“Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
…” (Refik Durbaş)
en yeni acımız ve ölümümüz İzmir depremi… sanki ülkemizde deprem beklenmiyormuş gibi, sanki deprem kuşağında değilmişiz gibi şaşkınlık yaşadı çoğumuz. belki de yaşam telaşımız, güncel ‘popüler’ gündemlerde boğuluyor oluşumuz nedeniyle bu şaşkınlık… doğamız gereği yaşadığımız yerde yıkıcı, öldürücü, acıtıcı olayların olmayacağını umarız, isteriz. oysa doğa olayları insanoğlunun isteğiyle değil kendi yasalarıyla gerçekleşir… fakat çürük binalar, imar afları, yığın üstüne yığın kentleşme vb. insan yapımıdır….
Prof. Dr. Ahmet Ercan İzmir depreminin hemen ardından yaptığı açıklamalarda “Deprem yazgı değildir. Deprem hasarlarının ölçüsü, yoksulluğun yansımasıdır. Uluslar varsıllaştıkça deprem yitimleri azalır….” dedi. bir başka açıklamasında da (mealen) “depremde çürük binalarda oturmak zorunda olan yoksullar ölür” dedi…
İzmir depreminin hemen ardından Manisa’daki Vestel Fabrikası’nda 10 dakika ara verildikten sonra çalışmaya devam edildiği haberleri düştü sosyal medyaya… işçilerin deprem nedeniyle korkmasının, paniklemesinin önemi yok sermayenin gözünde. işçilerin bazılarının İzmir’de oturma olasılığı, İzmir’de akrabalarının olması ve kaygı duymaları da “önemsiz”… madenlerdeki dayıbaşıların “hadi hadi” yaklaşımı yerüstünde böyle uygulanıyor. “çalış çalış” peki kim için, ne için, ne kadar…?
deprem öncesi gündemlerimizden biri de korona salgını, ölen sağlık emekçileri ve Sağlık Bakanlığı’nın tüm sağlık emekçilerinin istifa, nakil, tayin, yaş haddi ve malullük dışında emeklilik haklarını yasaklamasıydı. Osmanlı döneminde ve 1940-1948 yılları arasında Zonguldak’ta kömür çıkarılması için uygulanan iş mükellefiyetinin 2020 yılında sağlık çalışanlarına dayatılması gelecek günlerde çalışma yaşamında nelerle karşılaşabileceğimiz konusunda bizi düşünmeye zorlamalı… KHK ile ihraç edilen sağlık emekçilerini göreve iade etmeyen iktidar köleliği dayatmakta “sakınca görmüyor!” hastalığı önlemek yerine tedavi etmeye dönük sağlık politikalarını topluma da unutturdu…
korona salgınıyla ilgili yapılan araştırmalarda tüm dünyada ölenlerin büyük çoğunluğunun yoksullar olduğu gerçeğine UNICEF’in “dünya genelinde salgına bağlı olarak 150 milyon çocuğun daha yoksulluğa sürüklediği” açıklaması düştü haberlere… eğer önlem alınmaz ve yeni bir üretim bölüşüm politikası yaratılmazsa “2020 ve 2021 yıllarında her gün 6.000 çocuğun açlıktan öleceği…” bilgisi eklendi açıklamalara… geçtiğimiz aylarda ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) korona salgını nedeniyle 1,5 milyar kişinin işsiz kalacağını açıklamıştı…
yaşadığımız ve tanık olduğumuz tüm acılar, ölümler, yoksulluklar sınıfsal bir durumu göstermekle kalmıyor bize sorumluluk da yüklüyor. en azından biliyor olmanın, bilginin bize yüklediği sorumluluklar var…
Soma ve Ermenek’li madenciler hakları için direnirlerken elleri ve yürekleri sanata da gitti; barikat önünde tiyatro gösterisi yaptılar, madenci yakınları, gençler şiirini ve karikatürünü yarattılar direnişin… diğer direnişlerde de benzer yaratıcılıkları görüyoruz. bir çoğumuzun “dili küfüre, yüreği acıya” düştü. fakat bunun yetmediğini, yetmeyeceğini biliyoruz; “ölüm hep bana/ bana mı düşer usta?” sorusunu bir selam kadar rahat, bir marş kadar kararlı biçimde dile getirmenin, gecikmeksizin öfkeyi bilinçle örgütlemenin, direnme hattıyla birlikte geleceğe ortak adımlar atmanın araçlarını yaratmak zorundayız…