Sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Türkiye’nin artık bir anayasal düzeni yoktur.
Hatırlarsanız, bundan yaklaşık on yıl önce, sivil anayasa yapılması için başlatılan çalışmalar kapsamında çokça tartışılan anayasanın ilk üç maddesi meselemiz vardı. Bu ilk üç maddenin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükmü üzerinden yoğun tartışmalar yapılmaktaydı. Bunlardan ilk ikisini hatırlayalım:
“I. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
- Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. “
Esasen uzun uzun her bir madde üzerinden analiz yapmaya gerek bile duymuyorum. Sadece hükümleri okumak bile, yüzümüzde acı bir tebessüm oluşmasına neden oluyor. Şimdi açıkça teslim etmek zorundayız ki ne laik, ne demokratik ne sosyal ne de hukuk devletinin varlığından bahsetmek mümkün. “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” anayasal ilkeler, süreç içerisinde, fiilen yok edildi.
Geçtiğimiz Nisan ayında yılan hikayesine dönen Gezi Davası , en soğukkanlı, en gerçekçi olanlarımıza bile “yok artık” dedirtecek feci bir hukuk skandalıyla ve tutuklamayla bitti. İş insanları, hak savunucuları, hukukçular; bırakalım anayasayı, hukuku; akıl dışı, mantık dışı argümanlarla yargılanıyorlar. Bu davada esasen savunmalar da, sanıkları savunmanın ötesine geçip, temel anayasal ilkeleri, temel yurttaşlık haklarını ve demokratik siyaseti savunma çabasına dönüştü. İktidarın tam bir gövde gösterisi niteliğinde olan kararda, aksi yöndeki AİHM kararlarına rağmen Osman Kavala’ya müebbet hapis cezası verildi, tutuklama tedbiri(!) devam etti. Diğer sanıklar da 18’er ay hapis cezasına çarptırıldı ve tutuklandılar. Sadece ve sadece anayasal haklarını kullandıkları için ve elbette ibreti-i alem için…
Esasen güzel memleketimizde anayasacılık ve anayasal değerlere bağlılık meselesi hep çok büyük bir gündem olmuştur. Yine de kör topal yaşamaya çalışan anayasal düzenin adım adım ve nihayetinde tamamen yok olması ile Gezi arasında ironik bir bağlantı var diye düşünüyorum.
2013 Yılında yaşanan Gezi isyanı sonrasında memleketçe yaşadıklarımızın bir kronolojisini çıkarmak son derece güç. Yaşadığımız son dokuz yıl son derece travmatikti. Üst üste dehşet verici suçlarla, hak ihlalleriyle yoğrulduk. Öyle ki olağanüstü hal olağanımız oldu. Bir gün, “normalleşmiş” bir ülkede, geriye dönüp yaşadıklarımıza bakabilirsek, nasıl bir kabustan geçtiğimizi muhtemelen daha net göreceğiz. İçinde boğuşurken bir parça duyarsızlaşma bence normal, belki de yaşayabilmek için gerekli.
Gezi isyanı esnasında gencecik çocuklar katledildi, insanlar uzuvlarını kaybetti, sakatlandı. O zamanın başbakanı “emri ben verdim, yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” diyerek, kural tanımazlıkta ne kadar ileri gidebileceğinin işaretlerinden birini vermiş oldu. Cemaat’e FETÖ diyenin sürüm sürüm süründüğü, hem adli hem de idari kadrolarda onlardan habersiz kuş uçmayan günlerdi. Sonrasında dönemin İstanbul Valisi, Emniyet Müdürü ve İç İşleri Bakanı’nın akıbetleri de malum.
2014 yılının Ekim ayında, IŞİD’in Kobane’de sivillere yönelik katliam girişimleri Türkiye’de özellikle Kürtlerin büyük bir tepki göstermesine neden oldu. Halen , faillerinin kim olduğu hakkında etkili bir soruşturma yapılmamış olan provokasyonlar ve yaşam hakkı ihlalleri sonucunda onlarca insan hayatını kaybetti. İleriki yıllarda bu süreç HDP’nin fail olarak öne sürüleceği bir başka akıl dışı davaya dönüşecek ve fakat ölen insanlardan Yasin Börü dışında hiç kimsenin adı iktidar tarafından anılmayacaktı bile. Bugün Kobane Kumpas Davası adıyla bildiğimiz ve halen devam eden bu dava da ancak başlıbaşına yazı konusu olabilecek nitelikte bir başka hukuk skandalı. Her şeye rağmen çözüm süreci devam etti. Ta ki 7 Haziran seçimlerine kadar.
Bu arada, bugün hâlâ FETÖ yargılamalarında “milat” olarak kabul edilen 17-25 aralık sürecinden bahsetmemek olmaz. Ortaya saçılan telefon kayıtlarında zikredilen paraların miktarları dudak uçuklatmış, ayakkabı kutuları insanların uzun zaman aklından çıkmamıştı. Belki de bu yüzden, öncesinde memleket tarihinin en organize en büyük suçlarına karışan bir çok Cemaat mensubu hakkında, faili oldukları bu suçlar değil, 17-25 Aralık milat kabul edilmiş ve Cemaat ile hükümet arasında büyük savaş başlamıştı. Savaşın sonu 15 Temmuzda, Cumhurbaşkanının deyimiyle “Allahın lütfu”, tüm ülke için ise kanlı bir karabasanla bitecekti.
