Howard Becker’a göre, sapkınlık, toplum tarafından yaratılmıştır. Ama ona göre bu, sapkınlığın toplumsal etkenlerden kaynaklandığı anlamına gelmez. Daha ziyade, toplumsal grupların, ihlal edilmesi sapkınlık olarak tanımlanan kurallar koyarak sapkınlığı yarattığı anlamına gelir (2013: 31). Çünkü “eğer insanlar durumları gerçek olarak tanımlarlarsa bu durumlar sonuçları açısından gerçektirler” (Aktaran Becker, 2013: 14). “Yani insanlar, dünyaya ve bu dünyada ne olduğuna dair sahip oldukları anlayışlar temelinde hareket ederler… Bu örnekte soru şudur: Kim hangi etkinlikleri suç olarak tanımlamaktadır ve bu tanımlamanın sonuçları nelerdir?” (aynı yer). Çünkü ona göre sapkınlığa dair toplumsal değerlendirmeler görecelidir: “Gerçekte hiçbir kural ihlali yapmadıkları halde, bazı kişiler sapkın olarak etiketlenebilirler. Dahası, suç işleyen pek çok kişi tutuklanmayabilir ve dolayısıyla da araştırmacıların çalıştığı “sapkınlar” nüfusunun içinde yer almayabilirler” (2013: 31-32).
Becker’ın teorisi, belli bir toplumsallık içinde, ahlaki davranış söz konusu olduğunda hiç de tutarlı olunmayacağını gösterir. Kuralları kimin koyduğu, kimlere uygulandığı, kimleri sapkın olarak damgalamaya yaradığı sorgulanması gereken şeylerdir. Bazen ortada bir kural da olmaz ama bir davranışın ahlaki olmadığı bellidir. Ama yine de o davranışa rahatlıkla göz yumulur. Bir kuralın varlığı, zorunlu olarak, onun uygulanımını garanti etmez. Kimin bu kural ihlalinden zarar gördüğüne bağlı olarak değişir. Bazen de toplum her kural ihlalinden zarar görmez. Bu nedenle kural ihlallerini göz ardı etmek hususunda bir uzlaşı sergilenir. Becker’ın kuralların göreceliliğine dair analizinden yola çıkarak başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin içinden ve iltisaklı medyasından kadınlara yönelik üretilen damgalayıcı dilin belli bir kültürel keyfiyetin ürünü olduğunu, belli işlevlerinin olduğunu ve yönünün her an değişebileceğini, bu nedenle sahibini de her an vurabilme potansiyeline sahip olduğunu anlatmaya çalışacağım. Hatırlayalım Erdoğan’ın ve AKP’li vekillerin kadınlar için neler dediğini: Üç çocuk doğurun, sezeryanla doğum yapmayın, her kürtaj bir Uludere’dir, erken evlenin, ulu orta ağız dolusu gülmeyin, hamile karnınızı göstere göstere sokağa çıkmayın, yerli yersiz konuşmayın…
I.
Abdurrahman Dilipak İstanbul Sözleşmesi’ni AKP içinden ve KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) tarafından savunulmasını şiddetle eleştirerek “AKP’nin Papatyaları” adlı bir yazı yazarak bu kadınları “fahişe ve onun türevleri” olarak damgalamıştı. AKP Genel Merkez Kadın Kolları bunun üzerine 81 ilde suç duyurusunda bulununca Cumhurbaşkanı’na “Açık Mektup” yazarak, “fahişe ve türevleri” ifadesiyle LGBTİ’yi kastettiğini ama yanlış anlaşıldığını söylemişti.[1] Hep “dışarı”ya, diğer kadınlara söylenmeye alışılmış bu ifadeler birden kendilerine dönünce AKP’li kadınlar soluğu mahkemede aldılar. Sadece Dilipak değil epey bir dindar muhafazakâr eril kesim koro halinde İstanbul Sözleşmesi’ni karalayıcı ifadeler kullandılar. İçten ve dıştan türlü şer odaklarının İstanbul Sözleşmesi ile bu kesimin ailesini, toplumunu, dinini bozmak için Türkiye’ye operasyon çektiklerini öğrendik. Nihayet İstanbul Sözleşmesi kaldırılarak bu oyun bozulmuş oldu.
II.
AKP’li Özlem Zengin, partisinin “bir kadın partisi” olduğunu ve kadının adının konmasının kendi partisi ile gerçekleştiğini söylemişti. Ayasofya’nın eski imamı Boynukalın ile girdiği münakaşada kimin kadının adını koymaya yetkili olduğunu gördük. Boynukalın 8 Mart’ta attığı tweette “sürekli kadın cinayetleri vurgusu, kadını erkeğe düşman etmeye çalışan bir sloganik medya propagandasıdır” dedikten sonra Zengin, Boynukalın’a siyasetin işine karışmaması gerektiğini söyledi. O da cevaben, ailenin reisinin dinen erkek olduğunu söyleyerek ad vermeden Zengin’i yerini bilmeye davet etti. Bu münakaşada Boynukalın gibi dinci erkeklerin aile, toplum ve devlet arasında dine ve erkek otoritesine dayalı dikey ve organik bir bağ kurduklarını, kadını ancak erkek otoritesine itaat edecek uysallıkta olduğu müddetçe makbul kadın olarak adlandıracaklarını, sınırların dışına çıktıklarında kadınlara rahatlıkla had bildireceklerini görüyoruz. Başörtülü kadının adının konmamış olmasından yakınan AKP’li kadınların Boynukalın gibiler tarafından adlandırılmaya ses çıkar(a)madıklarını söylemeliyiz.
III.
Boğaziçi öğrencisi başörtülü Şeyma’nın, atanmış rektör Melih Bulu’yu protesto eden öğrenciler arasında görülmesine istinaden Yeni Akit’ten bir yazar[2] “Başörtü yasağının kalkmasında da.. İmam hatip liselerinin tekrar yaygınlaşmasında da.. O liselere, sol kafanın tüm çığırtkanlıklarına rağmen, diğer liselerle eşit tecrübede öğretmenleri görevlendirmesinde de.. İmam hatiplere üniversite imtihanında uygulanan katsayı zulmünün kaldırılmasında da.. Tayyip Erdoğan’ın çabasını inkâr edemezsiniz. Bu açıdan.. Şeyma kızımız, bugün Boğaziçi’nde okumasını kendisi açısından önemli bir başarı olarak görüyorsa.. Bundan dolayı Tayyip Erdoğan’a üç defa teşekkür etmesi gerekir..” diyerek Şeyma nezdinde okuyan bütün başörtülü kadınlara nedamet getirmeyi ve minnet duymayı buyurdu.
IV.
Erdoğan 1 Haziran’daki TBMM AKP grup toplantısında Gezi direnişine katılanlarla ilgili “bunlar çürük, bunlar sürtük” dedi. Yetmedi, “camiyi pislediler, hatta ateşe de verdiler” diye devam etti. Özlem Zengin’in dediği gibi AKP kadının adını koydu. Sahi hangi kadının adını koydu? Adı yoksa konuşan kim? Eğer adı konan başörtülü kadınlarsa, onlara fahişe ve minnetsiz denildi. Yok seküler kadınlarsa onlara da sürtük denildi. Bu durumda kadının adı konmasa daha hayırlı olacak gibi görünüyor. Biliyorsunuz AKP kendi kurduğu düzene “Yeni Türkiye” adını vermişti. Aslında “yeni” denen şey, kendileri, aileleri ve belli bir sermaye grubu için zenginleşmenin, dolayısıyla “yerli ve milli” bir sömürünün yeni koşullarının yaratılmasıydı. Kendi çıkarlarına “yeni” adı altında bir kılıf uydurdular kısacası. Kadınların “sürtük” olarak damgalanmasında da “yeni” olan bir şey yok aslında. Bilinçsiz bir anında ağzından kaçırmadı. Halide Edip’in “Vurun Kahpeye” adlı romanında da aynı damgalamayı ve bunun elverişli sonuçlarını görebiliriz. Fakat AKP’li başörtülü kadınlar içinde, hatta genel olarak başörtülü kadınlar içinde makbul ve makbul olmayanlar ayrımının bu kadar açık bir şekilde dile getirilmesi ve makbul olmayanların damgalanması “yeni”.
Howard Becker’ın sapkınlık teorisine geri dönecek olursak, damgalamanın kuralların ihlaliyle ilgisi olmadığını söylemek gerek. Goffman (2014) damganın, niteliğe, ahlaka veya öze yönelik bir özellikten kaynaklanmadığını söyler bize. Damga, kişiler arası güç ilişkilerinin ve tahakkümün işlemesine hizmet eden olumsuzlayıcı bir sıfattır. Damgalama yoluyla normalin sınırları keskinleştirilir, normal tanımına giren değerler yüceltilir; damgalananlar yaralanabilir kılınırlar, itibarsızlaştırılırlar ve güç oyununun dışına sürülürler. Goffman (2014: 197) damgalamaya, “utanç verici farklılık oyunu” der. Damgalananlar açısından bu böyle. Damgalayanlar için ise, hele damgaladıkları kadınlarsa, içinde eril iktidarlarını hissettikleri şehvet verici erotik bir oyundur, bu. Damgalayan ele geçiremediği kadını damgalayarak, onu oyun dışı bırakarak ele geçirmeye çalışır. Fakat damgalamanın nesnesi damgalananlar değildir. Damgalama yoluyla eril iktidar aslında bahçesindeki makbul itaatkâr kadınlar ile bahçenin sınırlarını aşmaya teşebbüs etmiş veya etmekte olan kadınları hedef alır, onlara diğerleri gibi olmayın/olmamalısınız mesajını verir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta damgalananın neliği değil, damgalamanın ne tür durumlarda, kimler tarafından, kimlere uygulandığı ve bundan ne tür politik sonuçların hedeflendiğidir. “Fahişe” ve “sürtük” ifadeleri, namus kavramı bağlamında kullanılan damgalayıcı ifadelerdir. Bu ifadeler aslında bir erkeğin, bir iktidarın, bir cemaatin mülkiyeti olmayı tercih etmeyen kadınları kriminalize etmek için kullanılıyor.
Bourdieu ve Passeron’un (2015) eğitim sosyolojisi terminolojisiyle konuşacak olursak, damgalama, iktidarın disipline etmeye yönelik pedagojik bir eylemidir. İktidar sadece siyasal değil aynı zamanda dinci/dinbaz (Tayfun Atay’ın ifadesiyle) kültürel keyfiyetini veya buna yönelik sembolik şiddet uygulama hakkını elinde tutan pedagojik bir otorite olarak görüyor kendini. Pedagojik otorite sıfatıyla uygulamaya koyduğu pedagojik eylemini güç ilişkilerini meşrulaştıran bir araç olarak kullanıyor. Başörtülü kadınlarla seküler kadınlar arasında ve başörtülü kadınların kendi aralarındaki farkı vurgulayarak, hatta yeni kutuplaşma alanları yaratarak pedagojik alıcıları (yani kadınları) kendi otoritesine itaate zorluyor. Burada vurgulanması gereken, iktidarın, dindar değil dinci bir eğilimle, elinde tuttuğu ideolojik aygıtlar vasıtasıyla (yani medya, cemaat ve tarikatlar, rektörler, akademisyenler, ilahiyatçılar, kolluk kuvvetleri, mahkemeler) temsil ettiğini düşündüğü dindar seçmenin tahkim ve tanzimine yönelik pedagojik bir eylem işlettiğidir. Ahlaki iki yüzlülük ve tutarsızlık barındırsa dahi bir pedagojik eylemin başarısı, bu eylemin zihinlere dayattığı kültürel keyfiyet ile alıcıların pedagojik yatkınlığı arasındaki örtüşmeye