“Hayatın kırılganlığından hareket
edersek, barınma ve beslenme ihtiyacı
olmayan, daha geniş toplumsallık ağlarına
ya da emeğe bağımlı olmayan, incinebilirliği
ve ölümlülüğü aşan bir yaşam yoktur.”
(Butler, 2015: 30).
Otorite temel bir gereksinimdir ve toplumsal bağ oluşturan duygulardan biridir diyor Richard Sennett, “Otorite” adlı kitabında. Otorite başkalarına gösterilen ilginin bir ifadesidir. Fakat otorite, özgürlüklerimiz ve hatta varlığımız için bir tehdit unsuru haline gelebilmektedir. Sennett, birilerinin bize bakmasını istiyoruz diye özgürlüğümüzden feragat etmemiz ve köle gibi bağımlı olmamız mı gerekir diye sorar, haklı olarak (2005: 23-24).
Paternalizm erkek egemenliğidir ve erkeklerin babalık rollerine dayanır: “Koruyucu, müsamahasız yargıç ve güçlü kişi.” (2005: 63). Sennett, paternalist otoriteyi, 19. yüzyılda fabrika sahibi bir patron olan George Pullman örneğinde, sahte sevgiye dayalı bir otorite biçimi olarak tasvir eder. Pullman, fabrikasının olduğu yere bir kasaba inşa eder. Kasabada, mağazalar ve otelde içki yasağı, sigara içilmesine dair kurallar ve gece sokağa çıkma yasağı vardır. Hiçbir işçinin ev satın almasına izin verilmez, ancak kirada oturabilirler. Bunları yapması Pullman’ın kendisini işçilerin gerçeklik sınırlarını denetlemeye yetkili hissetmesindendir. Kasaba Pullman’ın kişiliğini yansıtır: Büyük, üretken, ahlakçı ve katı (2005: 73). Pullman işçilere iş, para ve kalacak yer tahsis ederek onlarda patron baba imgesi yaratmıştır. Bu nedenle işçilere yetişkin değil, bir çocuk muamelesi yapar. Buna rağmen 1894’te ABD’deki ilk genel grev Pullman’ın işçileri tarafından gerçekleştirilir. Sennett bu grevi iki nedene bağlar: Birincisi, Pulman’ın, işçilerin kendisine olan bağımlılıklarını ve yaşamları üzerindeki denetimini yitireceği korkusuyla onların ev satın almasına izin vermemesi; ikincisi, patron ile işçiler arasındaki paternalist ilişkinin doğası. Bu ilişkide patron baba hem işçilerin bakımlarını üstlenip hem de onların üzerine duygusal yükler yüklediği için herhangi bir mali sarsıntıda işçiler piyasayı değil Pullman’ı sorumlu tutmuşlardır. Pullman, hiç beklemediği grev karşısında şaşırmış ve ihanete uğradığını hissetmiştir. Paternalist otoriteler, kendilerine bağımlı olanlara karşı sahte bir sevgi gösterirler; onların bakımını üstlenirler ama bunu kendilerinin çıkarına hizmet ettikleri sürece yaparlar, üstelik bakım yoluyla kendilerini güçlendirmeyi amaçlarlar; kaynakları lütuf gibi sunarlar, bu lütfun koşulu ise, bağımlı olanların kendilerine şükran duyması ve pasif durmalarıdır. Kısacası paternalist otorite, başkalarının iyiliği için uygulandığı kanaatine dayandırılan iktidardır.
Paternalist otoritenin popülist bir karakteri de vardır. Kendisine bağımlı bir kitle yaratır ve sadece onların sorumluluğunu üstlenir. Bu bağımlı kitle zenginleştirdiklerinden ve yoksullardan oluşur. Yoksullara az ile yetinmeleri, sabır göstermeleri salık verilirken, zenginleştirdiklerine ise, havadan, sudan, topraktan, ucuz insan kaynaklarından yeni zenginleşme/istismar fırsatları yaratılır. Bağımlı kesimden beklenen sadakat yavaş yavaş kaybedilmeye başladığında ise bağımlı kesimler “nankörlükle” suçlanırlar. Bu suçlama çok tanıdıktır. Örneğin Türkiye’de AKP’nin pandemi döneminde lütuf olarak yaptığı -az miktardaki- yardımlara rağmen esnaftan, şükür ve minnet yerine isyanın gelmesi Erdoğan tarafından nankörlük olarak değerlendirildi. Halbuki hepimiz payımıza, ölüm, hastalanma, yaralanma, işten çıkarılma, şiddet, yoksullaşma, mülksüzleşme vb. ne düşüyorsa razı olmalıydık.