Ve malum 7 Haziran 4 Kasım süreci… Hükümetin, belli ki koşulsuz biat beklentisiyle yürüttüğü çözüm süreci, efsanevi “Seni başkan yaptırmayacağız!” cevabı ve bu sayede 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin ilk defa iktidarı kaybetmesiyle, tuzla buz oldu. Hâlâ failleri ortaya çıkarılamamış olan Ceylanpınar saldırısı da bu bitişin sözde “miladı” ilan edildi. Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları, çok sayıda bombalı saldırı, bu saldırı ve katliamlarda baş rolü oynayan İŞİD ve neredeyse hiç bir yargılamada tam olarak açığa çıkarılamayan, katillere yol verenler… AKP, 4 Kasım seçimlerini ancak böyle bir korku ve terör ikliminde kazanabilmişti. Davutoğlu bu başarının bir numaralı mimarı kabul ediliyordu. Beyefendi ve yeni partisi, olup bitenlerden sadece iki üç yıl sonra, kaybettiklerimizin acısı hala ciğerimizi yakarken, bir anda “muhalefet” saflarında boy göstermeye başlayacaktı. Halen bu süreçle ilgili hesap vermeden, şimdi önümüzdeki seçimlerin güvenli şekilde yapılması konusunda görüş beyan edip, sureti haktan görünmeye gayret etmesi de hakikaten akıllara zarar…
Çok geçmeden Sur, Nusaybin ve Cizre katliamları geldi. Ülke tarihinin gördüğü en büyük vahşetler gözümüzün önünde yaşandı. Duvarlarda JÖH, PÖH yazılamaları… Üzerinde duman tüten şehirler, İnsan Hakları Derneği gibi saygın hak örgütlerinin raporlarına geçen binlerce sivil ve çocuk ölümü… Katliamlar hakkında ağzını açanın kendisini cezaevinde bulduğu bir süreçte Barış Akademisyenleri’nin büyük ve onurlu itirazı sonrası memleketin en değerli akademisyenlerinin tek tek hapishanelere gönderilmesi, darbe sonrasında da listeler halinde ihraçlar…
Sonrasında, hala tüm bilinmeyenleriyle 15 Temmuz… Yıllarca sürecek kesintisiz OHAL, seçilmiş siyasetçilerin rehin alınması, kayyumlar, OHAL sürecinde yapılan referandum ve seçimler… Olağan koşullarda asla alınamayacak seçim sonuçları, Türk tipi başkanlık sistemi, yargının çöküşü, temel anayasal hakların yok oluşu, binlerce ihraç, binlerce tutuklama, tanınmayan AYM VE AİHM kararları, Kanal İstanbullar, inanılmaz yolsuzluklar, uyuşturucu, petrol kaçakçılığı iddialarını ortaya atan itirafçılar, akıllara zarar bir pandemi süreci ile halen iliklerimize kadar yaşadığımız ekonomik kriz..
Bu kronolojide mutlaka eksik bıraktıklarım olmuştur. Affola… Ezcümle anlatmaya çalıştığım şuydu, Gezi’den sonra bir türlü rıza yoluyla elde edilemeyen siyasi meşruiyet, korkuyla, baskıyla elde edilmeye çalışıldı. Ancak çok belli ki son bir yıldır bu da iş görmüyor. Ve sonunda, bu ülkenin bir avuç kıymetli insanını skandal bir yargı kararıyla cezaevlerine tıktılar. Yetmedi, Cumhurbaşkanı Gezi’nin 9. yıl dönümünde, hiç tereddüt etmeden en galiz küfürlerle insanlara hakaret etti. Etmeye de devam ediyor. Ama biz bu öfkenin asıl nedenini elbette biliyoruz. Tahmin edilenden çok uzun bir süredir mızrak çuvala sığmıyor. O eski günlerdeki, rasyonel temellere dayanan toplum rızası sağlanamadı ve sağlanamıyor. Geriye kalan yobazlık seviyesinde bir din söylemi, ırkçılık, kutuplaştırma, baktın olmadı küfür…
Şimdi “anayasal düzende” devam ettiği iddia edilen Türkiye Cumhuriyetinde, en canlı tartışma başlığımıza gelmek istiyorum: Seçim güvenliği sağlanabilecek mi ve kaybederlerse gidecekler mi? 7 Haziran 4 Kasım sürecinde bir çok insanın ima etmekten bile korktuğu bir gerçeklik (korkmadan hesap soranlar elbette vardı ve onlara çok şey borçluyuz) artık açık açık dile getiriliyor. SADAT, Türkiye Devlet Fedaileri, Milli Beka Hareketi, Osmanlı Ocakları, Halk Özel Harekat, Atadedeler gibi “anayasal bir düzende” tam olarak ne iş yaptığına bir türlü anlam verilemeyen bir takım yapılar. Gezi davasında ceza yağdıran “cumhuriyet savcıları”, SADAT yönetim kurulu üyesinin “Bu ülkeyi kanla kurduk, sandıkta teslim etmeyiz” sözü üzerine, ağaçlara bakıp ıslık çalıyor. Kimsenin kılı bile kıpırdamıyor.
Oy vererek iktidarı değiştirip değiştiremeyeceğimizi tartışıyoruz. Bu cümleyi yüksek sesle okuduğumda gerçekten tüylerim diken diken oluyor. Ama geldiğimiz nokta budur. Ne diyordu Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek 1. Maddesi; Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Korkarım ki bundan yaklaşık yüz yıl önce başladığımız yerin de gerisindeyiz. Bir anayasal düzenimiz yok. İyi haber, “anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” gibi bir suçlamadan cümleten muafız bana göre… 🙂 Biraz can sıkıcı olanı ise şu: her şey daha yeni başlıyor. Önümüzdeki günlerde sağ salim bir “kurtuluş” mümkün olursa, bize bir daha bu kabusu yaşatmayacak bir anayasal düzeni hep birlikte kurmak en büyük işimiz.
Ne demiştik 9 yıl önce: Bu daha başlangıç, mücadeleye devam…
Saygılarımla