22 Mart 2021 tarihinde yayınladığı kararla Erdoğan, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3’üncü maddesi gereğince İstanbul (resmi adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi”) Sözleşmesi’nden ayrılma kararı aldı. Bu karar ertesi gün Avrupa Konseyi’nde işleme konuldu, kararın yürürlüğe gireceği tarih 1 Temmuz 2021.[1]
Muhafazakârların sözleşmeye yönelik eleştirileri “İstanbul Sözleşmesi[nin], LGBT ideolojisi savunuculuğuna indirgen[mesi]. LGBT’nin bazı kesimler tarafından meşru evrensel hukuk normu şeklinde dayatılmasının önüne geçil[mesi]… Milli ve manevi değerler ile Türk aile yapısında LGBT propagandasının [rahatsızlık yaratması]… LGBT ideolojisi üzerinden inşa edilmek istenilen diplomatik ve siyasî baskı[dan]…[ve] Kadın hakları meselesi[nin] LGBT odaklı tartışmaların tahakkümünden [kurtarılması]” (Yeni Şafak) şeklinde özetlenebilir.
Bu yazı İstanbul Sözleşmesi’nin kadına yönelik şiddetin önlenmesindeki önemi, sözleşmenin LGBT haklarına indirgenemeyeceği ya da LGBT bireylere yönelik bu dilin de bizzat yanlış olduğu vb. ile ilgili değil. Aslında yazı İstanbul Sözleşmesi üzerine de değil; izninizle derdimi birkaç maddede özetlemek istiyorum.
İlk olarak, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kararının, sözleşmeye yönelik muhafazakâr tepkilerle bir alâkasının olmadığı (demeyeyim ama alâkasının düşünülenden çok daha az olduğu) kanaatindeyim. Sözleşmeye yönelik yıllardır mevcut eleştiriler üzerinden yeni bir toplumsal polarizasyon hattı yaratarak cumhur mahallesini tahkim etmenin, Erdoğan’ı bu hat üzerinde, aileyi ve toplumsal değerleri koruyan bir kahraman olarak yeniden inşa etmenin sözleşmeden apar topar çıkılmasının temel nedeni olduğunu düşünüyorum. Yıllardır, Atatürk üzerine, Lozan üzerine, alkol üzerine en son Ayasofya üzerine… yaratılmaya çalışılan popüler/toplumsal kutuplaşma, bu sefer İstanbul Sözleşmesi bağlamında LGBT üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmakta. Nasıl ki, zamanında, Atatürk üzerine yaratılmaya çalışılan popüler/toplumsal kutuplaşma Mustafa Kemal Atatürk’ün Milli Mücadele ve erken Cumhuriyet içindeki rolü ve etkisiyle ilgili bir tartışmadan çok daha fazlasıydı; nasıl ki, zamanında, Lozan Antlaşması üzerinde yaratılmaya çalışılan popüler/toplumsal kutuplaşma, Lozan Antlaşması’nın uluslararası ilişkiler açısından önemiyle ilgili bir tartışmadan çok daha fazlasıydı; nasıl ki, zamanında, alkol üzerine yaratılmaya çalışılan popüler/toplumsal kutuplaşma, alkol kullanımının bireysel ve toplumsal zararları ile ilgili bir tartışmadan çok daha fazlasıydı; şimdi de aynı şekilde, İstanbul Sözleşmesi bağlamında LGBT üzerinden yaratılacak bir popüler/toplumsal kutuplaşma, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve cinsiyet eşitliği gibi tartışmalardan çok daha fazlasıdır.
Derleyip toparlarsam, İstanbul Sözleşmesi’nden kaçar gibi çıkılmasının tam olarak bir “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?” skeptizmi çerçevesinde düşünülmesi gerektiğini iddia ediyorum ve AKP için bunun yeni olmadığını, İstanbul Sözleşmesi’nden kaçışa benzer politik “dokunuşların” daha önce de Atatürk, Lozan, Ayasofya gibi mevzular üzerinden de yaratılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Örnekleri daha da artırmak mümkün: “Cami de içilen biralar” “türbanlı bacımın üzerine işeyen belden yukarısı cıbıldak CeHaPe’liler”, “faiz lobileri”… AKP, varlığını, toplumsal ve siyasal kutuplaşmaya borçlu olduğunun farkında; kendi yarattığı toplumsal kutuplaşmada kendi mahallesinin kahramanı olmak; yıllar boyu mesafeli durduğu, hazzetmediği Cumhuriyet rejimi uygulamalarına karşı rövanşist bir nefreti körüklemek, karşı mahalleyi dize getiren bir kahramanı, bir The Reis’i, sürekli yeniden inşa etmek, partinin temel yakıtı.
İkinci olarak, İstanbul Sözleşmesi dolayımı ile LGBT hakları üzerinden yaratılacak bir toplumsal kutuplaşma Cumhur ve Millet ittifaklarını dikine keserek Erdoğan’ın liderliği etrafında berkitilen, bir “ibnelere karşı ittifakı “rahatlıkla mobilize edecektir. Cumhur İttifakı’nın oyunun artık %50’nin çok altında olduğu ayan beyan; ancak LGBT nefreti etrafında örülmüş bir “Kutsal Aile” ve bu Kutsal Aile’yi kahramanca savunan Reis, çok ama çok daha geniş bir toplumsal desteğe sahip olacaktır.