AKP yoksullukla mücadele edeceğini söyleyerek iktidar olan bir partidir. Fakat uyguladığı sosyal yardımlar yoksulluğu azaltacak yerde, yoksulluğu kullanışlı bir pratiğe ve yoksulları da partinin siyasal destekçilerine dönüştürerek, siyasal ve duygusal cemaati haline getirmiştir. 2001 krizinin yarattığı güvencesizleşme ve yoksullaşma sürecinde, AKP’nin Refah Partisi döneminden devraldığı yoksullara hitap eden söylemleri ve mahalleler düzeyinde yoksullarla parti arasında kurulan bağlar ve mahalle odaklı yerel örgütlenme stratejileri, parti ile yoksullar arasında özdeşleşme, tanınma ve duygusal bağlanma yaratarak güçlü bir seçmen desteği kazanmasına yol açtı (Yılmaz 2018: 64-65). AKP iktidarı boyunca yoksullarla kurulan bu ilişki, özünde, yukarıda Pullman örneğinde Sennett’ın anlattığı sahte sevgiye dayalı bir otorite ilişkisidir. Pullman’ın yaptığı gibi AKP de yoksulları muhtaçlaştırarak ve yoksulluk koşullarını sürekli yeniden üreterek yoksullar üzerinde denetim kurmakta ve kendine bağımlı kılmaktadır. İnsanların bedenlerinin, benliklerinin ve duygularının sömürü nesnesi haline geldiği bu türden bir ilişki, sahicilik görüntüsü altında sunulan fakat sahteliğe dayalı bir ilişkidir.
Bakım Odaklı Politika Nedir?
Frued, “Uygarlığın Huzursuzluğu” adlı kitabında insanın üç yönden yaralanabilirliğine işaret etmiştir. Kaderi çöküş ve yok oluş olan kendi bedenimiz, yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya, yani doğa ve hepsinden daha etkilisi, diğerleriyle olan ilişkilerimiz (1999: 37). Uygarlığın, bu üç acı kaynağının etkilerini hafifletmeye yönelik olduğunu söyler. Teknoloji, bilim, hak ve adalet kavramları etrafında kurumsal yapıların oluşturulması bu nedenledir. Fakat Frued insan içgüdülerinin uygarlaşma süreciyle -insan içgüdülerinin tatmin koşullarını kaydırmasına rağmen- uyumlu hale gelmediğini, insanın cinsellik ve saldırganlık eğilimlerinin tam bastırılamadığını söyleyerek karamsarlığını ortaya koyar. Butler da insanın yaralanabilirliğinden bahseder. Çünkü toplumsal varlıklarız, kendi kendimize harekete geçemeyiz, dışımızda olanlar ve dışımızda olup içimize yerleşmiş olanlar tarafından harekete geçiriliriz, birbirimize bağlıyız ve bu bağlar nedeniyle hayatta kalırız ve serpilip gelişiriz. Daha doğarken kırılganızdır. Bir bebeğin hayatta kalması sorumluluk duygusu ve ihtimamla hareket eden bir toplumsallık ağını gerektirir. Bu nedenle Butler’a (2017) göre kimse kendine yeterli, kendine sahip, kendi üzerinde mülkiyet haklarına sahip değildir. Dolayısıyla düşünmeye ve eylemeye bu kurucu toplumsallığı varsayarak başlamamız gerekir. Birbirine dâhili olan hayatların karşılıklı bağımlılığı fikri ötekine karşı duyarlılığı ve sorumluluğu gerektirir. Dolayısıyla bir başkasının bakımını üstlenmemiz, toplumsal bir eşitsizlik koşuluna direnmemiz ya da gayri meşru bir savaşa veya tahripkâr bir işgale muhalefet etmemiz kişisel ahlakımızla ilgili değildir, kendimizi daha geniş bir toplumsallığa teslim etmemizle ilgilidir (Butler ve Athanasiou, 2017: 124). Yani birbirimizin başına gelenlere karşı, kurucu toplumsallık bağlarımız gereği duyarlılık ve sorumluluk göstermemiz gerekir.
