduğunu savunduğu için, tıpkı Gergerlioğlu gibi amasız fakatsız mazlumun yanında olduğu için, kul değil yurttaş olmanın bilincini yükseltmeye çalıştığı için…

Ve elbette İstanbul Sözleşmesi… Burada uzun uzun kadın cinayeti nedir, Türkiye’nin bu konudaki durumu nedir anlatmaya gerek yok. Okuyucunun malumu. Ancak şunu hatırlatmak şart; İstanbul Sözleşmesi Türkiye’nin AİHM önünde, bir kadının yaşam hakkını koruyamadığı için mahkûm olduğu Opuz-Türkiye kararı sonrasında, Türkiye’nin ev sahibi ve imzacısı olduğu, altında binlerce kadının sona eren yaşamının; Türkiye’nin yüz küsur yıllık kadın mücadelesinin olduğu çok kıymetli bir sözleşme. Bu ülkede kadınlara hiçbir zaman hakları bir altın tepsi içerisinde sunulmadı. Her türlü ön yargıya, dışlanmaya, toplumun her alanındaki (sağ-sol, seküler-muhafazakar hiç fark etmeden) erkek egemen zihniyete rağmen ve ona karşı geliştirdikleri var olma mücadelesinin ürünü olarak bu haklar teker teker alındı. Yine büyük bir ısrar ve sebat örneği gösterilerek. Burada daha da ileri giderek bir sivil itaatsizlik biçimi olarak yurttaşlıktan öte, sivil itaatsizlik biçimi olarak var olma, yaşamakta ısrardan bahsetmeli belki de. Çünkü kadın cinayeti denilen şey, sadece ve sadece kadının kadın olarak var olması nedeniyle işlenen cinayettir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece yarısı (hukuki ilkeler de göz ardı edilerek) çekilmek demek, kadının yaşam hakkı talebinin arkasından çekilmek demektir. Bu durumda yaşamını sürdürmek istemek başlı başına bir sivil itaatsizlik konusudur.

Sonuç itibariyle, en temel yurttaşlık haklarının kullanılmasının bedeli bu kadar ağırlaşmışken, bu haklara sahip çıkmanın yolunun sadece mahkemelere başvurmak olmadığını bir hukukçu olarak önemle vurgulamak isterim. Çünkü kanunlar, anayasalar, uluslararası sözleşmeler nihayetinde bir takım kağıtlara yazılmış metinlerden ibarettir. Bu metinlerin kendisinin, okuyup üflenmiş muskalara atfedildiği şekilde koruyucu bir etki sağlamasını sağlayacak bir sihirli formülümüz ne yazık ki yok. Bu metinlerin yaşamak, eşit yurttaş olmak, seçmek, seçilmek, demokratik siyaset yapmak gibi en temel hakları koruyucu bir işlev alması, o metinlerin ruhuna ve bu haklara sahip çıkmakla mümkündür. Günü geldiğinde gidebileceğimiz ve siyasi irademizi ortaya koyabileceğimiz bir sandık olsun, en temel haklarımızı kullanmanın yasal ve demokratik yolları daha fazla elimizden kayıp gitmesin diye. Bunu da artık aklı başında kimsenin hayır demeyeceği bu çok temel konularda birlikte mücadele etmekle gerçekleştirebiliriz. Gerçekten başka da seçeneğimiz yok.

O zaman o ünlü sloganı şimdi yeniden hatırlayalım: Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiç birimiz!

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR