Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in misafiri Ertuğrul GÜNAY’dı. Ertuğrul Beyle İletişim Yayınları’ndan çıkan Bir ‘Hürriyet’ Hikayesi kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Ertuğrul Bey çalışmanızda DP’yi “CHP’nin karşıtı değil, CHP içinde özel girişimci hizbin temsilcisi olarak tanımlıyorsunuz. DP’yi basitçe, “serbest piyasayı savunan CHP” olarak tanımlamak doğru mu? Mehmet Ali Aybar, Zekeriya Sertel gibi isimlerin de partiyi desteklediklerini, partinin ismindeki “demokrat” kelimesinin bile ABD tarzı bir solu ima ettiğini düşünürsek CHP’nin serbest piyasacı versiyonu şeklindeki DP ne kadar doğru olur?
Ertuğrul Günay: Tabii, sadece bu sıfatla anlatmak yetmez ama bu deyimle ben şunu söylemeye çalıştım: Birçok temel noktada Demokrat Parti önceki iktidar partisiyle uyumlu. Türkiye’nin temel sorunları, dış politika, iç politikadaki tercihler, 1924 Anayasası’ndan sonraki devlet yönetim mantığı açısından çok büyük farklılıkları yok. Zaten DP’nin kurucusu Celal Bayar, İsmet Paşa kadar kıdemli bir CHP’li. Atatürk’ün son başvekili. “Atatürk’ün iki hizbi” diye bir tabir kullandım galiba. Yani CHP, İsmet Paşa daha devletçi bir gelenek. Celal Bayar da yine devletçi bir gelenek, yine Atatürkçü ama daha özel teşebbüsçü bir çizgiyi temsil ediyor. Ama tabii dünya koşullarının -o partinin ortaya çıktığı dönemdeki dünya koşullarının- etkisi var. II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye kapalı rejimden biraz daha açık bir sisteme, Avrupa demokrasilerine dönük bir yol ayrımında. Burada Amerikanvari demokrat yapı ve dünya konjonktürüne uygun bir isim seçimi var. DP’de altını çizmeye çalıştığım şu: CHP’den derin ayrılıkları yok başlangıçta. Tarz ve yönetim açısından bir takım, hatta geriye dönük benzeşmeler de var. Cumhuriyet rejimine karşı ya da Atatürk İlke ve Devrimlerine karşı olan bir siyasi hareket değil. Başlangıçta o tek parti CHP’sinin daha devletçi ve daha seçkinci yapısına göre çok partili sistemde ortaya çıkmış bir muhalefet hareketi olarak; daha özel girişimci ve daha halkçı çizgide. Tabii, daha halkçı bir çizgi olmak ve adının demokrat olması, tek parti karşısında onu Celal Bayar’ın tabiri ile “bir parmak daha sola” kaydırıyor. Bu görüntü Zekeriya Sertel’ler, Mehmet Ali Aybar’lar da dahil, o zaman, Türkiye’nin dünyaya açılmasını, çok partili sisteme doğru yürümesini isteyen daha liberal veya sol çevrelerde ilgi odağı olmasını sağlıyor. Başlangıçta çok büyük ayrımları yok. O yüzden zaten Türkiye yönetiminin hışmına da uğramadan yola devam edebiliyor. Çok büyük farklılıkları olsa 1946’dan 1950’ye varamazdı. Rejim için bir tehlike olarak görünmediği, buna paralel olarak rejimin ana kodlarını kabul ettiği için yeni bir siyasi hareket olarak devam ediyor ve 1950’de de tek partiye son verip iktidara gelebiliyor.
Çok partili siyasal yaşama geçmek olumlu bir karardı ama 1924 Anayasası buna elverişli değildi, Anayasa’daki kuvvetler birliği ilkesi çağdaş demokrasiyle bağdaşmıyordu. Bu, çoğunluk sistemi ile birleşerek yeni bir tek parti (DP) yarattı diyorsunuz (s.35) bunu kısaca tartışabilir miyiz?