Bakım Kolektifi[1] adlı bir grup tarafından yazılan “Bakım Manifestosu”[2] adlı kitap, tam da bu kurucu toplumsallık bağlarımızı tanımak ve kucaklamak için bakımı ön plana çıkaran bir politikaya acil ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bu manifestoya göre bakım sadece terimin ilk anlamındaki gibi, başkalarının fiziksel ve duygusal gereksinimleriyle doğrudan ilgilenme işini değil, aynı zamanda, yaşamın esenliği ve serpilmesi için gerekli olan her şeyin beslenmesine yönelik bir toplumsal kapasite ve etkinliği anlatır (2021: 12). Yaşamlarımızın esenliği ve serpilmesi insan merkezli bencilce bir anlayışla mümkün değildir. Kurucu toplumsal bağlarımıza, yaşanabilir bir hayat sürmemizi mümkün kılan doğayı ve doğadaki canlıları da dahil etmek zorundayız. Toplumsallığı, yalıtılmış bir insan ilişkileri ağı olarak değil, insan, toplum, doğa ve insandışı canlıların yaşamsal bağlarla bağlandığı daha geniş bir örüntü olarak düşünebiliriz. Bu nedenle sadece birbirimizi değil, içinde yaşadığımız ve diğer canlılarla birlikte paylaştığımız dünyayı da gözetmeliyiz, doğurganlığına ve çeşitliliğine özenle ve saygıyla bakmalıyız.
Bakım işi, kadınların fıtratından olduğu söylenerek doğuştan bir yeteneğe bağlanır ve cinsiyetlendirilir, böyle olduğu için değersizleştirilir ve sömürülür. Bir taraftan da bakım işi, aileye ihale edilir. Özellikle sağcı popülist devletler, maddi bir yük olarak gördükleri bakım sorumluluklarını aileye, orada da bilhassa kadına yüklemişlerdir. Bu politika, erkek özerkliğini evin bakım odaklı ve bağımlı dünyasıyla karşıtlığı temelinde tanımlayarak erkekliği yüceltmektedir. Halbuki diğerini umursamanın bir cinsiyeti yoktur. Bizi birbirimize bağlayan bağlar hepimizden sevgi, özen ve şefkat talep eder.
Bakım odaklı devlet anlayışı, bugünün ulus devletlerinin yaptığı gibi etnik-kültürel kimlik ve ulusal güvenlik adına savunulan ayrımcı politikalar üzerinde temellenmek yerine karşılıklı bağımlılıklarımızın tanınmasına, temel gereksinimlerimizin karşılanmasının güvence altına alınmasına, katılımcı demokrasiyi geliştirmeye ve çevre sağlığını gözetmeye dayanır; sadece hayatta kalmamızla yetinmeyip bizi geliştiren koşulları sağlar; yüksek nitelikli kamusal okul eğitimi, mesleki eğitim, üniversite eğitimi ve sağlık hizmetlerinin yanı sıra, uygun fiyatlı konut, ortak kamusal ve kültürel mekanlar temin eder; dikey, yukarıdan aşağıya örgütlenen, disiplinci ya da zora başvuran bir devlet yapılanmasını kabul etmez; kamusal kaynaklara eşit erişim hakkını sağlar; yurttaşların yalnızca başka yurttaşlara değil demokrasinin kendisine de özen göstermesi gerektiği fikrini olanaklı kılar (2021: 70-81).
Türkiye’ye baktığımızda bakım odaklı politika geliştirmenin aciliyetini kavramak zor değil. AKP iktidarı zayıfladıkça, ekonomi daraldıkça ve bunlarla ilişkili bir şekilde otoriterleştikçe popülist söylemlerden de uzaklaştı, dışarıya kapalı ve mutlak bir lider etrafında sadakat ve çıkar bağlarıyla birbirlerine ve lidere bağlı, içinde aile üyelerinin de olduğu küçük bir grubun her şeye karar verdiği bir yönetime evrildi. Pandemi yaşandığından beridir AKP’nin kısa vadeli sonuçlara ve gündelik gelişmelere cevap veren tutarsız ve ufuksuz ekonomi politikasının kırılganlığı gün yüzüne çıktı. Geçiş garantili yollar, yolcu garantili havalimanları, hasta garantili hastaneler, fabrikaların, eğitimin, sağlığın ve temel hizmetlerin özelleştirilmesi gibi AKP’nin takip ettiği ekonomi politikasının halka “hizmet” adı altında, aslında belli bir çıkar grubunun alabildiğine zenginleşmesine ve ekonomik çıkarlarının uzun vadede devlet tarafından garanti altına alınmasına hizmet ettiği açığa çıktı. AKP’nin “yeni Türkiye” adı altında yaptığı ne varsa hepsinin sadece “yeni” görüntüsü altında halkın sömürülmesi demek olduğu, yine pandemi sürecinde oldukça berraklaştı. Aslında “yeni” denen şey, kendileri, aileleri ve belli bir sermaye grubu için zenginleşmenin, dolayısıyla sömürünün yeni koşullarının yaratılmasıydı. Bu küçük çıkar grubunun etrafını saran, mevki, statü ve zenginlik isteyen daha küçük çıkar grupları da örneğin gazeteciler, medya grupları, akademisyenler, hukukçular bu “yeni Türkiye” hikayesinin anlatıcıları oldular. Pandemi sürecinde AKP’nin popülist söylemlerden de uzaklaştığını, kendine oy veren yoksulları ve küçük esnafı yalnız bıraktığını gördük. Otoriter yanı şiddetini artırırken popülist yanı gittikçe azaldı. AKP, iktidarının son kulvarında, sadece kendileri ve etraflarındaki daha küçük bir çıkar grubu için varlık mücadelesi veren bir evreye geçti. Sonuçta, gençler, çocuklar, kadınlar, işçiler, emekçiler ve işsizlerden oluşan geniş bir kesim, gittikçe yoksul, güvencesiz, yaralanabilir, muhtaç hale getirilmiş ve bu yolla sessizleştirilmişlerdir. Kısacası haklarımızdan, yaşayacağımız iyi bir hayattan mahrum bırakılmış durumdayız. Nihayet AKP’nin halk için iyi bir hayat yaratmaya ne niyetinin ne de çabasının olduğu anlaşılıyor. Onlar sadece kendilerine, ailelerine ve huluskârlarına iyi bir hayat sundular; sadece kendilerini ve maişetlerini umursadılar; sadece kendi sahip olduklarını korudular ve sadece kendilerine şefkat gösterdiler.
