Merhaba, geçtiğimiz Kitaba Dair’in konuğu Serhat Celal Birdal’dı. Serhat Celal Birdal Hocayla İletişim Yayınlarından çıkan Bir Başka Devrim: Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji ve Politika kitabı üzerine sohbet ettik.
Mete Kaan Kaynar: “Arzu” kavramına Deleuze ve Guattari’den yararlanarak farklı bir politik anlam yüklüyorsunuz. Bu çalışma boyunca arzu, bizim amiyane kullanımda ima ettiğimiz, “elde etmek, sahip olmak” istediğimiz ya da bir eksiklik ve onu giderme duygusu olmaktan çıkıp politik bir kavram, kolektif bir eylem haline geliyor. Çalışmanızın temel kavramı olan arzuyu nasıl tanımlıyorsunuz?
Serhat Celal Birdal: Buradan başladığımız iyi oldu aslında. Çünkü arzu, benim politikaya bakışımın da temel kavramlarından; kitabımın da modus operandilerinden biri. Sadece uyguladığım bir kavram değil; aynı zamanda politikayı da düşündüğüm bir zemin, arzu. Ben aslında farklı bir anlam yüklemek yerine, yüklenen anlamlardan arzu kavramını sıyırmaya çalıştım biraz. Çünkü bir kavramla, bir problemle gerçek anlamda dönüştürücü bir ilişki kurabilmenin, bir problemi, bir kavramı gerçek anlamda kavrama ve probleme nüfuz edebilmenin özü sağduyudur. Sağduyu da bize o kavrama, o mefhuma dair, bize kendisini içinde rahat hissettiğimiz apaçıklıklar sunar.
Arzu kavramına dair sağduyunun inşa ettiği konsensüs de onu hep bir eksiklik mantığıyla damgalıyor ve mühürlüyor. Yani ancak sahip olmadığımız şeyi arzularız. Sahipsek arzulamayız. Yine sağduyu da çoğunlukla cinsel ve akıl ermez bir bedensel güç olarak kavranıyor. Nihayet, kavramı esas merkezi haline getiren psikanalizde arzu, bir eksiklikle ve yasakla yine damgalanıyor ve mühürleniyor. Ben aslında arzuyu buradan sıyırmaya çalıştım. Benim problemimde, benim gördüğüm düzlemde arzuya dair mesele bir eksiklik meselesi değil; bir fazlalık, bir artık meselesi. Bu, eksikliğin psikanalizdeki gibi nasıl imgeleneceği, nasıl yorumlanacağı değil; o fazlalıkla, o artıkla -ki Freud buna libido demiş- yaşam enerjisini nasıl harcadığımız, nasıl işlediğimiz. Yaşama, işitme, duyumsama, eyleme kuvvetlerimizi, ifade kuvvetimizi arttıran bir biçimde mi yaşama arzumuzu -yaşama arzusu demememiz lazım aslında buna conatus gibi de anlayabiliriz- bu yönde mi işliyoruz; yoksa arzumuzu kendi üzerine kapatan, kendi bastırılmasını arzular hale getiren biçimde mi işliyoruz? 1960’lar ve 1970’ler düzleminde biraz bunun takibini yapmaya çalıştım. Arzu bu yüklerinden, negatif imgesinden sıyrılabildiği zaman etik ve politik bir problematiğe de bağlanır hale gelebiliyor zaten. Psikanalizinki gibi dolayımlara, ödipal bir dolayıma anne- baba çocuk dolayımına başvurmadan doğrudan arzunun kuvvetlerine bağlı hale geliyor. Çünkü arzunun en nihayetinde ürettiği şey, psikolojik gerçeklikler, fanteziler, imagolar, ikame nesneler değil; bizatihi toplumsal gerçekliğin kendisi. Çok kaba ve genel olarak böyle bir düzlem üzerinden yol almaya çalıştım.
Kitabınızda “arzu” kavramını odağa alarak, devrimci harekete dair yaygın paylaşılan bir değerlendirmenin aslında bir galat-ı meşhur olduğundan bahsediyorsunuz: “Devrimciler, devrimi gerçekleştirmeye çalışmaktan hayatı ıskaladılar.” düşüncesinin yanlış olduğunu vurguluyorsunuz. Bunu açıklarken de yine Deleuze ve Guattari’den hareketle “şizoanaliz” kavramından yararlanıyorsunuz. Bunu biraz tartışabilir miyiz?
