Dostoyevski, yaşadığı dönemde, Tolstoy ve Turgenyev gibi çağdaşı sayılan öteki büyük yazarlardan farklı olarak, Batı’da henüz adı sanı bilinmeyen bir yazardı. Büyük romanları, dönemin sanat dili Fransızca’ya ancak ölümünden sonra, 1880’li yıllarda çevrilmeye başlanmış, ilk Batılı okurlarını “ağır ağır ve pek özel bir seçkinler topluluğu içinde” bulmuştu. O yıllarda Rus romanı üzerine yazan bir Fransız eleştirmen Suç ve Ceza‘yı övmekle birlikte, Dostoyevski’yi daha sonra bu çapta bir yapıt veremeyen büyük ve özgün bir yetenek olarak tanıtıyordu okurlarına. Buna göre Ecinniler, “karışık, kötü kurulmuş, çoğu zaman gülünç ve anlaşılmaz kuramlarla dolu bir kitap”, Bir Yazarın Günlüğü, “gerek çözümlemeye, gerekse tartışmaya gelmeyen karanlık ilahiler”, Karamazov Kardeşler ise, pek az Rus’un sonuna dek okuyabilme yürekliliğini gösterdiği bitmek bilmez bir öyküydü.[1]
Dostoyevski’nin kendi ülkesinde kayda değer bir ünü, belli bir itibarı vardı elbette. Gelgelelim yapıtlarının önemli kusurlar taşıdığı noktasında hemen herkes hemfikirdi. Yayıncısı, “[d]üşünülerin zenginliği ve çeşnisi bakımından, hiç kuşku yok, siz, Rusya’nın ilk yazarısınız. Sizin yanınızda Tolstoy bile tekdüze kalır”, diye yazıyordu. “Ne var ki, yapıtlarınızı, aşırılıklarla karmaşık bir duruma sokuyorsunuz. Eğer, romanlarınızın dokunuşu daha sade olsaydı, etkileri, iki kat olacaktı. Örneğin, Kumarbaz ile Ebedi Koca en kesin etkiler yarattılar. Oysa, Budala‘da ortaya koyduklarınız adamakıllı anlaşılamadı…Sizin değerinizin onda biriyle, becerikli bir Fransız ya da bir Alman her iki yarım kürede de kendine bir ün sağlayabilir ve birinci sınıftan büyük bir yıldız gibi, evrensel edebiyat tarihine girebilirdi…”[2]
Dostoyevski’ye yönelen eleştiriler, yapıtlarının biçimden yoksun olduğu, aynı romanda birkaç baş kişinin birden yer aldığı, olayların çapraşıklığı ve bir türlü sonuçlanamayışı üzerineydi. Onun da bu eleştiriler karşısında zaman zaman boyun eğdiği ve gereksiz bir alçakgönüllülükle “üzerinde çalışabilecek iki-üç yılım daha olsaydı, ben de Turgenyev’le Gonçarov ya da Tolstoy gibi, yüzyıl sonra bile kendinden söz edilecek bir yapıt yazabilirdim”, dediği biliniyor. Bugün, doğumunun üzerinden 200 yıl geçmişken, bu sayılan kusurlarının tümü bir meziyet olarak kabul görmekte; Nietzsche, Kafka, Wittgenstein, Huxley, Bahtin, Faulkner, Sartre, Camus, Carson McCullers, J.M. Coetzee gibi birbirinden farklı yazar ve düşünürleri etkilediği teslim edilmektedir. Modern edebiyatın tamamının Dostoyevski’nin ayak izlerini takip ettiği yolunda, oldukça eski ve erken bir saptama yapan Rus eleştirmenin öngörüsü fazlasıyla doğrulanmış görünüyor: “Dostoyevski çağdaş bir yazar olarak kalır. Zamanımız hiçbir biçimde, onun yapıtlarında ele aldığı meseleleri eskitemedi. Bizim için Dostoyevski üzerine konuşmak, hâlâ çağdaş yaşamımızın en acı veren ve en köklü problemleri üzerine konuşmayı ifade etmekte.”[3]