1921 Anayasası -bugün anayasacılar da kabul ediyorlar- daha çoğulcu bir yapıyı, Türkiye’de yerinden yönetimleri teşvik eden, çalışma imkânı veren bir anayasa. Fakat 1924’te devlet ve toplum biraz zapt-u rapt altına alınıyor. 1924 anayasası 1921 anayasasına göre daha merkeziyetçi bir yapıyı öngörüyor. Yeni kurulan bir devletin, o günkü dünya koşullarında, kuvvetler birliği üzerinden yürümesinde de büyük bir sakınca görülmüyor. 1923’ten 1946’ya kadar -arada 1924’te Terakkiperver Fırkası ve 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi olsa da- tek parti yönetimi var. Meclis hükümeti, parti merkezi. Hem meclise hem hükümete egemen. Yargı bağımsız değil. Böyle bir yapı. Bu yapıyla tek parti döneminde ülke yönetmek mümkün ama çok parti sistemine geçerken herhalde yeni bir anayasa değişikliği düşünmek gerekirdi. Meclisin yasama-yürütme-yargının görev alanlarını doğru-düzgün tarif eden daha çoğulcu bir toplum yapısı, özgürlükler öngören bir anayasa yapmak gerekirdi.
1945’ten sonra CHP, özellikle İsmet Paşa böyle bir tercih yapıyor. Batı kampında kalıyoruz biz. Batılı demokrasileri benimsiyoruz. Ne var ki, ona uygun bir anayasa düzenlemesi ve -bu çok önemli- bir seçim yasası yapılmıyor. Tek parti olduğunda çoğunluk sisteminde bir sakınca yok ama birden fazla parti olunca %51 oyu alan %49’u yok sayıyor. Nitekim 1954 seçimlerinde DP %54-55 dolaylarında oy alarak parlamentodaki koltukların %90’ından fazlasına sahip olurken, %35 oy alan CHP, 30-32 milletvekili ile sınırlı kalıyor. Çok partili sisteme geçerken bu durumun hukuki altyapısının düşünülmemiş olması büyük bir eksiklik. Türkiye’yi 1960 darbesine götüren de bu. Hem seçim sisteminin değiştirilmemiş olması hem de çok partili sistem içinde olsa da tek partili egemenliğine imkân veren bir anayasa olması. Türkiye’yi ilk denemesinde, çok partili sistemin çocukluk çağında bir tökezleme ile karşı karşıya bırakıyor.
14 Mayıs seçimlerini hem İsmet Paşa’nın hem de Bayar’ın olumlu anlamda inisiyatif aldıkları bir “beyaz devrim” olarak tanımlıyorsunuz? Beyaz Devrim’den kastınız nedir?
Tabii, şimdi dünyada örneği az. 1923’te cumhuriyetten bir süre önce kurulmuş bir parti olan CHP 1946’ya kadar ülkeyi tek parti olarak yönetiyor. Sonra dünya konjonktürüne uygun biçimde çok partili sisteme geçme kararı veriliyor. Demokrat Parti, Milli Kalkınma Partisi gibi birçok parti var. Çok partili sisteme geçilme kararından hemen bir sonraki seçimde bir muhalefet partisi (DP) çoğunluğu kazanıyor. Buna elbette devletin yerleşik mekanizmalarının, askerin, yüksek bürokrasinin birtakım tepkileri ve dirençleri var. Fakat orada hem Celal Bayar’ın eski geleneğin içinden gelmesi hem de İsmet Paşa’nın iktidarı devretmekte bir sakınca görmemesi, bu eşiği geçmesinde Türkiye’ye çok kolaylık sağlamış. Burada çok güncel bir örnek var. Görüyorsunuz Amerika’da Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti arasında son seçim kıran kırana bir savaşa dönüştü. Bereket versin ki, Amerika kurumları izin vermedi. Amerika kurumları izin vermedi de Amerika Trump belasından kurtuluyor. Türkiye’de katiyen böyle bir densizliği ne devlet ne devletin herhangi bir organı yapmaya kalkmıştır. Bir söz vardır -ben doğru olduğunu düşünüyorum- İsmet Paşa, 1957 yenilgisi için, yani iktidarın demokratik bir seçimle başka bir partiye devredilmesi için “En büyük zaferim bu!” demiş. Çok partili sistem içinde cumhuriyetin demokrasiye doğru evrimleştiği bir süreçte, yeni bir gelişmeyi görmek… Bu bir olgunluk vesilesi. Bunun kavgasız gürültüsüz olması bir devrim gerçekten. Yani Türkiye, tarihinde ilk defa, seçimle iktidar değiştiriyor. 27 yıllık bir tek parti iktidarı sonra eriyor ve birkaç yıl önce kurulmuş yeni parti, iktidarı devralıyor. Bu gerçekten -eğer Cumhuriyet bir devrimse- çok partili sisteme geçmek ve çok partili sistem içinde bunun sonuçlarını herhangi bir tartışmaya yol açmadan kabul etmek, elbette, elbette bir devrimdir. Beyaz devrim derken bunu kastettim. Beyaz devrim tabiri zaten kullanılıyor. Benim de beğendiğim, kabul ettiğim bir tabir. O yüzden alıntıladım.
