Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Anarşinin Türkçesi, Bir Anarşi Lejantı: 3K4F

Türkiye’de Anarşinin 2. Dünya Savaşı’ndan 1970’lere gelinene kadar geçirdiği aşamalar ve onu devingen bir (sosyo-politik) ilişki olarak tasavvur edebilmeye yardım edecek semboller… Bir Anarşi Lejantı: 3K4F

Türkiye’ye özel bir siyasal kavramlar panteonu olsaydı, bu kavramlar Père Lachaise’inin en muteber konuklarından biri, kuşkusuz, yetmişlerin dillere pelesenk kavramı anarşi olurdu.

Bu yazı, anarşi kavramını Türkçe ifade etme, kavramın Türkiye siyasetindeki telosunu tartışma, 1970’ler Türkiye’sindeki izini sürme niyetindedir. Bunun için önce anarşi kavramı sınırlandırılmaya, kavramın ağyarı ve efrâdı belirlenmeye çalışılacaktır. Anarşinin Türkçesi üzerine düşünmeye, ilk önce kavramın sınırlarını net bir şekilde çizerek başlamamız gerekiyor. Bu amaçla işe, Türkçe anarşinin dışında, onun ağyarında kalan alanı çizerek başlayalım. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bu yazıda anarşi, bir siyaset kuramı ve bir entelektüel tartışma zemini olarak ele alınmayacaktır. Bu anarşiyi, anarchy olarak anmak işimizi kolaylaştırır. Osmanlı’dan günümüze, bu kuramsal tartışmalardan ve entelektüel birikimden beslenen her tür örgütlenme ve yayını da bu anarchy kategorisine eklemeyi ihmal etmeyelim.

3K4F lejantı, anarşi haritasını okurken; onun efrâdı, telosu, muhteviyatı ve/ya farmakolojisi hakkında konuşurken bize yardımcı olacak kavramların, sembollerin toplamıdır. Bu lejanttaki 3K, anarşinin II. Dünya Savaşı’ndan 1970’lere gelinene kadar geçirdiği üç aşamayı, üç katmanı ifade etmektedir. İç içe geçmiş bu üç katmanın, birbirinden bağımsız ya da birbirinin ardı sıra dizilmiş üç ayrı kompartıman gibi düşünülmemesi gerekir. Aksine bu üç katman, adı üstünde, üstü üste sarılmış, birbirilerini etkileyen, birbirlerinden beslenen üç ayrı dinamik tabaka gibi de düşünülebilir. Anarşinin küresel katmanı, en içteki katmanı, Soğuk Savaş’tır; Truman Doktrini ile şekillenmiştir. O, anarşi kavramının magmasıdır: Dışarıdan, gözle görünmese de, anarşi (ve onunla mücadele) düşüncesi enerjisini, devingenliğini, canlılığını bu katmandan alır. Yerel katman, 1961’de kabuklaşır. Bu katmana şeklini veren, magma yani en içteki ilk katmanıdır. Üçüncü katman, magmanın şekillendirdiği bu zemin üzerinde cereyan edecek olay/ilişki ağı olarak anarşinin kendisidir; son katman 1965’den sonra iyiden iyiye belirginleşmeye 1970’lerde de tüm Türkiye’yi sarıp sarmalamaya başlar.

Anarşi lejantındaki 4F, anarşiyi statik bir durum olarak değil de, ikinci (yerel) katmanın üzerinde -üçüncü katmanda- cereyan eden devingen bir (sosyo-politik) ilişki olarak tasavvur edebilmemize yardım edecek sembollerdir. Tabir-i caizse 4F, anarşinin dramaturgisiyle, kurgusuyla ilgilenir. Nitekim 1970’lerin Türkiye’sinde anarşi, bu 4F ile, yani fitne, fesâd, fevzâ ve fetret ile kurgulanır; sahneye koyulur, oynanır. Bir sosyo-politik ilişki ve bu ilişkideki tarafların oynadıkları roller olarak iyi (ma’rûf) ve kötü (münker), 4F’nin içine yerleşirler. İyilerin (ârif) kötülerle (münkir) nasıl mücadele edeceği de yine her bir F’nin, hem katmanlarla hem de birbirleriyle karşılıklı etkileşimi ile belirlenir. Özetle, anarşinin 4F’si, sadece Ökkeş Şendiller’i iyiyi emreden (ârif), Akın Kıraathanesi’ne atılan bombayla katledilen Alevi Dedesi Gıjgın Dede’yi de kendisiyle mücadele edilen kötü, inkârcı (münkir) olarak tanımlamakla kalmaz; anarşinin katmanları (3K) arasındaki rabıtayı da tesis eder. Sonuçta 3K4F, hem Harry Truman ile Gıjgın Dede arasındaki rabıtayı hem de magmadan Maraş Yörükselim Mahallesi’ndeki dramaturgiye çizilen hattı tesis eder.

Başa dönüp, önce anarşinin ağyarı ve efrâdı, sonra da bu efrâdın içine 3K4F’yi nasıl yerleştireceğimiz üzerine konuşalım.