Böcekleşme endişesi
Avrupa’da Dostoyevski’yi -bir parça gecikerek de olsa- keşfeden ilk önemli isim, “Tanrı öldü, onu biz öldürdük”, diye yazan Nietzsche’dir kuşkusuz. Ecinniler‘de tanrının olmadığını, kendisinin [yani insanın] tanrı olduğunu kanıtlamak için intihar eden Kirilov ile “Tanrı bir sanıdır; ama bu sanının ağrısını kim can vermeden emebilir?”[4], diyen Zerdüşt arasında belirgin bir düşünsel yakınlık olduğu sezilir. Yıllar sonra Camus de kendi uyumsuzluk felsefesine dayanak yapmıştır bu fikri: “Tanrı varsa, her şey ona bağlıdır ve istemine karşı hiçbir şey gelmez elimizden. Yoksa her şey bize bağlıdır. Nietzsche için olduğu gibi, Kirilov için de tanrıyı öldürmek, kendisi tanrı olmaktır. Kutsal Kitap’ın söz ettiği ölümsüz yaşamı bu yeryüzünde gerçekleştirmektir.”[5]
Bir dostuna yazdığı mektuptan anladığımız kadarıyla 1887 yılına dek Nietzsche, Dostoyevski’nin yapıtlarını okumadığı gibi Rus yazarın adını bile duymamıştı. Şen Bilim‘i (1882) ya da Böyle Buyurdu Zerdüşt‘ü (1883-1885) yazarken Dostoyevski’den etkilendiği öne sürülemez bu yüzden. Öyleyken Dostoyevski’nin Kirilov’u ile Nietzsche’nin Zerdüşt’ü arasındaki bu düşünsel yakınlık nereden doğmaktadır? İşte gizemini koruyan bir soru. Tahminlerden birincisi, Rusya doğumlu ve Rus kültürüyle haşır neşir iki kadın arkadaşı (Malwida von Meysenbug ile Lou Andreas-Salome) tarafından söz konusu romanda geçen olaylarla fikirler hakkında Nietzsche’nin bilgilendirilmiş olabileceği. İkinci ve daha akla yatkın ihtimal, İsa’nın ölümünün, onun bedeninde birleşen tanrıyla insanın ölümü anlamına geldiğini söyleyen Hegel’in her iki yazara da kaynaklık etmiş olması. Nietzsche’nin Güç İstenci‘ni yazarken Dostoyevski’yi büyük bir ilgiyle okumuş olduğu, defterine aldığı notlardan, Ecinniler‘deki kimi pasajları yeniden yazmaya kalkışacak kadar benimsemesinden açıkça anlaşılıyor gene de.[6]
Dostoyevski’yi kılavuz alanlar listesinde yer alan bir başka önemli yazar Franz Kafka’dır. “Psikoloji hakkında bana herhangi bir şey öğreten biri varsa o da Dostoyevski’dir” diyen Nietzsche gibi, Kafka da saklamamıştı Rus romancıya olan hayranlığını. Kleist ve Flaubert ile birlikte en çok yakınlık duyduğu yazarlar arasında sayar onu. Suç ve Ceza, Yeraltından Notlar, Karamazov Kardeşler gibi romanların satır aralarında defalarca karşımıza çıkan böcek imgesi, Kafka’nın Dönüşüm‘ünde sarsıcı bir metafora dönüşür.[7] Dostoyevski ile Kafka arasındaki yazınsal akrabalık, eleştirmenler tarafından defalarca ele alınmış (belki de biraz fazla köpürtülmüş); buna karşın, gözardı edilmemesi gereken başkalıkları üzerinde yeterince durulmamıştır sanki.
