(Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın./ Albert Camus)
saray iktidarının resmi, ‘sivil’ tüm araç ve olanaklarla umutsuzluğu büyütmeye çalıştığı, çaresizlik duygusunu topluma egemen kılmak için her yolu denediği koşullarda söze nereden başlamak gerekir bilemiyorum…
tutuklu gazeteciler, siyasetçiler, öğrenci ve sanatçılar… 10 milyon işsiz insan, ücretsiz izin veya kısa çalışma ödeneği ile ‘geçinmeye çalışan 5 milyona yakın kişi… en meşru ve yasal hak taleplerinde bile devletin tüm gücünü karşılarında gören insanlar… her gün 2-3 kadının öldürülmesi ve aklı zorlayan cezasızlık… ülke topraklarının altının ve üstünün talana açılması ve karşı çıkanlara yapılanlar…
sizin de eklemeler yapabileceğiniz bu liste ilk bakışta umutsuzluk ve çaresizlik duygusu yaratıyor değil mi? mutlaka sizi de etkileyen bir veya birkaç sorun vardır. 3 yıla yakın zamandır duyduğumuz, okuduğumuz, belki tanık olduğumuz intihar vakaları bu umutsuzluk ve çaresizlik ortamının sonuçları olarak yüzümüze, gözümüze, aklımıza çarıpıyor. bazılarımızda yaralar açıyor…
yapılan bir kamuoyu araştırmasında toplumun %54’ünün hayal kurmadığı sonucu çıkmıştı. yarın kaygısı içinde kıvranan insanların hayal kurmayı bırakması kaçınılmaz olmakla birlikte acı ve ürkütücü… iktidar hala daha gücünü koruyorsa toplumun içine sürüklendiği umutsuzluk ve çaresizlik duygusu önemli bir etkendir. öğrenilmiş çaresizlik olarak tanımlanan durum ‘örgütlü kötülükle’ iyice pekiştirilmeye ve yönetim aracına dönüştürülmeye çalışılıyor. çünkü umudu tükenmiş, çaresizliği kanıksamış insan özne değil nesnedir; içsel ve dışsal anlam dünyasında var oluşuna ilişkin değerleri bile tüketmektedir… bedensel, ruhsal (hatta toplumsal) bir güçsüzlük halinin veya bu hale itilmenin sonuçları her şeyden vazgeçmeye sürükleyebiliyor insanları…
birbirimize tutunacağız
ailesinden, akrabalarından ve yakın çevresinden insanların intiharlarına, intihar girişimlerine tanık olmuş; yıllarca intihar üzerine düşünmüş (düşmüş) biri olarak mutlaka bir çıkış yolu olduğunu öğrendim. uzmanların “öncesinde mutlaka bir yardım çığlığı/ çağrısı vardır” dedikleri durumu yaşadım ve tanık oldum defalarca… bu yüzden intiharın bir bozulma durumu olduğunu ve dikkatli olunursa devlet tarafından da toplum tarafından da hatta bireyler tarafından da onarılabileceğini biliyorum. bedensel veya ruhsal yaralarını (yoksunluklarını, yoksulluklarını, umutsuzluklarını, çaresizlik duygularını, yitirilen anlamı vd.) görebilmek ve çözüm üretmek gerekiyor…
fakat benim bu yazıdaki temel amacım son yıllarda intiharların toplumsal nitelik kazanması ve bir öncekinin bir sonrakini de tetikleme olasılığına rağmen hem haberlerinin özensiz verilmesi, hem de ‘anlık’ tepkilerin dışına çıkılamaması… bu düzenin bizi öldürdüğü gerçeğinden önce ölümün şekli, yeri, zamanı üzerine tartışmak ölümlerin magazin malzemesi olmasına yol açıyor. oysa odaklanmamız gereken engellenebilir nedenlerle ölüyor veya öldürülüyoruz oluşumuzdur. o zaman bu engellenebilir nedenlerin neden ortadan kaldırılmadığını, nasıl ortadan kaldırabileceğimizi düşünmek zorundayız…
1990’ların yılların sonunda Zonguldak’ta intihar vakaları Türkiye ortalamasının üzerine çıkınca ODTÜ yaptığı alan çalışması sonrası hazırladığı raporda özetle “TTK’daki özelleştirmeler, gelecek kaygısı ve yarattığı güvensizlik en önemli nedenlerden biridir” demiş ve istihdam alanları yaratılması, devlet kurumlarının duyarlı olması vb. gerekir demişti. (bu raporun sivil toplum örgütlerinden ve kamuoyundan saklandığını da belirteyim.)
şu anda ülke genelinde yaşıyor ve tanık oluyoruz bu acılara… öncelikle şunu net olarak biliyorum; beklenmedik anda gelen bir selam, kendi değerini gösteren bir söz, zor durumda kaldığında yanında insanlar olması, ‘konuşabileceği’ bir iki kişinin varlığı, acıma duygusuyla değil de insani sorumluluğun gereği yapılan yardımın (paylaşmın) hissettirilmesi, sevdiklerine/ sevenlerine acı yaşatmanın kendisinden sonra da sürecek haksızlık olduğu gibi onlarca şey yaşama tutunmaya, tutunmamıza yetebiliyor. fakat bizim istediğimiz “lanet olsun, yaşamaksa yaşıyoruz” diyerek bir yaşamak değil, olmamalı…
geleneksel, teslimiyet! içeren bir umut yerine umut ettiğimiz şey için savaşımı içeren eylemli bir umut; devlet kurumları veya yardım kuruluşlarının, akrabaların vereceği/ sunacağı yardım/ çare yerine insan ve yurttaş olarak haklarımızı istemeyi ve almayı da içeren örgütlü ve dayanışmacı bir çare arayışını öncelemek zorundayız… örgütlü ve kurumsallaşmış kötülük karşısında bireysel kurtuluşu düşünmenin bizi de kötülüğün parçası yapacağını unutmamak ve iyiliği, insancıl bir yaşamı örgütlemenin insanlaşma yolculuğunun gereği olduğu bilincine sarılmamız gerekiyor. (bu hem anlam arayışımızın, hem anlam verme çabamızın gereğidir)
ekonomik kriz ve salgın koşullarının hepimizi hırpaladığı koşullarda ortaya çıkan umutsuzluk ve çaresizliğin insan (sistem/ iktidar) yapımı olduğu bilinciyle sırasız ve zamansız ölümlere karşı birbirimize tutunmak da örgütlülüğe dahildir… en başta yaşam hakkımızı tehdit eden bu düzenin ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, sanatsal tüm yönleriyle bizi kuşatıp nesneleştirmesine karşı birey olarak varlığımıza anlam yüklediğimiz, bu anlamla toplumsal yerimizi ve değerimizi hissettiğimiz bir düzenin savaşımını verirken eksilmemek de görevlerimiz arasında…