Merhaba, geçtiğimiz hafta Kitaba Dair’in konuğu Ayşe Hür’dü. Ayşe Hür Hoca’yla Literatür Yayınları’ndan çıkan Mustafa Kemal Atatürk Döneminin Öteki Tarihi, I-II kitapları üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: Ayşe Hocam, aslında çalışmanız, daha geniş kapsamlı bir serinin bir parçası olarak kurgulanmış: Bu çalışmanıza Millî Mücadele’nin Öteki Tarihi (2019) kitabınızda bıraktığınız yerden devam ediyorsunuz. İlk cilde CHP’nin kuruluşu ve ARMH Grubu’nun teşkilinden başlıyorsunuz ve sözü Nutuk’un okunduğu 1927 yılına kadar getiriyorsunuz. İkinci cilt de Nutuk sonrası ile başlıyor ve 1938’e kadar devam ediyor. Nutuk üstelik çalışmanızın birinci cildinde üzerinde ayrıca durduğunuz konulardan birisi. Bu başlık altında Mustafa Kemal’in Nutuk’u yazdığı dönemdeki uykusuz ve yorucu gecelerinden -bu arada kalp krizi de geçirecek-Kongre’nin açılış günündeki ayrıntılara, dönemin gazetelerinde Nutuk’un nasıl sunulduğundan Gençliğe Hitabe ve gençliğin cevabına… birçok ayrıntıya yer veriyorsunuz. Yine sizin de belirttiğiniz gibi hem 1927 Kongresi CHP’nin otoriterleşme sürecinde bir mihenk taşıdır hem de Nutuk başlı başına önemli bir siyasî metin. Bu çerçevede sormak istediğim şu: Sizce Nutuk’u nasıl tanımlamalı ve Türkiye siyasi hayatında nereye yerleştirmeliyiz?
Ayşe Hür: Bu kitap hakikaten bir kronolojik serinin parçası. Millî Mücadele’nin öncesini Tanzimat’tan Mondros’a Osmanlı’nın Öteki Tarihi başlıklı kitapta anlatmıştım. Daha sonra ise Millî Mücadele’nin Öteki Tarihi kitapta 1919-1922 arasını inceledim. Elinizdeki iki kitapta da okuyucuyu yormaması açısından zoraki bir bölünme oldu. Birinci cilt 1923-1927, ikinci cilt ise 1928-1933 şeklinde ikiye ayrıldı. Şimdi ise Atatürk döneminin son cildini yazıyorum.1934-1938 arasını anlattığım bu eser de baskıya girmek üzere, Nisan sonunda çıkmasını bekliyoruz. Dediğiniz gibi Nutuk önemli bir dönüm noktası. Siz de kabul edersiniz, “Tarihi galipler yazar.” diye darb-ı mesel olmuş bir söz vardır. Bu minvalde Nutuk da belli bir savaşımın sonunda; arkasında gazileri, şehitleri de bırakarak bir mesafe kat etmiş galibin yaptığı bir değerlendirme. Oraya kadar, o galibiyete kadar neler yapıldığını -saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, Ankara’nın başkent yapılması, Hilafetin kaldırılması, çeşitli kanunlarla tasfiyelerin devam etmesi ve zirve olarak 1926 İzmir Suikastı davası- anlatan bir eser. Mustafa Kemal’in modernleşme projelerine şu veya bu şekilde itirazı olan kadrolar tasfiye oldu. Bütün bu çoğu kanlı hesaplaşmadan sonra Mustafa Kemal mücadelesini kendi gözünden anlattı ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım diye başlayarak bu konuda bir tarih düştü. Nutuk nedir derseniz, bu mücadelenin en önemli aktörü elbette, Mustafa Kemal’in nasıl gördüğünü anlatan bir belge. Değersiz bir belge mi? Kesinlikle değil ama mutlaka karşı argümanları ileri sürenlerle, bu tasfiyenin mağdurlarıyla, hayatta olmayanların hatıratlarıyla, o döneme ilişkin gözlemi olan yerli ve yabancı her türlü aktörün değerlendirmesiyle çapraz bir şekilde değerlendirilmesi gereken önemli bir belge. Ama dediğim gibi galibin nasıl gördüğünü anlatması bakımından ayrı bir öneme haiz. Dolayısıyla bize oldukça önemli ipuçları veriyor.