Eğitim, sağlık ve konut gibi kilit sektörlerin dünyada ve Türkiye’de özelleştirilmesinin ve belli bir azınlığın zenginleşmesinin aracı haline dönüştürülmesinin acı sonuçlarını korona virüs açığa çıkardı. Virüsün insan ve toplum hayatında yarattığı tahribatı en aza indirmek küçük bir azınlığın çıkarından vazgeçmeyi, iktidarların halka doğru yüzlerini dönmelerini gerektirdi. Örneğin İspanya gibi ülkeler bütün özel hastanelerini ve sağlık hizmeti tedarikçilerini kamulaştırdılar (2021: 92). Gelişmiş ülkeler halka milli gelirlerine oranla azımsanmayacak miktarda yardımlarda bulundular. Bir anlamda korona, sosyalist politikaların gerekliliğini sağcı devletlere gösterdi. Türkiye’de AKP ise halka sırtını dönen politikalarından geri adım atmaz, hatta daha da halka uzaklaşırken, kendilerini ve etraflarındaki küçük çıkar gruplarını aşı, devlet garantili gelir, gezi, tatil vb. imkanlardan mahrum bırakmadı. Ancak bir yıl geçtikten ve binlerce -yası tutulmayan- insan kaybedildikten sonra bir aşılama atağına girişildi. AKP’nin umursamazlığı karşısında, hiç tanımadığı insanların yoksulluğunu, acılarını ve yaralarını umursayan yerel yardımlaşma ağlarına ve iyi belediyecilik örneklerine de tanık olduk pandemide.
Son olarak Bakım Kolektifi, iktidarların ve insanların mevcut umursamazlığının üstesinden gelmenin basitçe mahalle ya da bireyler düzeyindeki girişimlerle sağlanamayacağını, devletlerin ve uluslararası kuruluşların desteğini almaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Yaşamaya mecbur bırakıldığımız kötü hayat bize gösteriyor ki, doğayı ve insanları umursayacak yeni politikalar üretmek AKP ile yapılabilecek bir şey değil, ancak ona rağmen ve ondan sonrasında yapılabilecek bir şeydir ki halk zaten kendi yerel ağları içinde emeğini, toprağını, havasını, suyunu ve yaşamı birlikte paylaştığı hayvanları korumak için elinden geleni yapıyordu ve yapmaya da devam edecek.
Kaynakça
Bakım Kolektifi (2021). Bakım Manifestosu, Karşılıklı Bağımlılık Politikası, Çev. Gülnur Acar Savran, Ankara: Dipnot Yay.
Butler, Judith (2015). Savaş Tertipleri-Hangi Hayatların Yası Tutulur?, Çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: YKY Yay.
Butler, Judith ve Athanasiou, Athena (2017). Mülksüzleşme-Siyasaldaki Performatif, Çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis Yay.
Freud, Sigmund (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yay.
Sennett, Richard (2005). Otorite, Çev. Kamil Durand, İstanbul: Metis Yay.
Yılmaz, Zafer (2018). Yeni Türkiye’nin Ruhu, Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma, İstanbul: İletişim Yay.
[1] Andreas Chatzidakis, Jamie Hakim, Jo Littler, Catherine Rottenberg ve Lynne Segal.
[2] Kitabın çevirmeni olan Gülnur Acar Savran’ın kitaptan yola çıkarak yazdığı yazı için bkz. https://catlakzemin.com/bakim-toplumsal-yeniden-uretim-krizi-ve-otesi/