Dostoyevski’de insanın böcekleşmesi bir ihtimaldir; bir endişeyi, hatta korkuyu ifade eder. Suç ve Ceza‘da tefecilik yapan yaşlı kadını kendisinin öldürdüğünü sevdiği kadına, Sonya’ya itiraf eden Raskolnikov’un sözlerini hatırlayalım: “[B]eni cinayete sürükliyen başlıca sebep para da değildi, Sonya. Paraya olan ihtiyacım başka şeylere olan ihtiyacımdan çok değildi. Bütün bunları ben şimdi anlıyorum. Anla beni. Yeni baştan bu yollardan geçmem gerekse, herhalde bu cinayeti tekrarlamazdım. O zaman, bir başka şey öğrenmek zorunda idim, kolumu idare eden başka şeylerdi: Herkes gibi ben de bir bit miydim, yoksa bir insan mı?.. O zamanlar bunu öğrenmem, hem de çabuk öğrenmem gerekiyordu. Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım… Eğilip almaya cesaret edebilecek miydim? Yoksa etmeyecek miydim? Titreyen bir yaratık mı idim, yoksa hak sahibi bir insan mıydım?”[8]
Dostoyevski’nin kahramanları böcekleşmeye direnirler; “yeraltı adamı”nın yaptığı gibi güçlü kuvvetli bir subaya Nevski bulvarında yol vermemeyi göze alarak.. Ecinniler‘de olduğu gibi akıl almaz fesat tertiplerine karışarak.. tefeciyi öldürerek.. tanrıyı öldürerek…Gelmiş geçmiş Dostoyevski yorumcularının en özgünü olan Bahtin’in söylediği gibi, Dostoyevski’nin kahramanı kendisi hakkında söylenecek son sözün, yine kendisi tarafından söyleneceğini bilir ve son sözü söyleme hakkını teslim etmemek için uğraşır.[9] Oysa talihsiz Gregor Samsa (Dönüşüm) bir sabah böcek olarak uyandığında bu acayipliğe doğru dürüst şaşırmamıştır bile. Korkutucu bir nedensizlik vardır burada; Samsa’nın kendi dönüşümünü kabullenişi, bu sessiz boyun eğiş dönüşümün kendisinden bile tedirgin edicidir.
Türkiye’de Dostoyevski
Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar Rus edebiyatı ile olan alışverişi Fransızca kanalıyla olan yazın dünyamıza Dostoyevski’nin girişi, göreli olarak geç olmuştur bu nedenle. Dilimize yapılan ilk çeviri 1918 tarihini taşır.[10] Yeni Mecmua dergisinde Refik Halit çevirisiyle yayınlanan ve Zindan Hatıraları adı verilen pasaj, Dostoyevski’nin Sibirya’daki mahpusluk deneyimini anlattığı kitabından (Ölüler Evinden Anılar) seçilmiştir. Refik Halit’in bu çeviriyi Anadolu’da siyasi sürgün olarak bulunduğu sırada (1913-1918) yapmış olma ihtimali, epikürcü mizacıyla hiç de uyumlu olmayan bu kitabı neden seçtiğini de açıklamakta. Refik Halit’le olan dostluğunu, “iki bitişik kardeş gibi birbirimizden ayrılmazdık” diye tarif eden Yakup Kadri, onu sürgüne uğurlarken aklından neler geçtiğini şöyle ifade ediyor: “Yergileriyle hattâ düşmanlarını bile güldürmesini bilen o büyük mizah yazarı, en sonunda bana Dostoyevski’nin dram kahramanlarından birini mi hatırlatacaktı? Bu kara tekne onu alıp nereye, hangi Sibirya’ya götürüyordu?”[11]
Gerçi Refik Halit Sibirya’ya filan değil, yalnızca Sinop’a gitmektedir ama Yakup Kadri’nin hayal gücü harekete geçmiştir bir kere. Hüküm Gecesi‘nde anlattığı çok sahici ve çok buralı hikâyenin düğümünde Rus yazarın yaşamıyla da örtüşen o dehşetli gerilimi yansılar. Romandaki hüküm gecesi, İttihat ve Terakki’ye muhalefet ve devrin sadrazamına suikast suçundan idama mahkum edilen genç gazeteci Ahmet Kerim’in hükmün infazını, yani ölümü beklediği gecedir. Dostoyevski’nin romanlarında yinelenen “idamdan ya da intihardan önceki son saatler” motifiyle karşılaşırız burada. Rus yazarın kendisi de yirmi sekiz yaşlarındayken, tıpkı Ahmet Kerim gibi üyesi olduğu gizli örgütün suikast hazırlığı içinde olduğu gerekçesiyle ölüm cezasına mahkum edilmiş, dakikalarının sayılı olduğu bilinciyle yaşamıştı kısacık bir süreliğine de olsa. “Süreli hapis ve sürgün” olarak hafifletilen kararın, idam mangasının önüne çıkarıldığı sırada açıklandığı bilinen bir hikâyedir.