Anarşinin Ağyarı

Türkiye anarşi kavramını, elbette, ilk kez yetmişli yıllarda işitmedi. Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar’ında, İkinci Meşrutiyet yılları Osmanlı’sında, Selanik Sosyalist Federasyonu gibi, “…adı sosyalist olan fakat özü anarşist-komünistlerden meydana gelen” bazı örgütlerin varlığından bahseder. Anarşiyle ile ilgili yayınlar daha da eskidir. Gün Zileli, Türkiye’de Anarşizm makalesinde, bu konudaki ilk yazılı kaynağın Kıbrısîzâde Osman Bey tarafından Fransızca yazılmış Socialisme et Anarchie adlı kitabı olduğunu belirtir. Barış Soydan ise, Türkiye’de Anarşizm: Yüzyıllık Gecikme kitabında, Ermeni anarşist Alexander Atabekyan’ın 1800’lerin son yıllarında kurduğu Anarchiceskaya Biblioteka Yayınevinin Bakunin, Malateste, Kropotkin ve Elisee Reclus’den Türkçeye çevirdiği metinleri “Osmanlı maarifinden izin alarak” kitapçıklar halinde yayınladığını belirtmektedir. Bu konuda, hâlen Anarşizmin Osmanlıcası olarak anılan 1332 (1916) tarihli Felsefe-i Ferd kitabını ve onun yazarı Baha Tevfik’in adını zikretmeden geçmek olmaz. Anarşist düşünce, o gün bugündür kitaplar, süreli yayınlar ve çeşitli anarşist örgütler vasıtasıyla entelektüel tartışmaların ve siyasal pratiklerin içerisinde bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

Bu yazı, anarşist siyasal ideolojinin tarih sahnesine çıkış sürecini, köşe taşlarını, türlerini ya da ona dayanan siyasal pratiklerin Osmanlı/Cumhuriyet siyasal iklimindeki macerasını tartışma niyetinde değildir. Bu açıdan, anarşist düşünce ve pratiğin içinde yaşadığımız siyasal coğrafya üzerindeki serencamını, bu yazı çerçevesinde tartışılacak olan anarşi kavramının ağyarına koyabiliriz. Mücavir alanımızın dışında kalsa da, hiç değilse kavramın ifade ettiği anlamı biraz olsun netleştirebilmek adına, artık anarchy/anarchism olarak anacağımız bu kuramsal alanın olduğunu vurgulayarak geçelim: Felsefi anlamdaki anarşizm de bu tartışmanın dışında kalmaktadır.

Anarşinin Efrâdı ve 3K4F

Türkiye’ye özgü bir anarşi(zm) okuması için elzem bir lejant ortaya koyabilmek amacıyla öncelikle anarşinin ağyarını men etmek, bu tanımın (anarşi) hava sahası dışındaki alanı (anarchy) ortaya koymak gerekliydi. Yetmişli yıllarda anarşi kavramına yüklenen anlamı konuşabilmek için, ona Türkiye’de yüklenen anlamların dışında bırakılan alanı ele almak kadar, bu tanımın olmazsa olmazları üzerine de konuşmak; anarşinin efrâdını cem etmek de gerekiyor, yazının temel amacı da budur.

3K4F lejantı, anarşi kavramının, Türkiye siyasetindeki izdüşümünü resmedebilmek için gerekli temel kavramların sembolüdür. Yazımız, ancak bu efrâd -bu yan kavramlar ve katmanlar- yardımıyla okunduğunda, anarşinin Türkiye siyasal kültüründeki -özellikle de 1970’ler Türkiye’sindeki- manayı ve telosu çözümlemenin mümkün olabileceği varsayımına dayanmaktadır. Anarşinin efrâdının aynı zamanda bir lejant; Türkiye siyasal hayatında anarşiyi kodlayabileceğimiz bir semboller bütünü ya da anarşiyi bize tanıtacak bir resim altı yazısı gibi ele alınması da bu yüzdendir. Önce anarşi kavramını sarmalayan katmanlara (3K), sonra da onu dinamik bir sosyo-politik ilişki olarak tanımlamaya imkân veren diğer unsurlara (4F) bakmaya başlayabiliriz.

Anarşinin Katmanları

Anarşi kavramı, bu yazıda ele alacağımız anlam ve içeriğe üç farklı katmandan geçerek ulaşır. Yetmişli yılların anarşi kavramına gelinirken ilk katman, II. Dünya Savaşı’nın bitip, Soğuk Savaş’ın başladığı, 1940’lı yılların ortalarıdır. ABD Kongresi’nde Truman Doktrini’nin kabul edildiği 12 Mart 1947 tarihi, bu katmanın işaret fişeği olarak anılabilir. 1970’lerin anarşi kavramının, küresel katmanı bu tarihlerde inşa edilmeye başlanır; başlanır başlanmaz da Türkiye, DTCF Olayları, Tan Baskını, 1951 Tevkifatı ve Kore Savaşı’na asker gönderilmesi vesilesiyle gündeme gelen Türk Barışseverler Cemiyeti üyelerinin tutuklanması gibi olaylarla tanışır. Her ne kadar, bu ve bunlara benzer olaylar yaşanmış olsa da 1950’ler boyunca rejimin komünizm tehdidi algısı, daha çok bir dış politika mevzuu karakteri taşır ve önlem alınması, proaktif olunması gereken bir moskof tehdidi, bir komünizm riskiyle neredeyse eş anlamlı kullanılır.