“İspat hakkı” nedir? Bu tartışmaların DP tabanında yarattığı gerilimi kısaca özetleyebilir misiniz?
Seçim sisteminin ve anayasanın değişmemesi; küçük bir oy farkı ile iktidara gelen yeni partinin, büyük bir meclis çoğunluğuna sahip olmasının yolunu açıyor. Ve geçmişindeki örnek de 25 yıllık bir tek parti olunca -Bayar Atatürk’ün son baş vekili, rahmetli Menderes de CHP’nin 15 yıllık kıdemli bir milletvekili ve parti müfettişi- bir süre sonra demokrasiye doğru açılmak yerine eski örneğe benzemeye, yani CHP’nin tek parti dönemine benzemeye, bir anlamda birer İsmet Paşa olmaya kalkıyorlar. Geriye doğru bir gidiş var ne yazık ki. Bu bizim demokrasimiz için bir talihsizlik. Geçmiş dönemde bir içtihat var: 1940’lı yıllarda çıkarılmış bir içtihat bu. Herhangi bir bakanı, bir basın mensubu göreviyle ilgili suçlayınca bakan izin vermezse, basın mensubu o iddiasını ispat edemiyor. Elinde belgeler bile olsa onu mahkemeye sunabilmesi için bakanın siyasi olarak buna izin vermesi gerekiyor. Bu, basın özgürlüğünü kısıtlayan ve çok partili demokrasi anlayışıyla bağdaşmayan bir durum. 1955’in yazında, DP’nin ikinci döneminde 11 milletvekili bu içtihadı değiştirecek bir yasa teklifi vermek istiyorlar. Bir görev ile ilgili bir bakana, bir siyasetçiye suçlama yapılırsa basın ispat hakkına sahip olsun. Önce bunu Celal Bayar destekliyor benim okumalarıma göre. Rıfkı Salim Burçak Hoca; Celal Bayar’ın, Sıtkı Hicranlı’nın bunu desteklediğini, bu teklife destek olun dediğini anlatıyor. Burada Menderes’in hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Adı katiyen bir yolsuzluğa karışmış değil. Özel hayatı ile ilgili tartışmalar, sıkıntılar var ama siyasi konularda bir şaibesi yok. Fakat Menderes’in çevresinde onun gücünü kullanarak birtakım imtiyazlar elde eden bazı bakanlar ve parti mensupları var. Bu kişilerin isimleri kitapta mevcut, burada tekrar etmeyeyim. O kişiler Menderes’e: “Hayır, bu bizi tahrip eder, bu bizim her şeyimizi ortaya dökmek için basını tahrik eder.” diyorlar. Halbuki özel yaşam dahil değil. Bir daha söylüyorum, bu tamamen görevle ilgili. Bunu kabul ettirmemek konusunda ikna ediyorlar. Celal Bayar da Menderes’in bu direnci karşısında geri çekiliyor ve bu önergeyi veren 11 kişiden biri vazgeçiyor. 10 kişi kalıyorlar ve sonunda 9 milletvekili, bu önergeyi desteklediklerini açıklıyorlar. 