İstanbul Sözleşmesi bağlamında oluşturulan LGBT nefretiyle, son zamanlarda üzerine bir ölü toprağı serpilmiş Cumhur ittifakının silkelenmeye çalışıldığını, cumhurun eline “karşı olacağı”, “nefret edeceği” ve böylece “Erdoğan’ın etrafında yeniden iştiyakla kenetleneceği bir popüler malzeme verilmeye çalışıldığı düşüncesindeyim. İstanbul Sözleşmesi’nden şimdi, şu anda şu konjonktürde çıkılmasına karar verilmesinin en önemli nedenlerinden- asla tek nedeninin değil- birinin bu olduğunu söylemek de yanlış olmaz sanıyorum.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak ile oluşturulacak bu yeni toplumsal kutuplaşma hattı o kadar işlevsel ki, kurulacak bu “Kutsal Aile’yi savunan anti-LGBT” ittifakına laiklik-cumhuriyetçilik ekseninde AKP ve Erdoğan’a uzak duran CHP’liler ve İyi Partililer de HDP’nin ortalama Kürt seçmeni de ve hiç söylemeye bile gerek yok ki Saadet Partisi seçmeni de sempatiyle yaklaşabilecek, Erdoğan’a hak verebilecektir.
İstanbul Sözleşmesi’nden “çıkmak” da değil apar topar “kaçmak” ile elde edilmeye çalışılan şeyin Cumhur mahallesinin tahkim edilmesi kadar Millet mahallesinde bir kafa karışıklığı, bir dağınıklık yaratması olduğunu mutlaka not etmek gerekiyor.
Cumhur İttifakı’nın, İstanbul Sözleşmesi’nden ayrılmak üzerine yaratılmak istenen kutuplaşmaya oldukça fazla ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Benzer bir kutuplaşma Ayasofya’nın ibadete açılması ile yaratılmaya çalışılmıştı ama CHP bu topa girmekte isteksiz olunca arzu edilen popüler kutuplaşma, Cumhur ve Millet ittifaklarını dikine kesecek, Cumhur İttifakı’ndaki birlik ruhunu güçlendirip Millet İttifakı içinde kafa karışıklığı ve toplumsal kopuşlara (“Adam haklı yahu!”) yol açacak kutuplaşma istenilen oranda gerçekleşemedi. Hatta Ayasofya amacı ve işlevi açısından başarısız bir operasyon olarak kaldı.
Sözleşmeden çıkmak, yeni bir popüler kutuplaşma noktası bulmak ve bunu üzerinden yaklaşan seçimler için yeni bir ruh yakalamak arasında kurmaya çalıştığım bağı, Bilecik Belediyesi’nin İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak kentteki billboardlara astığı afişler için Belediye Başkanı hakkında açılan dava üzerinden okumak ilginç olabilir.
Bilecik Belediye Başkanı Semih Şahin, İstanbul Sözleşmesi Kimden Korur? başlıklı bir bildiri hazırlar ve bunu pankartlar haline getirerek şehrin çeşitli yerlerine astırır. Bu kısacık bildiride İstanbul Sözleşmesinin kimlerden koruyacağı sorusunun cevabı olarak “Şiddete meyli olan herkesten korur: Eşin, eski eşin veya partnerin şiddetinden, abinin, babanın veya diğer aile bireylerinin şiddetinden, işyerinde patronun, okulda öğretmenin, karakolda polisin ya da sokakta, çarşıda veya toplu taşımada tanımadığımız erkeklerin şiddet ve tacizinden kısaca en yakınımızdakilerin şiddet ve tacizinden korur.”
İşte bu pankart için Belediye Başkanı hakkında soruşturma başlatıldı. İçişleri Bakanı Soylu afişle ilgili olarak sosyal medyada “Toplumumuzun tüm kesimlerine hakaret içeren Öğretmenlerimizi ve Polisimizi zan altına bırakan Bilecik’teki billboardlar yaptığımız suç duyurusu sonucu güvenlik güçlerimizce derhal kaldırılmıştır. Bilecik Bel. Başkanı ve ilgililer hakkında Bakanlığımızca soruşturma başlatılmıştır” (Açıklamadaki dil yanlışları Soylu’ya aittir.)
İşte İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın amacı ile ilgili olarak yazmak istediğim tam da bu afiş dolayısı ile kopartılmak istenen fırtınada gizli.
Keyifli pazarlar
[1] Council of Europe, Chart of Signatures and Ratifications of Treaty 210 Council Of Europe Convention On Preventing and Combating Violence Against Women and Domestic Violence Status as of 28/03/2021 https://www.coe.int/en/web/conventions/full-list/-/conventions/treaty/210/signatures?p_auth=jVGima9P