Yetmişlerin anarşi algısını konuşurken, birinin bitip diğerinin başladığı değil, birbirinin içine geçmiş, birbirini sarıp sarmalayan katmanlardan bahsettiğimizin altını bir kez daha çizmekte fayda var. Ayrıca, her bir katman ile ilgili olarak verilen 12 Mart 1947, 13 Şubat 1961 ve 10 Ekim 1965 gibi tarihlerin, o katmanı zihnimizde canlandırabilmek için seçilmiş birer işaret fişeği olduklarını da ifade etmek gerekiyor; bu tarihler, kronolojik anlar değil, anarşinin 3K’sıyla ilgili sembolik betimlemeler olarak seçilmişlerdir.

Eski gazetelere ve TBMM tutanaklarına göz attığımızda bu farkı daha net görebiliriz. Onlardan yararlanarak, anarşinin, birbirinin içine geçmiş bu üç katmanını zihnimizde canlandırmaya çalışalım. 1947 öncesindeki amiyane kullanımında anarşi, sıradan bir iktidar yokluğunu, bir karmaşayı, bir hercümerci ifade eder; bazen siyasetle doğrudan ilgili bir kavram olarak bile kullanılmaz. Örneğin Cumhuriyet (12.12.1930) gazetesinden alınan bir haberde, dildeki anarşiden bahsedilmekte, buna örnek olarak da muhittin kelimesinin bazen muyittin, polatlı kelimesinin de bazen pulatlı olarak yazılmasından şikâyet edilmektedir. Habere göre “Hülasa, görülüyor ki, merkezi Ankara olmak üzere bütün memlekette bir dil anarşisi var[dır.]”

Cumhuriyet (08.10.1930) gazetesinin Sporda Anarşi Var başlıklı bir diğer haberi de anarşi kelimesinin amiyane kullanımına örnek gösterilebilir. 1930 yılında Atina’da düzenlenen Balkan Oyunları’na sporcu gönderme kararı alınır. Ancak atletizm federasyonunun bu kararına İstanbul bölgesi itiraz eder. İstanbul bölgesi, Atina’ya sporcu gönderilmemesinin daha uygun olacağı görüşündedir. Bunun üzerine Galatasaray Spor Kulübü bazı atletlerini oyunlara göndermekten vazgeçer. Cumhuriyet’e göre, “Hükümetin sporla ciddi alakasını kesmesi bu anarşiyi doğurmuştur.”

Bu minvaldeki bir diğer haberi, Burhan Belge’nin Ulus (18.02.1937) gazetesinde yayınlanan Politika Bahisleri Norm Nedir? başlıklı makalesinde bulabiliriz. Norm mefhumu üzerinde durduğu makalesinde Belge, anarşi kavramını, normsuzluk, karmaşa anlamında kullanır: “Bir memlekette normların teessüs etmesi, o memlekette umumî kaidelerin ve ahengin teessüs etmesi demektir. Nitekim ahlâk normları için de keyfiyet böyledir. Ahlâk telakkisinde ölçülerde anarşi hâkim olunca, hayatın kendisi de anarşi içindedir. Yeni ahlâk normları teessüs edildikten sonradır ki, emniyet ve nizam manzarası arz etmeye başlar.”

2. Dünya Savaşı öncesindeki kullanımında anarşi kavramı, karmaşa, başıbozukluk, kargaşalık gibi anlamlara sahip herhangi bir kelime olarak kullanılır. Yukarıda örneklerde yer alan tüm anarşi kelimelerini çıkarıp yerine bu kelimelerden birini koysak da anlam hiçbir şekilde değişmeyecektir.

2. Dünya Savaşı Sonrası dönemde de -hakeza yetmişli yıllarda da- anarşi kavramı, bir kargaşalığı, başıbozukluğu ifade etmeye devam edecektir. Ancak tek farkla; anarşinin ima ettiği bu kargaşalık, artık, alelade bir başıbozukluğu değil, belirli vasıftaki bir kargaşalığı, bizatihi komünizmin neden olduğu bir kaosu ima etmeye başlayacaktır.

Anarşi, 1947-1961 arası dönemde, daha çok, Türkiye’nin müttefiki ABD ile birlikte Kore’de de mücadele ettiği bir başıbozukluk; ülke içinde de dikkat edilmesi gereken bir risk, önlem alınması, proaktif olunması gereken bir tehdittir.