Milli Burjuvazi yaratmak başlığı altında sözü 1922 İzmir Yangını’na getiriyorsunuz ve bunun gayrimüslimlerin iktisadi anlamda da Anadolu’dan temizlenmelerini, bir anlamda bir milli burjuvazi yaratılmasına dönük temel iktisadi politikaların da manivelası olduğunun altını çiziyorsunuz. Bu anlamda İzmir Yangını’nı tek başına ele almamak gerekir diye düşünüyorum. O dönemde Anadolu’nun farklı yerlerinde yangınlar(!) çıkıyor: 1916’da Ankara’da, 1922’de Manisa’da ve aynı yıl Alaşehir’dekiler gibi. Bu çerçevede sorumu üç parçaya bölmek istiyorum. İlk olarak İzmir Yangını da dâhil, bu yangınları bir iktisadi-etnik temizliğin bir parçası olarak görebilir miyiz, nasıl?
Çok haklısınız! İzmir Yangını’nı başlı başına bir konu olarak Millî Mücadele’nin Öteki Tarihi kitabımda ele aldım. Ancak sözünü ettiğiniz 1916 Ankara Yangını ve o dönem çıkan bir dizi yangını Taylan Esin ve Zeliha Etöz kitap halinde yayınladılar.1914’te başlıyor bu yangınlar: Kastamonu’da Tokat’ta, Diyarbakır’da, Edirne’de, Bandırma’da, Bursa Orhangazi’de, İzmit’te, Adana’da… dizi dizi yangınlar var. Bunların en önemli özelliği, ne hikmetse(!) en çok, şehrin gayrimüslim nüfusunun yoğun olduğu yerlerini tahrip etmesi. İkinci önemli özelliği de faillerinin bulunamamış olması. Elbette savaş yılları olduğu için bu konuda zorlukların olduğu kesin ama yine de Müslüman mahallelerine zarar veren yangınların çözümlenip faillerinin bulunması söz konusuyken, buralardaki yangınlara dair böyle bir sonuca ulaşılamaması haklı olarak şüphe oluşturuyor. Bu yangınlarda ve İzmir Yangını’nda çok büyük bir mülk ve arsa haline gelmiş boş arazi, daha sonra Kemalist güçlerin yanında gelen bazı kişiler ve bu bölgenin eşrafı tarafından bir çeşit temellük edilmişler. İzmir Yangını ile ilgili çok çalışma yapıldı ancak buradan geriye ne kadar mülk kaldığını hesaplamak çok zor. Çünkü büyük -yaklaşık 2.500.000 m2– bir alan yandı. Burada birçok işyeri; lokanta, depo, fabrika, otel vardı… Bu alan daha sonra Meclis’te yapılmış bazı görüşmelerden bildiğimiz kadarıyla hem yöre eşrafı hem de Sakallı Nurettin Paşa ve onun avenesi tarafından taksim edilmiş ama böyle bir görüşme olmasına rağmen; yangını kim, niye, nereden çıkardı konuları hiç konuşulmuyor. Bu da bence çok manidar. Çünkü her zaman ne konuşulduğu değil ne konuşulmadığı da bize büyük ipuçları verir. Aktar’ın bu konuda önemli çalışmaları var. Çalışmasında Aktar, bu dönemi “altına hücum dönemi” olarak nitelendirir. Kütahya, Afyon, Uşak gibi Ege; Konya Yozgat, Kayseri gibi İç Anadolu Bölgesinden gelen 200.000 kadar yerli Müslüman-Türk ahali Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin terk ettiği malları yağmaladılar. Sadece Aralık 1922 ile 23 0cak 1923 arasındaki bir buçuk ayda Batı Anadolu’da Rumların terk etmek zorunda kaldığı mal ve mülklerin 2/3’ ü işgal edildiğini ve böylece milli mülksüzlerin mülk sahibi yapıldığını anlatır.
İkinci olarak şunu sormak istiyorum: Bu yangınlarla, Ermeni Soykırımı, 1924 Nüfus Mübadelesi, 1934 Trakya Olayları 6-7 Eylül 1955 gibi farklı “uygulamaları” bir arada düşünmek gerekebilir mi?