Aslında bu galat-ı meşhur, yani devrimcilerin hayatı ıskaladığı konusunda bir haklılık payı var. Genelde şöyle düşünülüyor: politik mücadelenin, kavganın sıcağında yine arzu bireysel bir şey olarak düşünülüp aşklar, arzular ıskalandı gibi bir noktaya varılıyor. Politik mücadelenin gündelik ve kişisel olanın nezdindeki bir yansıması olarak kabul ediliyor. Ben buna tam tersi, politik mücadelenin Türkiye solunun arzu politikasının bir sonucu olarak bakıyorum. Şimdi şizoanaliz meselesine gelirsek; şizoanaliz, Deleuze ve Guattari’nin icat ettiği bir takip, bir haritalama, arzuyu takip sistemi. Psikanalizin arzuya karşı sorusu şudur: Ne anlama geliyor? Bütün ikame nesneler, bütün fanteziler ne anlama geliyor sorusunu sorar ve arzuya hep bir gösterge gibi yaklaşır. Şizoanaliz ise arzuya bu soruyu sormuyor. Şizoanalizin sorduğu soru şu: makinesel tertibatlar halinde olabildiğince çok ögeyi bir araya getirerek, arzu nasıl çalışıyor, nasıl işliyor? Yani eyleme gücümüzü, ifade gücümüzü, hissetme gücümüzü arttıracak şekilde mi arzu işleniyor, sentezleniyor yoksa tam tersi bizi kapatacak biçimde mi işleniyor? Şizoanaliz bunun takibini yapmak için Deleuze ve Guattari’nin kullandığı bir metot. Şizoanalizin temel sorusu -Spinoza ve Wilhelm Reich’ten geliyor- aslında şu: Nasıl oluyor da insanlar kendi özgürlüklerini arzularken kendi kölelikleri için çalışıyorlar? Ya da başka bir şekilde, daha Wilhelm Reich perspektifinden soralım. Nasıl oluyor da arzu kendi bastırılmasını arzular hale getiriliyor? Aslında bir yandan siyasal düşünceler tarihinden Etienne de la Boetie’nin de sorusu bu. Ben de buradan hareketle başka dünya arzusu hangi amaçlara, hangi ideal ereklere kaydoldu, nasıl işlendi konusuna bakmaya çalıştım.
Devrimcilerin politik yenilgilerinin ideolojik/teorik yetersizlik/yanlışlıklarından kaynaklandığı düşüncesini eleştirerek, politik yenilgi ile teorik yanılgının arasında da (ya da kitabınızın daha sonraki sayfalarında dile getirdiğiniz gibi) tersine TİP’in seçim konuşmaları ve mitinglerinde kitlelerle kurduğu yakın ilişki ile onun sosyalizmi kitlelerin anlayabilecekleri şekilde anlatmış olmaları arasında da doğrudan bir ilişki olmadığını söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açıklayabilir misiniz?
Bu meseleyi de sorduğunuz iyi oldu. Çünkü benim teorik amaçlarımdan ya da politikaya bakışımın ana güzergâhlarından biri arzuyu eksiklik probleminden koparmaksa; diğeri de politikayı ideolojiden, ideolojinin problematiğinden koparmak. Burada aslında bende ışık yakan okuma Ulus Baker’in cumhuriyet mimarisi üzerine bir yazısı oldu. O yazısında -yazının adını tam hatırlamıyorum ama- Ulus Baker şöyle der: Ben siyasetin ideolojik yönelimlerin açığa çıkarılabilecek, anlaşılabilecek bir faaliyet olduğunu düşünmüyorum. Yani şöyle, genelde Türk soluna dair yapılan çalışmalar ve bence biraz da üst perdeden verilen hükümlerde şöyle bir şey var: Neden yenildiler? Çünkü Marxizmi bilmiyorlardı. Murat Belge’de bu motif çok yaygındır. Türkiye solu üzerine yazan birçok akademisyende de öyle. Marxizmi bilmiyorlardı, sınıf analizleri yoktu. Dolayısıyla analiz olmadığı için yenildiler. Aslında tersinden şu soruyu sormak lazım. Şimdi Sol analitik olarak, problematik olarak, fikriyat olarak çok daha ileride. Ama şimdi de hareket yok. Dolayısıyla ben şu meseleye yoğunlaşmaya çalıştım. Mesele, bir duygulanım yaratmak. Bir fikir istediği kadar ikna edici olsun, istediği