Anarşinin ikinci ve üçüncü katmanları arasındaki ince çizgi, bir hastalık riskine karşı tedbir almakla, hastalığı ortadan kaldırmak için mücadele etmek arasındaki farka benzetilebilir. Tabir-i caizse Truman Doktrini sonrası dönem, Türkiye’nin, tüm dünyanın mustarip olduğu bir (siyasal) salgın hastalığa -anarşiye yol açan komünizme- karşı, ABD liderliğinde yürütülen uluslararası mücadelede, bu hastalığın kendisine bulaşmaması için tedbir aldığı bir dönemdir. Yetmişli yıllar olarak anılan 1965 sonrasındaki son katman ise anarşiden kurtulmak için mücadele edilen dönemdir. 1960’a kadar kendini bu hastalığın risklerinden korumaya çalışan Türkiye, 1965’ten sonra bu hastalıktan kurtulmak için mücadele eden bir hasta gibidir. Teşbihimize devam edelim: Anarşi hastalığına, komünizmin yaydığı kronik fitne ve fesâd neden olur. Fevzâ ve fetret, hastalığın en yaygın semptomlarıdır. Tedavi edilmediğinde bu fevzâ, siyasal bünyenin (devletin) exitus letalis’ine (eks olmasına, bekasının kaybına, kuzgunun leşe üşüştüğü bir siyasal iklime) neden olabilir. Kişisel düzeyde ise bu (manevi ölüm, eks olma durumu), insanlık değerlerinin kaybı, aile mefhumunun yitimi, namus ve şerefsizlik olarak tezahür eder. Tedavi sonuç verirse (ya devlet başa) beka tesis edilir; artık o fevzâ (dönemi), fetret olarak anılan bir tarihsel anlatıya dönüşmüş olur. Funda Şenol-Cantek’in Altmışlı Yıllarda Basın’ı tartıştığı makalesinde de andığı Enver Tuncalp’in, Söz’de yazdığı ve bir fetva üslubu taşıyan Komünistin Geberiği başlıklı yazıyı hatırlatmamak olmaz: “Komünist olan şeytana yar olur. Namus, şeref ve vekarı yok olur. İslamiyet’ten çıkar. Halkla olan irtibatı kalmaz. Kendisi mürted olur. Karısı boş sayılır. Evladları piç sayılır. İnsanlığı hiç olur.”

Özetlemek gerekirse, II. Dünya Savaşı sonrası, bir komünizmle mücadele, bir anarşiyi önleme fikri doğar. Altmışlı yıllara (1947-1961) kadar bu mücadele Türkiye açısından proaktif bir mücadele iken, bu yetmişli yıllarda (1965-1980) reaktif bir mücadeleye dönüşür. Aradaki ikinci katman (1961-1965) ise proaktif mücadeleden reaktif mücadeleye, anarşiden korunma politikalarından anarşiden kurtulma politikalarına geçişin altını çizen bir geçiş dönemidir.

1. Dünya Savaşı sonrasının gazetelerine göz atıldığında, anarşinin bir komünizm riski olarak algılanmaya başlandığı ve bu küresel riske dair proaktif politikaların altının çizildiği birçok habere rastlamak mümkündür: Komünizm, Türkiye’ye yabancıdır -ki, zaten yoktur- ama bu riske karşı da teyakkuzda (proaktif) olmak gerekir.

13 Şubat 1961’de TİP’in kurulmasıyla anarşinin ikinci katmanı iyiden iyiye şekillenmeye başlar. Bu katman, bir anlamda, 10 Ekim 1965 sonrasında etkisini hissettirecek üçüncü katmanın meşalesinin yakacak bir geçiş katmanı gibidir. II. Dünya Savaşı sonrasındaki İlk katman dinamik bir magma, 1970’lerin üçüncü katmanı anarşi(zm) ve onunla mücadele kurgusunun sahneye konduğu, rollerin dağıtıldığı bir sosyo-politik ilişkiyse; ikinci katman da bu magmanın şekillendirdiği zemin, oynanacak tiyatronun sahnesinin inşa süreci olarak anılabilir. İlk aşamada komünizm tehdidinden, anarşiden korunma düşüncesi hâkimken, son aşamada anarşiden kurtulma düşüncesi belirgindir. 1961-65 arası ikinci dönem ise her iki düşüncenin de izlerinin görüldüğü; ama tarihler 1965’e doğru yaklaştıkça, komünizmle aktif mücadele düşüncesinin de belirdiği, pekiştiği bir dönemdir.

Artık, 1970’lere doğru gelinirken komünizmle mücadele, başında sembolik olarak Cumhurbaşkanı’nın yer aldığı; Meclis’te bir komisyon ve ülke sathında örgütlü bir dernek aracılığıyla yürütülen devasa bir örgütsel mücadele hâlini alacaktır. O kadar ki, İsmet İnönü (bile), 1965 genel seçimleri öncesinde, TBMM’nin seçimlerden önceki son birleşiminde, 16 Temmuz 1965’te yaptığı konuşmada, seçimlerin üzerine düşen Komünizmle Mücadele Derneği gölgesinden bahsederek şöyle der: “Bu noktayı tespit ettikten sonra, seçimlerin esaslı bir ihtiyacına temas etmek mecburiyetindeyim. Bilindiği gibi seçimler Komünizme Karşı Mücadele Derneğinin faaliyeti içinde cereyan edecektir. Bu dernek seçimden evvel kurulmuştur. İktidar bu dernek için yardım tahsisatı koymuştur. Bu dernek kendi fikrine ve maksadına aykırı gördüğü vatandaşlara ve topluluklara karşı kaba kuvvet kullanmakta ve çok faal durumdadır.”

Bu dramaturgideki tek eksik aktör komünizmle mücadelenin paramiliter unsurlarıdır -ki, bunun için önce Alparslan Türkeş’in CKMP’nin başına geçmesini, sonra da partinin adını ve ideolojisini baştan aşağı yeniden şekillendirmesini beklemek gerekmektedir. Yetmişlerin politik ikliminde, anarşi tiyatrosunun dramasında doğruyu emredip kötülüğü (anarşiyi), nehyedecek ekip böylece teşkil edilirken, fitne ve fesâdı çıkaracak fettan ve müfsid rollerinin dağılımı da şekillenmektedir.