1955’in Ekim ayında Demokrat Parti il kongresi var. Kongreden bir gün önce önergeyi desteklediklerini söyleyenler disiplin kuruluna veriliyorlar ve partiden çıkartılıyorlar. Bunlardan birisi Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, diğeri Dr. Ekrem Hayri Üstündağ ki, kendisi CHP’nin ünlü varisi Muhiddin Üstündağ’ın kardeşi. Fakat CHP’li değil; çok tanınmış bir demokrasi yanlısı. Bu kişileri partiden çıkarıyorlar. Onlar çıkarılınca geride kalanlar da arkadaşlarımız bizim yüzümüzden haksızlığa uğradılar diyerek istifa ediyorlar. Toplamda 19 kişi oluyorlar. O yürüyüşün sonu Hürriyet Partisi’ne doğru gidiyor. Ama sizin de altını çizdiğiniz gibi Hürriyet Partisi’nin ortaya çıkışının başlangıç nedeni bu ispat hakkı tartışması. Dün Çalışan Gazeteciler Günü’ydü. Sanıyorum bu konjonktürde ispat hakkının; basının iddialarını kanıtlayabilme, sorgulayabilme özgürlüğünün önemini -bunu üzerinden 70 yıla yakın zaman geçmesine rağmen- sıcak biçimde yaşıyoruz.
1954 Seçimlerinde umudu kırılan muhalefet için HP yeni bir solu getirdi diyorsunuz. Daha çok “kentli iyi eğitimli, yurtdışında okumuş bir aydın hareketi olarak” (s.104) doğdu dediğiniz HP Türkiye siyasetine neler getirdi? (s. 73 özeti)
Demokrat Parti seçim sistemi nedeni ile 500 kişilik parlamentonun 400 küsürünü elde edince Anadolu’da yaşamında ilk defa milletvekilliğini hatta Ankara’yı görmüş bir ton insan geliyor. Bunlar içinde -1940’lı yıllardan beri- Türkiye’nin Batı’ya ve çoğulcu demokrasiye doğru açılmasını isteyen bir o kadar iyi eğitimli insan var. Bu iyi eğitimli insanlar, iktidarın çok büyük çoğunlukla tekrar tek partiye doğru benzeyen, geri bir çizgiye savrulmasına karşı çıkıyorlar. Mesela Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu İç İşleri Bakanlığı yapıyor. Tek parti döneminden kalan ne kadar anti-demokratik yasa varsa bunların meclise getirilip değiştirilmesini istiyor. Rahmetli Menderes “şimdi bu yasalar bizim işimize yarıyor, kalsın.” diyor. Bu çifte standart anlayışı benimsemeyen insanlar var. Kitapta da göreceksiniz; kurucularının isimlerinin altında biyografilerine bakarsanız, çoğu Batı eğitimi görmüşlerdir. Türkiye’de iyi üniversitelerde okumuşlardır, Ankara ve İstanbul’da. Berlin’de, Paris’te, Londra’da ya çalışmışlar ya eğitim almışlardır. Batı demokrasisi konusunda Türkiye’de olup bitenlerden daha iyi kavrayışları, anlayışları ve sezgileri var. Bunlar Demokrat Parti’nin 1954’te büyük çoğunluğu elde edince geriye doğru savrulmasına karşı çıkıyorlar. Biz halka özgür sözü verdik, sosyal adalet sözü verdik, daha eşit yurttaşlık sözü verdik. Bu sözümüzden vazgeçmemiz gerekir diyorlar. Ama tabii, iktidar insanı bozan bir şey. İktidarda olanlar bu eski sözlerini hatırlamamayı tercih ediyorlar ve eskiye benzeyen bir sistemi sürdürmeye çalışıyorlar.