kadar teorik olarak gerekçelendirilmiş olsun insanlarda -vaad de öyle mesela- bir duygulanım yaratmıyorsa sonuç vermiyor. Arzu ve duygulanımları ben insanların ardında olan, karşılaşmaları boyunca ortaya çıkan bir yenilik, bir eyleme kudreti olarak düşünüyorum. Dolayısıyla bu karşılaşmaları örgütleyemediği sürece sol da yenilgi yaşıyor. Buradan okumaya çalıştım. Biraz daha seyreltmeye çalışayım anlatmak istediğimi. Hamdi Doğan’ın TİP’e Aşık Oldum kitabından şöyle bir alıntı yapmıştım: Ben Mehmet Ali Aybar’ı dinlediğim zaman karnım doyuyordu, yüzüm gülüyordu. Eve mutlu gidiyordum ve galiba TİP’e âşık olmuştum. Partime âşık olmuştum diyor. Ya da aynı kitapta Kürt Reşit üzerinden sanıyorum, dünyayı anlamak dünyayı bulmak meselesi geçer. Ben TİP’in etkisini de diğer öğrenci hareketlerinin etkisini de biraz bu minvalde gördüm. Olabildiğince çok bakışmayı tetikleyen, bir dergiyi ücra bir köye götürmek için yollara düşen, kendi derdini herkese anlatma iştiyakı hisseden devrimciler, işte o zaman başarılı oldu. Başarısız oldukları zamana gelince, bütün bu bakışları mühürledikleri zaman başarısız oldular.
Kemalizm ve sol ilişkisi günümüzde de 70’lerde de sıklıkla tartışılan konulardan biri. Siz de kitabınızda bu konuya yer veriyorsunuz ve Bülent Somay’ın Defter dergisindeki metaforundan hareketle sol ve Kemalizm ilişkisindeki ödipal imaları da tartışmaya açıyorsunuz.
Somay şöyle diyordu: “Bu alegoride Hamlet bizdik, gençlikti. Babanın hayaleti Mustafa Kemal’di ve hayalet bizi devletin, Cumhuriyet ananın, sağcı/Amerikancı politikacılar; belki Demirel’in ta kendisi tarafından gasp edilmiş, tecavüze uğramakta olduğu konusunda uyarıyor, “Gençliğe Hitabe”nin ruhu uyarınca yöneticilere rağmen ve onlara karşı Cumhuriyet’i korumaya çağırıyordu.” Somay’ın bu benzetmesinin bir Kant’tan ödünç bir ifade ile bir paralojizm/sehven yanlış olduğunu söylüyorsunuz. Bu noktayı da biraz açabilir miyiz?
Tabii ki, memnuniyetle. Biraz önce bahsetmiştim ya, arzuya dair, soru ne anlama geliyor, nasıl çalışıyor diye, burada da kalpaklı Mustafa Kemal figüründe karşımıza çıkan Mustafa Kemal ne anlama geliyor diye sormadım ben. Nasıl bir kullanım alanı buldu? Burada 1960’ların anti-emperyalist hareketleri, kurtuluş hareketleri bağlamında Kemalizm aslında bir resmî ideoloji olmaktan çıkıp onun kendi vaatlerini, hareket alanını kaydettiği bir kayıt yüzeyi haline geldi. Burada Mustafa Kemal de bir baba figürü ya da mevcut devlet kötü baba/ Cumhuriyet devleti iyi baba ve aslında iyi devleti, kötü babanın elinden kurtaracak bir şey olarak yorumlamadım. Bir gençlik ideolojisi olarak, bir kayıt yüzeyi olarak Kemalizm 1960’larda çokça kullanıldı. Kemalizm’le ilgili mesele Bülent Somay’ın Hamlet Kuşağı yazısında şuydu. O analizin ben bir doğrulama ya da yanlışlama imkânının olmadığını düşünüyorum. Çünkü başka bir yerde de neden böyle bir tartışma yaptığını şöyle açıklıyor Somay:
“Şimdi uzun ödipal tartışma yapma nedenime geleyim. Ödipal evlat her şey olabilir, yalnızca özgür olamaz. Babaya karşı yürüttüğü savaş, yaltaklanma süreci, ister başarılı isterse de başarısız olsun, ister babayı öldürüp yerine geçsin isterse de babanın otoritesine tabii olmaya razı olsun, ödipal devlet, daima annenin kölesidir. Anne vatana ya da anne devlete duyulan o müthiş tutku sona ermeden yani anne arzusundan vazgeçilmeden yetişkin olmak; ailenin kısıtlayıcı, boğucu evinden çıkmak, özgürleşmek mümkün değildir.”