Daha 1963 yılı sonlarına yaklaşırken, 17 Kasım 1963’te düzenlenecek mahallî seçimler ile ilgili radyo konuşmalarında TİP ile ilgili olarak tedbir alınması konusunda partiler yarış halindedirler. Nitekim Milliyet (12.11.1963) gazetesinde yer alan bir haber, Ankara Savcılığı’nın bu radyo konuşmaları ile ilgili olarak soruşturma başlattığını, suç unsurlarına rastlandığında hatipler hakkında dava açılacağını duyurmaktadır.

1965 seçimleri öncesinde, Nisan ayında, Türk-iş Genel Sekreteri Halil Tunç da, TİP’i ihtilâlci sosyalist olmakla suçlar. Tunç’a göre TİP, Türk işçisini orduya karşı kışkırtmaktadır. Milliyet (09.04.1965) gazetesi, Türk-iş ve TİP yöneticisi olan eski sendikacılar arasındaki gerilimi İşçi Liderleri Sert Çatışmaya Girdi başlığıyla okuyucusuna aktarır. Ertesi günkü gazeteler, Tunç’un iddialarından sonra savcılığın TİP ile ilgili deliller toplamaya başladığına dair haberlerle doludur. İstanbul Savcısı Nedim Demirel işe, kurulduğu tarihten bu yana TİP mensupları ile ilgili olarak o güne kadar açılan dava ve soruşturmaları toparlayarak başlar.

Seçimler yaklaşırken, Temmuz ayında, TİP’e yönelik baskılar da artmaktadır. Partinin Bursa kongresine saldırılır; delegeler yaralanır. Farklı bir şekilde, anarşiyle mücadelenin diliyle ifade etmek gerekirse, “4 Temmuz 1965’te bir grup mukaddesatçı (Komünizmle Mücadele Derneği sempatizanları), münkiri (TİP’i) nehyetme amacıyla, Kongre’nin düzenlendiği binadaki fettanları hizaya getirirler.”

Anarşi kavramının üçüncü katmanına doğru yol alırken Türkiye’de kıvılcım, TİP’in kuruluşu ile çakılsa da, ortalığı yangın yerine çevirecek olan İsmet İnönü’nün 29 Temmuz 1965’deki sözleridir. Abdi İpekçi, 1965 seçimlerinin hemen öncesinde Milliyet gazetesinde Seçime Doğru, Parti Liderleri Ne Düşünüyor? başlıklı bir yazı dizisi yayınlamaktadır. 27 Temmuz’da başlayan yazı dizisinin iki gün sonraki konuğu İsmet İnönü’dür. İnönü, bir yandan Adalet Partisini komünistlikle suçlarken, diğer yandan da “Kalkınmanın muhafazakâr tedbirlerle sağlanamayacağını” ifade ederek, “Normal tedbirler dışında çalışma zarureti duyulunca, alınan tedbirler ortanın solunda sıfat taşır.” diyerek, CHP’nin yeni yöneliminin de altını çizecektir.

İnönü, İpekçi’ye yaptığı açıklamalarda ABD Başkanı Roosevelt’in Büyük Buhran’dan sonra yürürlüğe koyduğu New Deal’dan örnekler vermekte, onun da bu programı yürürlüğe koyduktan sonra “Ben ortanın solundayım.” dediğini söylemekte, plan düşüncesinin komünizmle bir alakasının olmadığını iddia etmekteyse de anarşi dramaturglarının(!) bunlarla ilgilenmeye pek niyetleri yoktur. Artık Roosevelt’in, Peter Marshall’ın Anarşizmin Tarihi’nde aktardığı ünlü sözü “Anarşizm, insan türüne karşı işlenmiş bir suçtur ve bütün insanlık anarşistlere karşı birleşmelidir.” sözü bile İnönü’yü kurtarmaya yetmeyecektir: Çünkü her ne olursa olsun, CHP artık solcudur ve adı ortanın solu da olsa her türlü sol, son tahlilde, bir Sovyet sempatizanlığıdır. Havadis (17.04.1957) gazetesinin bir haberinde yer alan başlıktan ilham alarak söylemek gerekirse “Türkiye’de her komünist hakikî bir Rus ajanıdır.” İnönü’nün bu açıklamalarından sonra Ortanın Solu Moskova’nın Yolu, AP’nin en sıkı sarıldığı slogan olacaktır: Sol, sosyalizmdir; sosyalizm, komünizmin maskesidir; komünizm ise fitne ve fesâdın membaı.

1961’den 1965’e doğru gelinirken artık komünizmle mücadele ve onun leitmotifi olarak “anarşinin kökünü kurutmak”, bizzat Türkiye’nin bir sorunu olarak addedilmeye başlanır. Artık hastalıktan korunmak için değil kurtulmak için harekete geçilecek bir döneme girilmektedir. Özellikle ülkücü komandoların devreye sokulmasıyla “anarşinin kökünün kazınması” nakaratıyla yürütülen komünizmle mücadele, Türkiye’yi bir sivil savaşa, bir iç savaşa doğru sürükleyecektir. Bu dönem artık farklı toplumsal kesimlerin birer anarşi odağı; anarşinin ise iyi ile kötünün, ârif (ma’rûf) ile münkirin (münker), Müslüman ile Allahsızın, milliyetçi ile vatan haininin mücadelesi olarak kodlanmaya başladığı yıllardır. Aslında Emir Bi’l-Ma’rûf Nehiy Ani’l-Münker dikotomisi üzerine inşa edilen bu cidal -yani komünizmle mücadele- başka bir sözlüğün kavramlarıyla, pek rahatlıkla, faşizm ile sosyalizmin mücadelesi olarak da okunabilirdi.