Hürriyet Partisi Kuruluş Bildirgesi ve arkasından gelen seçim bildirgesi çok ilginç. Türkiye’ye yargı bağımsızlığı, hâkim teminatı, çift meclis, basın özgürlüğü, grev ve toplu sözleşmede sendika özgürlüğü, sosyal siyaset kavramlarını ilk defa Hürriyet Partisi getiriyor. Bu eğitimli kadronun bildirgesi bugün hala Türkiye’nin önünde bir ilk hedefler bildirgesi olarak duruyor. Yani hukuk teminatı, yargı teminatı, sosyal siyaset, sosyal adalet bütün bu kavramlar üzerinden tam 55 yıl geçti. Hala Türkiye’nin önünde duruyor. Hürriyet Partisi’nin Türkiye siyasetine ne getirdiği sorusuna gelince, parti 1957 seçimlerinde başarılı olamıyor. Orada gerek bir takım kendi eksiklikleri gerekse de öteki partilerin kurduğu düzenler var. Onun içinden çıkamıyor ve haliyle başarılı olamıyor. Bir kısım Hürriyet Partili 1958’in sonunda. CHP’ye katılıyor. CHP’nin -siz de bilirsiniz- 1959 İlk Hedefler Bildirisi vardır. O bildiri hemen hemen Hürriyet Partisi’nin 1957 Seçim Bildirgesidir. Zaten CHP 1959 kurultayında bunu kabul ederken, kurultay başkanı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, yani HP’nin eski genel başkanı; sözcüsü de eski DP’de sonra HP’de Milletvekili Prof. Turan Güneş. Bu bildirgenin HP’nin eseri olduğunu CHP kurultayı da kabul ediyor. Kitapta da bir tabir kullandım: Aslında HPliler CHP’ye katılmıyor; CHP, HP’nin fikirlerine katılıyor. CHP’ye daha sonraları, 1960-65’lerden sonra iki seçim kazandıran ortanın solu çizgisi, sosyal demokrasi çizgisi büyük ölçüde partiye yeni geçen arkadaşların katkısıyla olmuştur. Evet, Ecevit eski bir CHP’li ama Turan Güneş eski bir DP’li ve HP’li. İbrahim Hakkı Öktem, eski bir DP’li ve HP’li. Muammer Aksoy, eski bir HP’li. Buna benzer daha pek çok isim, pek çok örnek var. Çok ilginçtir, mesela, 1957 seçiminde daha sonra DİSK’in, TİP’in kurucusu olan çok önemli sendikacılar var. İbrahim Güzelce, Avni Erakalın gibi sendikacılar HP listelerinde adaylar. Yani HP gerçekten Türkiye için CHP’nin ve DP’nin dışında daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha sosyal adaletçi bir yeni soluk. Ne yazık ki devam edememiş. Ben kitapta bu devam edemeyişten duyduğum hayal kırıklığını da ifade etmeye çalıştım.
Forum dergisi Yenigün gazetesi ve HP arasındaki düşünsel çizgiyi özetliyorsunuz kitabınızda. Forum dergisinin HP’ye etkisi ne oldu, Yenigün HP’nin fikirlerini duyurmaya ne kadar hizmet edebildi?
Yenigün Gazetesi HP kurulduktan daha sonra çıkıyor. CHP’yi destekleyen gazeteler var, Millet Partisi’nin gazetesi yok. Muhalefeti destekleyen gazetelerde ise lütfettikleri kadar haber olma söz konusu. Bizim de bir yayın organımız olsun diyorlar ve o zaman Çanakkale milletvekilinin yönetiminde, Altan Öymen’in de yazı işleri müdürü olduğu Yenigün gazetesi kuruluyor. Bu gazete partinin günlük işleyişi ile ilgili bilgiler veren bir gazete. Ama partinin fikriyatını etkileyen sizin de söylediğiniz Forum dergisi. Bu dergi yurtdışında eğitim görüp gelmiş Aydın Yalçın- Nilüfer Yalçın ikilisinin çıkardığı, o dönemde Türkiye’ye göre liberal, Batılı değerleri savunan bir dergi ve derginin sayfalarında Aydın Yalçın’dan Bülent Ecevit’e; Turhan Feyzioğlu’ndan Turan Güneş’e; Cahit Tanyol’dan Münci Kapani’ye Muammer Aksoy’a kadar çok farklı -daha sonraki yıllarda farklı kulvarlarda görebileceğimiz- çok sayıda insan yazı yazıyor. Başta HP’yi destekliyorlar ama Forum dergisi de bir aydın dergisi. En çok sattığı zaman 10000 falan satabilmiş. O günün Türkiye’sinde radyo tek sesli, televizyon yok, sosyal medya yok. Telefonda santrale bağlanıp konuşuyorsunuz. Medya sayfaları zaman zaman sansür yüzünden beyaz çıkıyor. Böyle bir ortamda bir dergi ve gazete ile Anadolu’ya sesinizi duyurmak yetmiyor. Nitekim yetmemiş de. HP’nin bu güzel fikirleri, Forum’un desteği ve Yenigün gazetesine rağmen Anadolu’ya ulaşamamış ki, ilk seçimde beklenilenin çok altında bir sonuç ortaya çıkıyor. Bir tek ilde çoğunluk kazanıyor: Burdur’da.