Şimdi burada zaten ödipal kompleksten, ödipal sorunun psikanalitik çerçevede gerçek anlamda çözümünden söz edemiyoruz. Anne arzusundan kopmadan hiçbir zaman tam anlamıyla söz edemeyiz. Ancak diğer ikame nesnelerle bu kompleksi sürdürebilir hale geliriz. Bu yorum bizi çıkmaz sokağa sürüklüyor gibi. Solun Kemalizm meselesinde de ben şunu takip etmeye çalıştım: Başka bir dünya imkânı nasıl oldu da bir çeşit Kemalizm’den mülhem, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye diyarına kaydoldu? Ben aslında bunun takibini sürmeye çalıştım. Burada da Deleuze ve Guattari arzunun, psikanalizin yarattığı paralojizmlerden bahsediyordu. Şöyle diyordu mesela: seni bir yasağı arzuladığına inandırma suretiyle bir hata, bir paralojizm icra eder diyor psikanaliz. Şöyle ki bütün bir tarihsel çok anlamlı süreci aslında o senin babandı ya da aslında o senin annendi şeklinde. Anne babadan çıkılamayacak bütün bir tarihsel-toplumsal süreci anne babaların en nihayetinde ikame nesnesine indirgenebileceği bir okuma tarzı var elimizde. Ben biraz bundan mesafe almaya çalıştım.
Çalışmanızda silahlı mücadele olgusuna da değinmekte ve dönemin solunun “eleştiri silahından” “silahların eleştirisi”ne geçtiğini yine arzu kavramı etrafında tartışmaktasınız. Solun “silahlı mücadeleyi arzuladığını şu kelimelerle dile getiriyorsunuz: “…toplumsal kesimlerle etkileşim seyrelmeye, öğrenci hareketi etrafında biriken kitleler dağılmaya başladıkça “kitleleri içeriden kat ederek onlara dokunarak” bağ kurma işi, kitlelerle somut bir temasa ihtiyaç bırakmayacağı düşünülen bir tarzda silahın arındırıcı ve neredeyse mitsel diyebileceğimiz gücüyle dışarıdan sarsma biçiminde tecelli edecektir.” Bu konu üzerinde de biraz konuşabilir miyiz?
Önce şöyle bir ikazla başlamak ya da kanaatimi önceden söylemek isterim. Ben aslında Türkiye solunun zannedildiği kadar silaha meftun olduğunu, silahı sevdiğini düşünmüyorum. Bir de bu silahlı mücadele ve silah meselesi var. Bunu 1960’lar ve 1971 sonrası olarak ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü 1971 konjonktüründe Latin Amerika’dan gelen ilhamlar, gerillacılık ilhamları da çok güçlü ve bu şuna varıyor. O alıntıda dediğiniz gibi; bağlantılar, bağlantılanmalar azalmaya başlayınca, bu sefer o bağlantılanmaları dışarıdan kuracak ve diğer bütün mücadele biçimlerini talileştirecek bir şeye ihtiyaç duyuluyor aslında. Bu da bir silahlı mücadele fikri. O sarsmak fiili -Mahir Çayan’ın yazılarında çokça kullandığı bir terimdir- ancak böyle sarsabileceğiz meselesi vardı. Dolayısıyla silah halkın arzusunun da yorumlayıcısı haline geliyor bir yerden sonra. “Senin istediğin buydu aslında!” yorumu yapılıyor silahla birlikte. İbrahim Kaypakkaya’ya dair bir anekdot var. Aktaran Oral Çalışlar 90’larda çıkan bir anı kitabında şöyle diyor İbrahim Kaypakkaya: Biz bir köye gireceğiz. O köyde köylüler üretim araçlarıyla birlikte ağanın her “işini” görmüş olacak ve biz orada artık o silahlı mücadelenin temsilini, onun kutlamalarını yapacağız. Silahın gücüne dair arındırıcı, kritize edici, kim devrimci kim değilin ortaya çıkarılacağı, tasnif edici bir rol de görmesi silahtan murat ediliyor. Ama ilk yazdığımız ikaza dönersek; mesela, İbrahim Kaypakkaya’nın çok yakınında yer alan Ali Taşpınar anılarında bu öncü figürlerin dışındaki -özellikle 1971 konjonktüründe- onlarla birlikte olanların -hatta ölüme gidenlerin bile- çok ikna olmadığını görüyoruz. Ertuğrul Kürkçü’nün