Elbette gerekir. Hakikaten bu bizde çok irdelenmemiş bir konu. Sanki bu soykırımsal eylemler keyfî olarak -Roma’yı yakmaktan zevk alan, Neronvari tipler tarafından- yapılan arızî olarak çığırından çıkmış eylemler gibi anlatılıyor. Oysaki bu eylemlerin hepsinin bir ekonomi politiği var. Bu tehcirin, tehcirle başlayıp soykırımla nihayetlenen 1915 Ermeni Soykırımının – soykırım diyorum ben, isterseniz tehcir de diyebilirsiniz ama sonucu itibariyle 1948 Soykırım Konvansiyonu’ndaki bütün şartları taşıyor- veya ondan önceki 1913- 1914 Rum Kaçırtmasının temel sebebi milli burjuvazi yaratmaktır. İaşe Nazırı Kara Kemal’in bu konuda bir açıklaması var: “Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya burjuva tabakasına dayanır. Güç alanında bir toplumsal destekleri vardır. Bizim desteğimiz ne? Biz neye dayanacağız? Bizim böyle bir desteğimiz olmadığına göre bunu yaratmak zorundayız.” der. Tabii bu yaratma eylemi bir fabrikada, serada milli burjuvazi üreterek olmuyor. Senin zaten eskiden beri ticaretle vb. uğraşan adamların ya da bürokraside hevesli, ben bu işleri kotarırım diyen tiplerin var. Ama sermayesi de bilgisi de yok. İşte bu noktada sermaye; tehcirlerle, katliamlarla, gasplarla elde ediliyor ki, Osmanlı’da müsaderenin de amacı buydu. Ama en büyük sorun; know-how da denilen bilgi, beceri, yaratıcılık… Bunlar otomatikman tevarüs edilemediği için hedeflerine de çok kolay ulaşamıyorlar. Nitekim 1927’lerde Amerika ya da İngiliz elçisinin “Malları aldılar, üstüne oturdular ama ele geçirdikleri malları yönetemiyorlar. Hepsi beceriksiz, kalifiye olmayan kişilerin elinde perişan oldu” şeklinde gözlemleri vardır. İşte bu yüzden de sürekli, yeniden o sermayeyi takviye etme ihtiyacı var. Ülkede gayrimüslim kalmamış aslında, çok küçük bir grup var. Bu gayrimüslimleri pamuklara sarıp, gözlerinin içine baksak, onlara el bebek gül bebek davransak “bize” -biz derken rejimin bizini kast ediyorum- hiçbir zararları olmayacaktı. Aksine bilgileri, becerileri ve yaratıcılıklarıyla bize büyük katkı sağlamaları söz konusuydu . Ne var ki, maalesef “biz” ellerindeki malları kaba bir şekilde, gasp mantığıyla, saldırma yoluyla elde etmek için o insanları soğuttuk ve kaçırttık.
Hocam bu konudaki üçüncü sorum ise İş Bankası üzerine olacak. İş Bankası’nın nasıl kurulduğunu, başlangıç sermayesinin nereden, nasıl alındığını vb. sorguluyorsunuz. İş Bankası’nın kuruluşunu, sorunun içindeki ilk iki sorumuzla bağlantılı olarak düşünmemiz yanlış olur mu? Bir başka ifade ile İş Bankası’na, iktisadi yapının Türkleştirilmesi ile Türkleştirilmekte olan iktisadi yapıya finansal destek sağlayacak bir banka (İş Bankası) kurulması penceresinden bakmak yanlış olur mu?