1957’den sonra Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi ile ve CHP ile birleşme gündeme geliyor. Neden CMP değil de CHP tercih ediliyor?
MP’de DP kökenli biliyorsunuz. Osman Bölükbaşı DP içinde ilk muhalefet hareketinin içindekilerden birisi ve sonra MP, Köylü Partisi ile birleşiyor ve CKMP ye devam eden bir çizgisi var. Ama çok popülist bir hareket. Çok popülist bir hareket ve bunun izleri de var. Ben de kitaba alıntı yaptım. Bir dönem din konusunda istismarcı bir çizgiyi de savunan bir parti zaman zaman. HP’nin tabir-i caizse bu taraklarda hiç bezi yok. HP popülizmden uzak, din istismarından uzak, laik, pozitivist bir hareket. Tabanlar da ilgi kaynakları da farklı. Bunu Prof. Tarık Ünergin -o da partinin kurucularından ve milletvekillerindendir- sonraki yıllarda Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’nde bir makalesi vardı, orada anlatıyor: Bölükbaşı DP’den kopanların kendisine gelmesini istiyor. Fakat hem dünya görüşleri farklıyken tabanları da farklı. Ben de okumalarımda bunu gördüm. MP ile birleşmesinin taraftarı olmuyor. CHP’de taraftarı oluyor mu? İsmet Paşa çok tecrübeli bir siyaset adamı olduğu için buradaki parlak isimlerin de kendilerine fazla hayrı dokunacağını -bir ölçüde sezgisiyle- kavradığı için onlara müthiş, -onların gençlikten ve çok bilgililikten kaynaklanan bilgiç tavırlarına- tahammül ediyor ve onlara bir baba şefkatiyle her zaman daha sevecen bir yaklaşım gösteriyor. Bir de kabul etmek lazım ki, CHP’de 1950’lerden sonra daha HP’lilerin dilinden konuşan birtakım insanlar var. Mesela o zaman, Turhan Feyzioğlu bugünkü çağrışımları yaratan bir siyaset adamı değil. O zaman Türkiye aydın kamuoyunun çok itibar ettiği birisi. HP’ye katılması beklenirken CHP’ye gitmiş. Daha önce HP’yi destekleyen yayın organlarında da CHP’ye katılmaları konusunda müthiş bir tazyik başlıyor. Orada Muammer Aksoy’un bir makalesi var. Aksoy 1957’de TİP Antalya adayıdır. Muammer Aksoy’a sorduklarında bunu zorunlu olarak kabul ediyoruz diyor. Çok içlerine sindiği için değil. Zorunlu olarak kabul ediyorlar ve CHP’ye katılıyorlar. Çünkü CHP’nin sonraki hükümet döneminde gelen arkadaşların katkıları çok açık. Ama bence, keşke katılmasalardı ve keşke ilk seçim başarısızlığına rağmen bu önemli kadroyu dağıtmadan devam edebilselerdi. Böylece 1960’tan sonra bir kısmı CHP’nin bir kısmı Yeni Türkiye Partisinde olmak yerine; HP olarak devam edebilirlerdi. Böyle bir şey mümkün olsaydı; acaba Türkiye için bir üçüncü yol, Türkiye için bu devletçi ve pür özel teşebbüsçü girişimin yerine özgürlükçü ve dayanışmacı, sosyal liberal yeni bir soluk olabilir miydi konusunu tartıştım. Bugün de hala tartışıyorum. Tabii oradaki temel sıkıntılardan bir tanesi 27 Mayıs. Yani bu çizgi belki başka doğum yapabilirdi, başka yere varabilirdi. Fakat 27 Mayıs oyunu bozuyor. Türkiye’nin bu erken çok partili sistemin erginleşmesi de gerekiyor. Bugünlerde de güncel birtakım tartışmalar var. Benim gözümde herhangi bir tartışma 27 Mayıs’ı haklı çıkaramaz. 