veya yakınlığa bağlıdır. Erdoğan, “sürtük” sözünü meşrulaştırmak için başvurduğu, “Biz bugüne kadar hep milletimizin diliyle konuştuk. Milletimiz Gezi olaylarına nasıl bakıyorsa biz de aynı pencereden bakıyoruz” ifadesinde görüleceği üzere, milletin bakışıyla iktidarın bakışı arasında özdeşlik kurarak ikisi arasındaki pedagojik yatkınlıklara vurgu yapıyor. Halbuki millet diye kastettiği bir bütün olarak millet değil, onun sadece kendisini destekleyen kesimi. Sonra burada ifade edildiği gibi, bütün bir millet de Gezi olaylarını iktidarın gözünden değerlendirmiyor. Ama sürekli kendi iktidarı ile genelleştirilmiş pedagojik alıcıları arasındaki yatkınlıklara vurgu yaparak iktidarına ve onun cedit eylemlerine alan açmak ve meşruiyet sağlamak gayesini güdüyor. AKP kendi çekirdek seçmeni üzerinde işlettiği pedagojik iki yüzlülüğünde başarılı olabilir ama bütün bir halk için aynı şeyi söyleyemeyiz, ki sürekli bir sınırları çizme, bahçeyi temizleme ve sınır ihlallerini cezalandırma eylemleri, işlettiği pedagojinin başarısızlığını göstermektedir.
Özetle, kadınları “sürtük” ve “fahişe” gibi sıfatlarla damgalama pratikleri, sadece kadınlarla sınırlı kalmayan, muhalif olan veya olma potansiyeli taşıyan her ne varsa hepsini damgalama hırsı ve şehvetiyle iktidarın kendi keyfiyetine daha fazla alan açmak ve orada işlerliğini sürdürmek için oynadığı ahlaki ve adil olmayan oyunun bir parçasıdır. Bu oyuna rengini veren ahlaki iki yüzlülüğü görmezden gelmek, yani suç ortaklığı, insanları bir arada tutan ve birbirine bağlayan müşterek bir toplumsal etkinliğe dönüştüğü zaman, artık o iktidarın iyi ve doğruya yönelik bir fikre veya davranışa kaynaklık etmesi mümkün değildir. Damgalananların bunu hak ettiklerini düşünenler varsa, bunun her an sahibini ve huluskarlarını da vuracak ahlaksız bir oyun olduğunu onlara hatırlatmak tarihsel bir zorunluluktur.
Kaynakça
Becker, Howard. (2013). Hariciler-Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması. Çev. Ş. Geniş, L. Ünsaldı, Ankara: Heretik Yay.
Bourdieu, Pierre ve Passeron, J.C. (2015). Yeniden Üretim-Eğitim Sistemine İlişkin Bir Teorinin İlkeleri. Çev. A. Sümer, L. Ünsaldı, Ö. Akkaya, Ankara: Heretik Yay.
Goffman, Erving. (2014). Damga-Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. Çev. Ş. Geniş, L. Ünsaldı, S. N. Ağırnaslı, Ankara: Heretik Yay.
[1] Bu tartışmayı daha detaylı olarak ele aldığım şu iki yazıma bakabilirsiniz. İlknur Meşe (2021). “Dindar muhafazakâr eril söylemden İslami feminist söyleme: İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ve feminizm”, Birikim, sayı 381, s. 82-91 ve “İstanbul Sözleşmesi’nin Kaldırılmasının Ardından!”, https://www.mukavemet.org/istanbul-sozlesmesinin-kaldirilmasinin-ardindan/
[2] Ali Karahasanoğlu (7 Şubat 2021). “Şeyma kızımızın Erdoğan’a üç teşekkür borcu!” (www.yeniakit.com.)