Osmanlı Dönemi’nde bankacılık sektörü çok geç gelişti. Devletin Merkez Bankası niteliği taşıyan özel bankası da yoktu. Bunu Osmanlı Bankası uzun süre götürdü. Ama esas olarak Galata bankerleri adlı yerli tefeci ya da finansörler ya da yurtdışından alınan borçlarla finanse edildi. İttihatçılar bu zinciri kırmak; milli sermaye, milli burjuvazi yaratmak için uğraşırken bu işe de el attılar. Köyde ve kasabalarda dâhi bir dizi bankalar kuruldu. Sonuçta son savaş yıllarının yarattığı büyük ekonomik krizle de bu bankalar her zaman sermaye sorunu, mevduat sorunu çekti. Dolayısıyla, Cumhuriyet’e geçildiğinde bankacılık açısından ortada çok kötü bir tablo vardı. Elbette milli burjuvaziyi kredileriyle teşvik edecek, onu desteleyecek bir banka ihtiyacı çok açıktı. İş Bankası sizin de söylediğiniz gibi bunu ifa etmek için kuruldu. Daha sonradan 1930’larda Merkez Bankası kurularak o eksik parçalar tamamlanacak. Ama şunu da kabul etmek lazım ki, Cumhuriyet’in ilk yılında bütün o sosyalizan, devletçi vaatlere rağmen diğer finans kuruluşları ve yabancı bankalar da varlıklarını sürdürdüler. İş Bankası’nın benim kitabımda ele aldığım kısmı sermayesi, yapısıyla ilgili; bugün özellikle İslami çevrelerde oldukça köpürtülen konuya bir parça cevap vermek niyetiyleydi. Haksız olup olmadıklarını tam tespit edemiyoruz elbette. Çünkü Hilafet Komitesi’nden gelen paranın nasıl harcandığına da Mustafa Kemal’e ne kadarının iade edildiğine de onun neden onun ukdesinde kaldığına da doğrusu alnımız açık şekilde cevap veremiyoruz. Orada karanlık bir alan, birtakım grilikler olduğu besbelli. Mustafa Kemal’in o tarihte kurucu ortak olarak iki parti halinde-250.000 ve 207.000 olmak üzere- 457.000 liralık yatırım yapacak geliri o dönemde yok. Mareşallikten ve Cumhurbaşkanlığından maaş alıyor sadece. Onların hesapları da ölümünden sonra bankadaki birikimlerinden görülüyor. Öldükten sonra nasıl bir mirası kaldı sorusunu üçüncü kitabımda irdeliyorum. O dönemde 1.500.000’luk mevduatla, 5.000.000 mevduatı olan İş Bankası’nın en büyük kreditörü Mustafa Kemal. Ayrıca Atatürk Orman Çiftliği başta olmak üzere 154.000 dekara ulaşan tarlaları, arazileri, çiftlikleri, iş yerleri, fabrikaları vs. de var. Buna ilaveten kendisine hediye edilmiş bir dizi bugün Atatürk Evi, Gazi Müzesi adıyla gezilebilen bazı mülkler var. Bunların bir kısmı daha sonra yanlışlık sonucu Makbule Atadan’a düşüyor. Sonuç olarak, Mustafa Kemal çok varlıklı bir şahsiyet. Ben bunu iki parça halinde ele aldığım için belki çok bütünsel bir portre ortaya çıkmayacak. İş Bankasına dönecek olursak, İş Bankası, milli burjuvazi yaratmak için kurulmuş bir banka. Fakat daha ilk zamanlarında Çankaya sofra arkadaşları denen grupların istismarına uğramış, onlara paralar vermesiyle, yanlış kredilerle, batak kredilerle vs. var olan kaynaklar da çok iyi değerlendirilememiş. Zaten bunu milli burjuvazinin gelişim eğrisinden de biliyoruz. Güçlü bir destek veremediği ortada. Nereden bu desteği sağlayabilir? Dış borç yoluyla. İçeriden üretilen bir mevduat yok. Ancak benden ziyade bu sorunuza bir iktisat tarihçisi daha net cevap verecektir.
Mal varlığı ile ilgili benim aklıma gelen verilerden bir tanesi Mete Tunçay Hoca’nın 1978’de Toplum Bilim dergisinde yayınlanan Atatürk’e Nasıl Bakmak adlı makalesi. O makaledeki dökümleri -değirmenleri, mandaları vb.- hep hatırlarım, baya şaşırmıştım. Hatta ondan birkaç sayı sonra da 1971 Muhtırasının isimlerinden Celil Gürkan’ın Mete Tunçay’ ın yazdıklarına yönelik “Atatürk’e Nasıl Bakmak: Bir Yanıt” isimli bir eleştiri yazısı vardı. Çok etkilenmişim demek ki, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hala aklımda.