aktarımlarında da vardır. Geride kalanların Mahir Çayan’ın ya da İbrahim Kaypakkaya’nın fikirlerine çok ikna olmadıklarını ama arkadaşlarını da yalnız bırakmadıklarını görüyoruz. İleriye kaçış, bunu Ergun Aydınoğlu kullanıyordu. Öyle bir sıkışmışlık var ki, ileriye kaçış söz konusu oluyor. Ama 1970’lerdeki silahın kullanımına gelirsek; birkaç hareket, yapı çevre dışında THKP-C, THKO, TİKKO’nun anladığı anlamda bir gerilla mücadelesine çok az giriliyor. Bu yoldan gidilmiyor. Kendilerini oradan kurmuyorlar, silahı öyle anlamıyorlar Çoğu anılarda -şunu görünce şaşırmıştım- bir yanda 1970’lerde de silah devrimcinin rüştünü ispat etmesi için dosta güven, düşmana korku salan bir emanet işlevi görse de çoğu kişi, çoğu devrimci, çoğu militan silah taşımaktan, silahı taşımak durumuna gelmekten ve meselenin bir silahlı meseleye hapsolmasından hiç memnun değil. Asıl yenilgiyi de zaten 1970’lerin sonunda burada görüyorlar: bütün devrimci mücadelenin silahlı bir anti-faşist mücadeleye dönmesinde.
68/78 Kuşağının anılarını yazmaya başlamasını “devrim ihtimalinin gerilemesiyle” açıklıyorsunuz? Basitçe bu kuşağın yaşlanmasıyla da alakalı bir durum olarak değerlendiremez miyiz bunu?
Elbette böyle de değerlendirilebilir. Bu da açıklamalardan biri. Mücadelenin geride kaldığının bir ilanı gibi okunabilir. Başka bir şekilde sol melankoli başlığında da okunabilir. Bir kayıp var ortada ama kaybın ne olduğu bir türlü tanımlanamıyor. Ve onun tutunamayan yanının bir göstergesi belki anılar. Ya da bir hasar tespiti, bir muhasebe çalışması. Neyi doğru, neyi yanlış yaptık meselesi. Bunun da anılarla yapılmaya çalışılması ilginç. Derli toplu analitik metinler yerine anılarda yapılmaya çalışılması… Ama ben bütün bunların ötesinde, başka bir şeye temas etmeye çalıştıklarını da hissettim, sezdim, düşündüm diyeyim. Bütün mümkünlere… Turgut Uyar’ın dizesiyle “gerçekleşmemiş ama gerçekleşebilecek gibi” olacak olan devrime yeniden temas etme, yeniden nüfuz edebilme imkânı gördüklerini düşündüm. Aslında benim böyle düşünmeme yol açan şeylerden biri, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabını okurken kahramanın mutluluk arayışını anlatan şu cümledir: İhtimaller dünyası gerçek dünyadan daha güzeldir. O ozun romanın kilit cümlesi de budur bana sorarsanız. Aslında bütün olmamış ama olması muhtemel şeylerin anlatısı. Ben anılarda da bunu gördüm. Bütün mümkünlere, kayıp bir mutluluğa, o bütün mümkünlerin kıyısında olma durumuna, onların parlamalarına tekrar nüfuz edebilme, tekrar erişebilme isteği… Bu kayıtla aslında belleğin ve hatırlamanın değerli olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu hatırlama meselesi insanı güçten düşürücü bir şeye varabilir.
Serhat Celal Birdal okuyucularını bundan sonra hangi çalışmalar bekliyor?
Turgut Uyar’ın bir benzetmesi vardır. Şiir yazmayı taş işçiliğine benzetir. Şöyle der: ben bir taşı elime alırım. Tam bir şey çıkacakken sıkılır atarım. Yeni bir taşı elime alırım. Benim akademik entelektüel faaliyetim ve merakım da biraz böyle sanırım. Şimdi bu konulardan tamamen kopuk -sadece kafamda çevirdiğim şeyler- politik doğruculuk meselesi üzerine. Nasıl oluyor da söz bu kadar doğruyken bu kadar hükümsüz/ etkisiz kalabiliyor? Nasıl bu kadar çoklaşırken hiçbir etki yaratamıyor, hiçbir eylemi tetikleyemiyor? Bu mesele dâhilinde politik söz üzerinden bir şeyler yazmak, düşünmek istiyorum.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.