1965’den başlayarak, 1980 Darbesi’ne kadar vuku bulan politik şiddet olaylarını tek tek sıralamak neredeyse imkânsız. CHP’nin 1975 yılında basılan İç Barış ve Kardeşlik İçin CHP başlıklı broşüründe sadece 1970-1971 yılları için listelenen 55 farklı olayın olduğunu hatırlatmak bile vahametin boyutunu anlatmaya yetecektir. Ruşen Keleş ve Artun Ünsal da Kent ve Siyasal Şiddet başlıklı çalışmalarında “Türkiye’de 1960’1ı yılların sonlarında başlayan şiddet ve terör olayları[nın]… 1970’de 19, 1971 ve 1972’de 22, 1973’de 15, 1974’de 27, 1975’de 37, 1976’da 108, 1977’de 319, 1978’de 1095, 1979’da 1362… yurttaşın ölümüne yol aç[tığını]” belirtmektedirler. Keleş ve Ünsal’ın da altını çizdikleri gibi, politik şiddet seksenlere doğru iyiden iyiye artacak, ülke, komünizmle mücadele adı altında bir iç savaşa doğru sürüklenirken, solda da politik şiddet rağbet görmeye başlayacaktır: Bu tarihler, Türkiye’yi bir toplumsal taşikardinin beklediği, hareketli yıllardır.

Anarşinin 4F’si: Fitne, Fesâd, Fevzâ ve Fetret

Daha önce de vurgulandığı gibi, anarşiyi Türkçe ifade edebilmek için, onun Cumhuriyet tarihi içinde geçirdiği dönüşümün altını çizmek gerekiyordu. Bu dönüşüm, anarşinin katmanları esprisi içinde ifade edilmeye çalışıldı. Nitekim yukarıdaki başlık altında, çeşitli haber ve yorumlardan yararlanılarak çizilmeye çalışılan katmanlar, 3K ile formüle edilmişti.

4F ve 3K, ancak birlikte düşünüldüklerinde, anarşiyi statik bir ifade olarak değil de, bir dinamik ilişki olarak tasavvur edebilmemize yardım edecek lejantı teşkil etmektedirler. 4F’in anarşinin dramaturgisiyle, kurgusuyla ilgilendiği de daha önce vurgulanmıştı. Sonuçta tüm bu kurgu, ilişki, anarşinin üçüncü katmanında vuku buluyordu; ancak üçüncü katman da ilk iki katmanın dinamikleriyle şekilleniyordu. Toparlarsak, 1970’lerin Türkiye’sinde anarşi kavramı, işte bu 4F ile -yani fitne, fesâd, fevzâ ve fetret ile- kurgulanmakta, sahneye koyulmakta, oynanmaktadır. Bir ilişki ve bu ilişkinin taraflarını betimleyen sıfatlar olarak iyi ve kötü, ma’rûf (ârif) ve münker (münkir) 4F’nin içine yerleşmekte; iyiliğin (ma’rûf) ve kötülüğün (münker) ne oldukları iyilerin (ârif) kötülerle (münkir) nasıl mücadele edecekleri de yine 4F aracılığıyla belirlenmektedir.

Emir Bi’ı-Ma’rûf Nehiy Ani’l-Münker, önemli bir İslâmî tabir; Gazzâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn’de onun “…dinin en büyük temeli ve dayanağı” olduğunu” söyler. Mustafa Çağrıcı, İslâm Ansiklopedisi’nde “İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma yönündeki faaliyetler için kullanılan dinî, ahlâkî ve hukukî bir tabir.” olarak tanımlamaktadır. Çağrıcı, ma’rûf ve münker kavramlarının İslâmî terminolojideki öneminden bahsederken “…iyi ve doğru olarak kabul edilen inanç, düşünce ve davranışlara tek kelimeyle işaret edilmek istendiğinde en çok ma’rûf kelimesinin” kullanıldığını belirtir. Ma’ruf, iyilik, ikram, gönül okşayıcı söz ve davranış anlamlarına da gelmektedir. Çağrıcı, İslâm dinine yabancı, “Müslüman toplum tarafından yadırganan inanç, düşünce, davranışlar ve tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şeyler içinse -bazen fahşa ile birlikte- münker kelimesi[nin]” kullanıldığını belirtmektedir. Ma’rûf ve münker kavramları, Cahiliye Dönemi Arap toplumundan İslâmî literatüre, oradan da günümüz İslâm toplumlarına da sirayet etmiş, yaygın kullanıma sahip kavramlardır; İslâm’daki cihad kavramıyla da yakından ilgili olduğunu not etmeyi ihmal etmeyelim. Ma’rûf ve münkerin sınırlarının sadece İslâmî ilahiyat (fıkıh, kelam…) ile değil, aynı zamanda gelenekler tarafından da çizildiğinin altını çizersek, bu kavram kalıplarının kullanımı ile ilgili yaygınlığa daha da dikkat çekmiş oluruz. Zaten ma’rûf ve münkerin o (İslâm) toplum(un)daki (İslâm’a aykırı olmayan) gelenek ve görenekleri de kapsadığı düşüncesi, Çağrıcı’nın belirttiğine göre, ünlü müfessir Taberî’ye aittir. İslâm Ansiklopedisi ile devam edelim; Çağrıcı, buradaki makalesinde, kavramların “…daha çok edep, hikmet ve ahlâk literatüründe olmak üzere İslâm dininin getirdiği hayat tarzına, görgü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar[a] ma’rûf, uygun olmayanlar[a] da münker” denilmesinin uygun olacağını belirtiyor. Çağrıcı’nın bu açıklamalarından sonra, ma’rûfu hâkim İslâmî anlayışa, hayat tarzına, yaşantıya uygun; münkeri de bunlara muhalif olan(lar) olarak ele almak yanlış olmayacaktır.