Dostoyevski’yle güçlü yazınsal bir bağ kurduğu bilinen; bir karakteri, bir fikri ya da bir temayı ona borçlu olduğu düşünülen yazarlarımızın hemen hepsinin “meselesi olan yazarlar” olduğunu görmekteyiz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Huzur romanındaki en karmaşık karakteri -yaşamını intiharla noktalayan Suat’ı- Dostoyevski romanlarından ödünç aldığı, çeşitli kereler öne sürülmüştür sözgelimi.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Sevdiğim yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’yi sayarsak, Tutunamayanlar‘ı okuyanlar için şaşırtıcı olmaz her halde” diyen Oğuz Atay, sürrealist bir ressamın fırçasından çıkan duygulu bir tabloyu -Turgut’un ağzından- şöyle anlatıyor romanında: “Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hatıra fotoğrafı gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevski’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyuyorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bilsen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına dayanamıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi.”[12]
Sırça köşkün içyüzü
Yasaklanmış yayınları okumak ve bildiri basmakla suçlanan idam mahkumu gencecik yazarlar, bir böcek mi yoksa bir insan mı olduklarını öğrenmek için elini kana bulayan delikanlılar, tanrı olabilmek için intihar edenler…Aranızdan, tüm bunları gerçeğin ihlali olarak yorumlayanlar, ya da en hafif deyimiyle abartılı bulanlar çıkacaktır elbet. Yayıncısının Dostoyevski’ye yönelttiği eleştiriyi hatırlayalım: “Yapıtlarınızı, aşırılıklarla karmaşık bir duruma sokuyorsunuz…”
Stefan Zweig da, “Pratik ve sağduyulu insanlar için, İngilizler ve Amerikalılar için, Karamazovlar, birbirinden farklı dört çılgından başka bir şey değildir”, diyerek uyarıyordu okurlarını. “Rus olduklarını, binlerce yıldan beri süregelen barbar bir bilinçsizlikten Avrupa uygarlığına atlamış olan bir milletin fertleri olduklarını hatırda tutmadıkça, Dostoyevski’nin kahramanlarını anlamak mümkün değildir. Eski, patriyarkal âdetlerinden sıyrılmışlar, ama bizim âdetlerimizi benimseyememişlerdir. Yol ağzında dikilip durmakta ve hangi yoldan gideceklerini bilememektedirler: Tek tek insanların kararsızlığı ve tereddüdü, bütün milletin kararsızlığını ve tereddüdünü ifade etmektedir. Biz Avrupalılar, sıcacık bir evde yaşar gibi yaşarız kendi âdetlerimiz içerisinde. XIX. yüzyılın, Dostoyevski’nin çağının Rus’u ise eski barbar hayatının ‘tahta kulübesini’ yakmış, ama henüz yeni evini kuramamıştır. Hepsi kökünden kopmuş, yolunu şaşırmış insanlardır.”[13]
Zweig’in “sıcacık ve uygar” Avrupa imgesi, Nazilerin meydanlarda kitap yakmaya başlamasıyla tuzla buz olacak; göç ettiği uzak ve yabancı bir ülkede (Brezilya’da), sığınacak güvenli tek bir liman bile kalmadığını görerek ümitsizlikten canına kıyacaktı. “Pratik ve sağduyulu” Amerikalıların tek bir bombayla 140 bin kişiyi birden -hem de savaşın bitmesine ramak kala- öldürdüğüne tanık olmamıştı bile. Dostoyevski’ye dönecek olursak, Rus yazarın “uzun gölgesinde” yetişen gayretli öğrencileri, bombadaki ölçüsüzlüğün öldürücülüğüyle sınırlı olmadığını -tek bir hamleyle koca bir kenti yok edebilecek kadar yüksekti tahrip gücü- bilmekteler bugün. Aşırılık ve ölçüsüzlük, bombanın tahrip gücünde değil; barış, düzen, sağduyu, uygarlık, demokrasi adına patlatılmış olmasında ve bizden buna tereddütsüz, yürekten inanmamızı beklemelerinde. Sınırsız bir özgürlükten yola çıkarak sınırsız bir despotizme ulaşan Şigalev’in (Ecinniler) yaptığı gibi, en bariz kötülüklerin en kutsal kavramlarla perdelenmesinde. Ne demişti “yeraltı adamı” notlarında?