Atatürk severler Mustafa Kemal’in bu malvarlığı ile ilgili olarak “bugünkü yöneticilerle karşılaştırıldığında devede kulak” diyebilirler tabii. Hakikaten öyle. Böyle bir mukayese yapmıyoruz fakat çok yücelttiğimiz, Tanrı katına, peygamber katına çıkardığımız liderlerimizin de insanî zaafları olabildiğini göstermesi açısından gerçekçi bir tablodan kaçınmaya hiç gerek yok. Mukayese yapacak olursak hakikaten çok küçük miktarlar. Sonuçta çocuksuz öldüğü için mirasını kimseye bırakmayarak Hazineye, Partiye, Türk Dil Kurumu’na, Türk Tarih Kurumu’na dağıtmış. İstemediği halde kız kardeşi Makbule Atadan’a geçen mülkler var. Vamık Volkan’ın psikanalitik perspektifinden değerlendirirsem, tüm bunları Mustafa Kemal’in ölümüne yakın, sahip olduğu mal varlığını artık mezara götüremeyeceğini idrak ettikten sonra yaptığı dağıtımlar olarak görüyorum. Muhtemelen hem modernleşme projesinde kendi örnekleri olarak, kendi vaka mekânları olarak kullanabileceğini düşündü. Ama bir yandan da yoksul bir çocukluktan gelmenin, güvencesizliğin ve iktidarı kaybettikten sonra insanların başına neler geldiğini çok iyi bilmenin bir getirisi. Bunlar işin farklı boyutları. Biz somut verileri ortaya koyalım da işin psikolojik analizini uzmanları yapsın, böylesi daha iyi olur diye düşünüyorum.
“Harf Devrimi” olarak anılan alfabe değişikliği ile ilgili detayları ve bu konuya dair eleştirilerinizi okuyucularınızla paylaşıyorsunuz. “Kemalist Devrimlerin” kilit önemdeki uygulamalarından birinin de bu reform olduğu düşüncesindesiniz. Harflerin seçimlerinin nasıl yapıldığından, Atatürk’ten önce bu konudaki reformlara birçok detayı yine okuyucularınızla paylaşıyorsunuz. Ben burada seyircilerimizle de kısaca bu detayları paylaşmanızı rica edeceğim. Ayrıca soruma şu hususu da ilave edeceğim: Alfabe değişikliğini, Tanzimat’tan o günlere devam eden dilde sadeleşme düşüncesi içerisinde nereye yerleştirmek gerekir?
İzleyicilerimiz kitabımı okumadığı için sizin tarifinizden benim Harf Devrimi’ne karşı olduğum düşünülebilir. Karşı değilim ben aslında, ortada bir yerde duruyorum. Şöyle diyorum: Eğer bir modernleşme sürecinde bütün yükü harflere yüklerseniz yanlış yaparsınız. Çünkü biz bugün pratikten de biliyoruz ki, Harf Devrimi yapmadan modernleşen ve zenginleşen pek çok ülke var: Çin, Japonya, Rusya, Bulgaristan, Yunanistan, Hindistan, Sri Lanka… Bunların hepsi bize göre ideogramlardan, şekillerden oluşan son derece karmaşık alfabelerle modernleştiler. Amma ve lakin değişimin bizdeki gerekçesi zaten modernleşmenin en zayıf halkasına işaret ediyordu. Bu değişikliklerin, devrimlerin -o dönemin aktörlerinden, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’in açıklamalarından- bağnazlığı, geriliği temsil eden Şark zihniyetinden kopmak için yapıldığını biliyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde Harf Devrimi diye devrim adı takılmamıştır; bizde bir de Şapka Devrimi vardır. O daha da komik bir şeydir. Bizdeki bu “devrimler” toplumu Şark dünyasından, Şark kültüründen, onun asabiyesinden bir parça da olsa kurtarmış ise eyvallah. Ama neye mal oldu bu? Yalnızca devletin tayin ettiği tarihçi grupların okuduğu belgelerle biz tarihimizi öğrendik. Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Osmanlıca dersleri aldım, paleografi okudum, dersler aldım vs. ama el yazılarını, muhasebe kayıtlarının tutulduğu yazıları okumakta çok zorluk çekiyorum ya da hep beraber bu tarz zorlukları çekiyoruz. Tüm bunların sonucunda bu dönemde bir kültürel kopuş sorunu ortaya çıktı. Mezar taşlarımız değil sorunumuz; o döneme ait birçok belgeyi, gazeteyi, kitabeyi, risaleyi okuyamaz hale geldik. Ama neyse ki bunu büyük ölçüde aştık. Bugün pek çok kurum bu belgelerin transliterasyonunu yapıyor, internete yüklüyor. Doktora yapmıyorsanız eğer ve hakikaten çok titiz bir çalışma peşinde değilseniz onlardan yararlanabiliyorsunuz. Bunlara ilaveten Harf Devrimi Kemalistlerin keşfettiği, yeni bir şey de değil. Çok eskiye giden, çok daha uzun bir geçmişi, bir tarihçesi var. 1862’de mesela Münif Paşa kurduğu Cem’iyyet-i İlmiye-i Osmaniye’de bu fikriyatı geliştirmiş. Arap harflerinin Türkçe grameri için yetersiz olduğunu dile getirmiş. Sonra bunların ayrılmasını, Huruf-u Munfasılalar verilmesini bahse getiriyor. Arap harflerinin 670’a yakın kombinasyonu var. Hâlbuki matbaada Latin harfleriyle bir kitap basmak isterseniz 70 kombinasyonla basabiliyorsunuz. Bunlar hakikaten yazımda çok engel teşkil ediyor. Güzel yanları da var tabii. Estetik yönü var, kaligrafi denilen yazı sanatı var. Onu okumak, görmek, onunla yapılmış istifleri izlemek bir zevk ama meselemiz bu değil. Bu açıdan, modernleşme hamleleri açısından 1928 Harf Devrimi, Ali Münif Paşa’dan başlayıp ondan sonra 1911’de İsmail Hakkı Bey’in önerisi, 1913’te Hüseyin Cahit Bey’in önerisi ve sonuçta Enver Paşa’nın en azından orduda harfleri ayırmak için “Enver Elif Ba’sı” önermesi gibi birçok girişimin bir sıçrama noktası. Mustafa Kemal de buna aslında uzun zaman el atmamış. Bütün bu geçmiş hikâyeler dışında, bu değişiklik 1923’ten 1928’e kadar defalarca kendisine öneriliyor, soruluyor. Mesela İzmir İktisat Kongresinde işçi delege Azerbaycan’ı örnek vererek “Biz de Harf Devrimi yapalım.” dediğinde Kazım Karabekir Paşa itiraz ediyor: Ne demek? Bu Batı’nın, emperyalizmin oyunudur, diyor. Daha sonra bir dizi konuşma anket, uyarı var. Mustafa Kemal hiçbirine ses çıkarmıyor, ta ki 1928’e kadar. Sonrasında sanıyorum Ahmet Cevat Emre’ye bir açıklama yapıyor: Ben bunu sanma ki çoktan beri düşünmüyorum, tabii ki düşünüyorum ama bu tür hamleleri çok planlayarak yapmak lazım. Yoksa akamete uğrar. Haklı! Burada ilginç bir anekdot da paylaşayım. Kendisi bu hamleyi yaptıktan sonra notlarını hep Osmanlı Türkçesi ile tutmuştur. Bu devrime karşı çıktığı söylenen İsmet İnönü ise bir kere dahi Latin harflerini bırakıp Arap harflerini kullanmamıştır.
Çalışmanızda Atatürk heykelleri mevzuuna da el atıyorsunuz. Şu noktada bir sorum olacak: Atatürk Heykellerinin inşa edilmeye başlandığı dönemler, Nutuk’un yazıldığı ve okunduğu dönemler.Heykelleri sanatsal bir çaba gibi ele almak da mümkün ancak onları 1927’de iyiden iyiye kurumsallaşan tek parti ve tek adam ile bir bütün içinde düşünebilir miyiz? Nutuk-Heykeller-Tek Adam bir bağlam içinde ele alınabilir mi?