Ali Sami Neşşar’ın da İslâmda Felsefî Düşünce’nin Doğuşu kitabında İslâm’ın ahlâkî, amelî ve en önemlisi siyasî bir ilkesi olduğunun altını çizdiği ma’rûf ve münker kavramları, Soğuk Savaş’ın –Truman Doktrini’nin- tüm dünyayı şekillendirdiği yetmişler Türkiye’sinde, anarşi(zm) ile mücadelenin manivelası; fitne ve fesâd kavramlarının doxası olarak da işlev görürler. Neyin kötü, neyin iyi olduğunun kanaati, zannı, fitne ve fesâd kavramlarının içine yerleştirilir yerleştirilmez, anarşi ile fitne ve fesâd arasındaki siyasal bağın kurulması da mümkün olur.

Düzenek çok basittir: Bir doxa olarak münker, İslâmî yaşam tarzına, pratiklerine muhalif olandır. Bir dinsizlik ve cinsel ahlâksızlık pratiği olarak kodlanır kodlanmaz komünizmin, İslâmî yaşam tarzına muhalif ve acilen nehyi gereken bir münkere tahvili bu açıdan hiç de zor olmaz. Artık, böylece, neyin (komünizm olarak kodlanan her türlü sol hareketin) fitne ve fesâdın membaı olduğu da tespit edilmiş; düzenek kurulmuş olur. Kurulan bu düzenek, Truman Doktrini ile sınırları çizilen küresel komünizmle mücadele politikalarındaki yerine yerleştirildiğinde, küresel devre tamamlanmış, lamba yanmış olacaktır. Bu küresel mekanizmada, İslâmî yaşam tarzıyla uygun, Türk-İslâm senteziyle şekillendirilmiş bir ma’rûf olarak milliyetçiliğin komünizmle mücadele iştiyakıyla yoğrulması son ve en kolay hamledir. Böylece, artık, küresel komünizmle mücadele projesinin -Truman Doktrini’nin- Türkiye için elzem tüm unsurları tekâmül etmiş, 1970’ler dünyasında tüm NATO ülkelerinde tesis edile gelen paramiliter örgütlerin Türkiye’deki ayağı, kontrgerilla tesis edilmiş, ülkücü komandolar için gerekli ahlâkî, dinî ve siyasî, meşruiyet zemini sağlanmış olur.

Gerçekten de, cinsel ahlâksızlık ve dinsizlik hikâyeleriyle süslü komünizm hikâyeleri, basit birer iftira olmalarının ötesinde, sokaktaki ülkücü komandoyla Truman Doktrini arasındaki mantıksal zincirin kurulmasına da olanak sağlayan bir çimento işlevi edinirler. O kadar ki, bazıları ordu komutanlıkları, sağcı sendikalar ya da bakanlıklar arası kurul gibi teşekküllerce sipariş edilen bu kitaplarda ve günlük gazetelerde işlenen bu cinsel ahlâksızlık fantezileri; solcuların bir münkir, münkirin nehyi gereken bir fitne/fesâd olduğundan hareketle meşrulanan komünizmle/komünistle mücadele pratiğinin kitleselleştirilmesinde bir popüler anlatı hâline gelmişlerdir.

Anarşinin ne, anarşistin kim olduğuna karar verilirken ihtiyaç duyulan iyi (ma’rûf) ve kötü (münker) rollerini dağıtma işi, fitne ve fesat kavramları aracılığıyla gerçekleşir. Soyut ve içi boş münker (kötülük) kavramından somut ve sosyo-politik yapıda karşılığı olan bir münkire (kötüler) geçiş; kötüler ile komünistler arasındaki bağ da bu yolla tesis edilir. Bu rabıta yardımıyla yetmişlerin küresel anti-komünizm fuarında neyin devletin bekası için, neyin ona rağmen olduğu da böylece tespit edilmiş olur. Ma’rûf ve münker, birer dinî terim olarak, İslâmî yaşam tarzına uygun olanı ve uygun olmayanı ifade eder ve orada tıkanır kalırlar; tek başlarına, anarşi ve anarşiye yol açan komünizm ile mücadeleye doğru yol alamazlar. Ömer Dumlu’nun da Kur’an-ı Kerim’de Ma’rûf ve Münker- İyiliği Emredip, Kötülüğe Mani Olmak kitabında belirttiği gibi, ma’rûf istenilen, tanınan, münker istenilmeyen, tanınmayandır. Ancak bu istenilmeyen, tanınmayan (şey) bir doxa olarak fitne ve fesâd kavramları harman edildiklerinde işlevsel hale gelebilir. Münker ve ma’rûf kavramları, iyi ve kötünün neler olduklarını çizen istenilen-istenilmeyen kanıları iken; bu doxa ile yoğurulan fitne ve fesâd kavramları, yetmişlerin küresel anti-komünizm politikalarıyla (Truman Doktrini ile) entegre bir politik senaryonun sinopsisini oluştururlar.