27 Mayıs gerçekten daha 10 yıllık birçok partili sisteme vurulmuş bir darbedir. Halbuki orada da anlatmaya çalıştım. 27 Mayıs’ta darbe olmasa 1961’de seçim olsa -60 sonunda 61’de seçim olacak çünkü öyle gözüküyor- iktidar değişiyor. Devlet seçiminde bu gözükmüş. 57 seçimlerinde baskınla Menderes seçimi alabiliyor ancak 1961’de gidiyor. DP aşağıya doğru giderken, muhalefet yukarı doğru çıkıyor. O zaman belki yeni bir anayasa yapacak ve o anayasa bir askeri darbeden sonra değil; yeni bir beyaz devrimden sonra, bir sandık zaferinden sonra yapılacak ve milletin daha çok sahiplendiği bir anayasa olabilecekmiş. Fakat 27 Mayıs 1961 Anayasası ve getirdiği bütün hükümleri bir darbe yönetiminden sonra geldiği için baştan şaibeli ve tartışmalı hale getirdi ne yazık ki. Ben 27 Mayıs’ı Türkiye demokrasisinin erginleşmesi açısından çok büyük bir yanlışlık olarak görüyorum. Bunun altını çizmeye de çalıştım.
Çok haklısınız Ertuğrul Bey! En kötü yönetim bile bir darbe yönetiminden daha iyidir. Darbelere karşı olmak zorundayız.
DP’nin o aşırı çoğunluk elde etmiş olmasından kaynaklanan ve gittikçe hırçınlaşan bir yönetim anlayışı var ama seçimle telafi edilebilir. 1957’de bunun ilk ipuçlarını vermiş. 1957’de üç partinin oylarının toplamı DP’yi geçiyor. Yani 1957’den de ders çıkaracaklar. 1961’de DP gidiyor, görünen o. Söylemek istediğim 27 Mayıs DP’nin ve DP geleneğinin mağdur olarak daha uzun yıllar siyasette egemen olmasını sağlamıştır. 1965’te Adalet Partisi’nin başarısı 27 Mayıs yüzündendir.
Bundan sonra Ertuğrul Günay okuyucularını neler bekliyor, sırada hangi çalışma var?
Bir çalışma yapıyorum değerli Hocam. Sizin hazırladığınız Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabı var ya; onun kronolojik tarzında. 12 Mart 1971’den başlayıp 1982 Anayasası’na giden bir çalışma. Bir eski milletvekili arkadaşım Meclis arşivlerine girdi. O, kitapla ilgili verilerin bütün gazete ve dergi koleksiyonlarında taranmasıyla uğraşırken; ben de onun redaksiyon kısmında çalışıyorum. Toparladık sayılır. Ben 12 Mart 2021’de 12 Mart 1971’in 50. Yıldönümüne yetişmesini istiyorum. Bir arkadaşımla yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu beşinci kitabım olacak, sonrasına bakacağız.
Ertuğrul Bey çok teşekkür ederim katıldığınız için. Çok sağ olun. Sizi bu saatte yormuş olduk.
Ben teşekkür ederim asıl. Bir ‘Hürriyet’ Hikayesi vesilesiyle, Türkiye’nin yakın tarihine birlikte bir gezinti yapmış olduk. Ben kitabımı, özellikle yakın tarihe merak duyan gençlerin okumasını istiyorum. Bu sohbette bunun vesilesi olacaktır diye umuyorum. Çok teşekkürler.