Sevan Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet’indeydi sanırım; dünyada Stalin ve Atatürk dışında kendisi yaşarken heykellerini diktiren başka bir lider yoktur, diyordu. Ben tek tek araştırmadığım için ona itimat ederek aktarıyorum size. Bu konuyu özellikle belirttim. Çünkü bazı kişiler o heykellerin Atatürk’ün ölümünden sonra dikildiğini düşünüyorlar. Duydukları zaman da şaşırıyorlar. Demek ki sağduyuya da ters gelen bir şey var. Atatürk’ü sevenlerin “Tabii ki diktirecek!” demesini beklerken; onlar da “Olamaz, yanlış biliyorsunuz.” diyorlar. Bakın, Kemalizm ideolojisini de zamanında Mustafa Kemal’in kendisi inşa etmiştir. “Kemalizm diye bir ideoloji yoktur; Atatürk, zamanında buna hep karşı çıkmıştır.” düşüncesi de dolayısıyla yanlıştır. 1935 Kurultay Programı’nın üzerine el yazısıyla Kemalizm İdeolojisi diye yazan kendisidir. Heykellere dönersek, gerçekten de heykeller bence bu ideolojinin kamusal alandaki sembolleri. Büstler de öyle ama onlar daha sonraki döneme ait. Yine de Atatürk Dönemi’nin heykelciliğinde bu işin bir gustosu var. Hep yabancı uzmanlar geliyor. Heykeller içerisinde Pietro Canonica’nın Taksim’deki heykeli belki ayrı bir yere konmalı. Orada Atatürk tek başına değildir. Her ne kadar Millî Mücadele’nin önemli aktörleri yoksa da Sovyet yardımını sembolize eden unsurlar ve halkı temsil eden, savaşı birlikte verdikleri unsurlar vardır. Ama daha sonraları Atatürk hep yalnız bir şekilde boy gösterecektir. Bu heykellerden en garibanı, en hüzün verici olanı ise Sarayburnu’ndaki heykeldir. Onun yeri hep sorgulanmıştır. Çoğu kişi bilmez bile o heykeli ama orası şehir daha Byzantion iken MÖ 660’lardan gelmiş; sonra Konstantinopolis olan Bizans başkentinin; saraylarının olduğu, mahkemesinin, garnizonunun, agorasının, strategionun olduğu alanın uzantısıdır. O heykel sanki bir gönderme olarak tasarlanmıştır. Duruşları vb. birçok alanda analiz edilebilir. Sonuçta Atatürk heykelleri Ankara’daki, Samsun’daki heykeller… Canonica benzer tarzda pek çok heykel yapmış. Bu tür heykeller bir ekol. Mustafa Kemal de bu dönemde atlı heykelleri onaylamış. Bir liderin yaşarken kendisini kamusal alana çıkarması bana hep ilginç gelmiştir. Ama bugüne baktığımızda bunun 10 katı kadar garip örnekler de görerek şaşkınlığımızı törpülüyoruz (Gülüyor.)
Ayşe Hür okuyucuları bundan sonra hangi çalışmalarınızı okuyacaklar?
Öncelikle bunca konuyu konuştuktan sonra şunu açıklamak istiyorum. Benim bugün bir tarihçi olarak Kemalizm eleştirisi yapmam sanki otomatik olarak bu dönemin iktidarını olumlamak gibi algılanıyor. Benim handikabım da bu. Tarihçi olarak bu dönemi ele almamak, bugünün sorunlarının nereden kaynaklandığını anlamamayı da beraberinde getiriyor bence. Ben bütüncül bir şekilde ele almaya çalışıyorum ki, dediğim gibi kitapların devamı da gelecek. Kronolojiyi bugüne kadar getireceğim. Sağ muhafazakârlığın, Türkçülüğün bu ülkenin zihin haritasında ne gibi hasarlar verdiğini de anlatmayı umuyorum. Kemalizm değil yani tek konu. Önümüzdeki dönemde ise ilk önce 1934-1938 arasını, ardından Atatürk’ün ölümünden II. Dünya Savaşının sonuna kadar olan süreyi (1938-1945)ele almayı düşünüyorum. Sonra da 1945’ten 1980’lere kadar geçen süreyi anlatmayı istiyorum. Aslında 80’leri de geçebiliriz. Çünkü benim tarihsel mesafe kavramım 30 yıl gibi duruyor. Ayrıca pedagojik bir destek alabilirsem gençlere yönelik bir “öteki tarih” kitabı yazmak istiyorum. Sınav müfredatıyla çakışmayacak, dolayısıyla gençlerin kafasını karıştırmayacak ama bu hikâyeyi bir de lise müfredatı ile karşılaştırmalı okuyabilecekleri bir eser olmasını çok istiyorum. En büyük hayalim bu.
Çok teşekkürler Hocam. Değerli zamanınızı bize ayırdınız, çok sağ olun.
Olur mu? Asıl ben teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz, okuyucularımla buluşturdunuz.