“Siz sıkılmak nedir bilmez bir sırça köşke, yani gizliden gizliye de olsa dilinizi çıkaramayacağınız, nanik yapamayacağınız bir sırça köşke inanmışsınız. İşte bu köşkten korkmamın nedeni belki de onun sırçadan oluşu, sonuna dek ayakta kalışı ve gizlice de olsa dilimi çıkaramayışımdır.
Bakın, yağmur yağarken köşk yerine bir kümes görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim, ama beni yağmurdan korudu diye de şükran borcumu ödemek için kümese köşk gözüyle bakmam. Bana gülüyorsunuz, hatta kümesle köşk arasında bir ayrım olmadığını haykırıyorsunuz. Biz, eğer yalnızca ıslanmamak için yaşıyorsak, sizin dediğinize seve seve katılırım.
Ancak yaşamın yalnız bu olmadığına, yaşadıktan sonra bütün ömrümün köşklerde, saraylarda geçmesi gerektiğine kafam saplanmışsa, yapacağım başka bir şey yoktur. Bütün isteğim, emelim bundadır artık. Beni bu saplantıdan kurtarmak için içimdeki isteği değiştirmelisiniz. Peki gönlümde yatanı değiştirip bir başkasıyla gözümü kamaştırın, bana başka bir ülkü verin! Ama şimdilik benden kümesi sırça köşk olarak görmemi istemeyin”[14]
DİPNOTLAR
[1] Fransızca’daki ilk çeviriler ve yansımaları için bkz. Andre Gide, Dostoyevski, Payel Yay., Kasım 1998.
[2] Yayıncı Strahov’un mektubunu aktaran Henri Troyat, Dostoyevski, Cem Yay., Aralık 2000, s. 410.
[3] Marksist akademisyen ve toplumbilimci Pereverzev’den aktaran Robert-Louis Jackson, “Dostoevsky in the Twentieth Century”, [erişim tarihi: 9 Kasım 2021]
[4] Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem Yay., Haziran 1997, s. 84.
[5] Camus, Sisifos Söyleni, Can Yay., Mart 2008, s. 110.
[6] Irina Paperno, Suicide as a Cultural Institution in Dostoevsky’s Russia, Cornell University Press, 1997, s. 157-161.
[7] Bu konuda yazılmış Türkçe bir makale için bkz. Müslüm Yücel, “Kafka’da Dostoyevski Etkisi: Böcek!”, Mesele, Haziran 2008.
[8] Dostoyevski, Suç ve Ceza, Yordam Edebiyat, 2016, s. 528.
[9] Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Yay., Eylül 2004.
[10] Dostoyevski’den dilimize yapılan ilk çevirilerin kronolojik bir dökümü Hasan Âli Ediz’in Suç ve Ceza‘nın Altın Kitaplar (1968) baskısına yazdığı 25 Eylül 1968 tarihli önsözde bulunabilir.
[11] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yay., 2003, s. 63.
[12] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yay., 1984, s. 530-531.
[13] Stefan Zweig, Üç Büyük Usta, T. İş Bankası Kültür Yay., 2000, s. 159-160.
[14] Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, 1999, s. 51-52.