Çok yıllar önceydi, hekimlik mesleğine başladığım ilk yıllar. Geçici görevle bir ilçe hastanesinin acilinde görevlendirilmiştim. 80 yaşlarında, hastaneye tek başına başvuran yaşlı bir adamı sedyeyle getirdiler. İyi görünmüyordu, tansiyonu çok yüksekti, kalpte ritim bozukluğu vardı ve solunum sıkıntısı çekiyordu. Ama ilk dikkatimi çeken yaz ayı olmasına rağmen önü kapalı bir ceket giymesi ve ceketin kallavi büyüklükte bir tabancayı saklıyor olmasıydı. Doğal olarak hastane polisine haber verdik…
Belki gençlikten, çok merak etmiştim; düzgün sakal tıraşı olmuş ve kıyafetleri düzgündü; yaşına ve sağlık sorunlarına rağmen oldukça sağlam bir fiziği vardı. Bilinci çabuk yerine geldi, ilk sorduğu “silahım nerede?” sorusu oldu. Hastane polisinin aldığını söyleyince rahatladı. Sağlığı ve kullandığı ilaçlarla ilgili sorularımı sakin ve tok bir sesle yanıtladı. Ne yalan söyleyeyim meraktan ölmüştüm. Ama önce yaşlı adamı toparlamamız gerekiyordu. Acil serviste verdiğimiz ilaçlara çabuk cevap verdi, ne kadar olabilirse; kronik kalp ve akciğer hastalıklarına dair oku oku bitmez bir raporu vardı. Ceketinin iç cebine bir naylon torbaya sararak koymuştu raporları. Hastaneye yatıralım veya ambulansla il merkezindeki bir hastaneye gönderelim tekliflerini kabul etmedi. Acil serviste birkaç saat gözlem altında tutmak istediğimi söyleyince başını eğerek kabul etti. Birazdan polisler geldi. Eminim onlar da 80 yaşını geçkin bir adamın büyük kalibreli, muhtemelen yarı otomatik şarjörlü bir tabancayı neden taşıdığını merak ediyorlardı. Yaşlı adamdan laf almak zordu; bana verdiği sağlık raporuna benzer şekilde sarılmış bir başka belgeyi ve kimliğini polislere uzattı. Belgeyi okuyan polis diğer arkadaşına dönerek “Şuna bak, taşıma ruhsatı var” dedi. Diğer polis yaşlı adama hastaneden çıkarken silahı kendilerinden alabileceğini söyledi. Acil servisin sakin saatleriydi, yaşlı adam bana kalmıştı. Bütün sevimliliğimi ve bir hastane odasında hekimliğin verdiği özgüveni kullanarak yaşlı adamla sohbet etmeye, onu tanımaya çalıştım…
İlk öğrendiğim emekli orman muhafaza memuru olduğuydu. Emeklilikten sonra bağ, bahçe işleriyle uğraşmış, iki katlı bir ev yaptırmıştı. Tek çocuğu olan oğlunu evlendirmiş, bir torunu olmuştu. İki katlı evde hep birlikte oturuyorlardı. Yaşlı adamın sesi anlattıkça boğuklaşıyor, yüzünde çok acı çeken bir insanın ruh halini gösteren bir ifade gelişiyordu. Anlattıklarını bırakın yaşamayı, dinlemek bile kolay değildi. 5 yıl önce bir gece kendisi kahvedeyken evlerine giren silahlı bir adam eşini, oğlunu, gelinini ve torununu öldürmüştü. Katil çabuk yakalanmış ve para karşılığı cinayetleri işlediğini itiraf etmişti. Katili kiralayan kişiyi de tanıyordu, türlü sebeplerle aralarında yıllardır süren bir husumet olan biri olduğunu söyledi. Ardından söyledikleri bir kitabe üzerine yazılacak türdendi:
“Doktor Bey oğlum, biz gözümüzü devlette açtık. Üzerimize ormancı üniformasını da belimize tabancayı da devlet verdi. Bir gün olsun açlık çekmedik, kimseye muhtaç olmadık. Devlet bizim için hem ana hem babaydı. İşler her zaman düzgün gitmezdi ama devletimize güvenirdik. Geç de olsa güç de olsa bir yoluna bulurdu devletimiz. Zaten devletin gösterdiğinden başka yola gitmeyi de bilmezdik. Katil ortadaydı, aldığı para meydandaydı, parayı kimden aldığını, kimin azmettirdiğini itiraf etmişti. Katil iki yıl sonra cezaevinde başka bir olayda bıçaklanıp öldü. Azmettiren kişi ise mahkemede ‘katille işim olmadı, parayı da vermedim, öldürmesini de istemedim’ dedi. 5 yıl tutuksuz yargılandı, bir gün olsun cezaevi görmedi, bir hafta önce karar kesinleşti. Delil yetersizliğinden beraat etmiş. Eşim, oğlum, gelinim, torunum toprağın altında. Onları öldürten, adam her akşam arkadaşlarıyla meyhanede kutlama yapıyor.”
Bunları söyledikten sonra gözleri daldı, yüzü kızarmıştı, gözlerindeki kıvılcımlar hasta yatağını çevreleyen paravanı delip geçecek gibiydi. Yine de konuşmasının sonunu getirdi:
“Doktor oğlum, devletin aciz kaldığı zamanlarda kanunu zalimler koyarmış. Şimdi mahkeme de yargıç da benim.”
Sustu…
İki saat sonra “hastaneden kendi rızamla çıktım” yazan matbu bir kâğıdı imzalayıp çıktı. Koridorun sonundaki polis odasına girdiğini ve sonra acil servisin camından, belindeki tabanca potluk yapmasın diye ceketini düzelterek uzaklaştığını izledim.
Hikâyenin devamını öğrenmem uzun sürmedi. İki gün sonrasının gecesinde içkili bir mekânda bulduğu adama “Adalet vakti” diyerek ateş etmişti. Sonra bir masaya oturmuş, garsonu çağırmış, polis çağırmalarını söylemiş ama önce şekerli bir kahve getirmelerini istemişti.
Geçmişin bu uzak anıları beni yıllardır “Adalet” üzerine bir yazı yazmaya zorluyordu ve yazdım. Nerede mi o yazı?
https://www.mukavemet.org/18-yuzyilda-bir-cinayetten-adalete/