Fitne; bela, mihnet ve sıkıntı anlamlarına gelen bir kelime. Kelimenin aynı zamanda ayartma, azdırma, ihtilâl, fesat ve karışıklık çıkarma gibi anlamları da var; güzel, alımlı kadın ve kuyumcu anlamlarını ilave etmeyi de unutmayalım. Fitne, Arapça aslında, değerli madenlerin saflığını anlamak için ateşte eritme, yakma işini ifade eden fetn kelimesinden türer. Kelimenin sınama, üzüntü ve bela ile imtihan etme anlamı da bu kökle ilgili olsa gerektir. Oliver Leaman ve Kecia Ali’nin Islam:The Key Concepts başlıklı çalışmalarında da fitnenin kaos anlamına da vurgu yapmaktalar.

Çağrıcı, fitne çıkaran anlamında fettanın, “…kişinin aklını karıştırıp ahlâkını bozan ve cezaya çarptırılmasına sebep olan şeytan için, ayrıca, zarar verme manasından dolayı hırsız için de kullanıldığını” belirtiyor. Fettanın baştan çıkarıcı güzelliğe sahip kadın anlamı hatırlatılmıştı; bu kadına âşık olan, bu fettanın fitnesine kanan erkek ise bu durumda meftun oluyor: Bu yazının kıta sahanlığına girmese de, fitne/fesâd ve ondan türeyen kavramların toplumsal cinsiyet çalışmaları açısından da ele alınmaları gerektiğini belirtmekle yetinelim.

Fitnenin, “inanç uğruna maruz kalınan ağır işkence”, insanların iradelerini, iman ve ahlâklarını sınamak için tanrının yaptığı bir sınav anlamı da mevcuttur. Bu sınamanın tanrının vesile olduğu bir düşman, fettan, bir baştan çıkarıcı aracılığı ile olacağına şüphe yok. Müslümanların ahlâkını bozmaya çalışan, onları doğru yoldan çıkartmaya ve akıllarını çelmeye çalışan her türlü faaliyet de, bu açıdan, fitne kapsamı içinde değerlendirilmektedir. Bu anlamıyla fitne, iyiler (ma’rûf ehli, ârifan) ile toplumda yaşayan insanları kandırmayı amaçlayan kötüler (münkirûn) arasındaki mücadeleyi, bundan doğan karmaşayı, iç savaşı ifade eder; Yetmişler Türkiye’sinde bunun anarşi olarak kodlanması hiçte zor olmayacaktır.

Toparlamaya çalışırsak, fitne ilk olarak bir belayı, zorluğu, işaret eder; aynı zamanda ayartma, azdırma, baştan çıkartma gibi anlamlara da sahiptir; fesâd ile eş anlamlı kullanıldığı da olur. Türkçe de “fitne fesâd çıkarmak” bir deyim olarak bir arada da kullanılır. Fitnenin, imtihan, deneme, sınama anlamları, onun ayartma, baştan çıkartma anlamlarından uzak değildir: Nitekim bu sınav öyle bir sınav ki, bu sınavla (fettanın nifakıyla) kişinin kendi nefsini koruyup koruyamadığı, kötünün karşısında, iyinin yanında yer alıp alamadığı ölçülmektedir. Fitne, siyasî anlamda ise, diğer anlamlarını ima eder şekilde bir ihtilâl, fesâd, anarşi ve karmaşa olarak tanımlanır. Fitnenin sözlüklerde bir anarşi durumu olarak da tanımlanmış olması, anarşi kavramının 1970’ler Türkiye’sindeki anlamını çözümleyebilmek açısından çok önemli bir role sahiptir. Çünkü bir anarşi olarak fitne, hiç de Proudhon, Bakunin ya da Kropotkin’in tanımladıkları anlamlardaki bir anarchynin Arapça eşanlamlısı olarak kabul edilemez. Buradaki kullanımında fitne (anarşi) münafığın soktuğu nifakın, müşrikin yol açtığı şirkin sebep olduğu bir durumdur – ki bu nifakın, bu münkerin nehyi, izalesi de zaruridir. Çünkü artık, bu anarşi (fitne), herhangi bir anarşi (anarchy) değil, bir kandırma, baştan çıkartma, ayartma, bir nifak ve şirk neticesinde toplumda bozulma (fesâd) yaratan bir anarşidir. Bu anarşi tıpkı, bir tarafında, Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra (İslâm tarihinde ilk fitne olarak anılır) makama geçen Halife Ali, diğer tarafında da Peygamber’in eşi Aişe’nin yer aldığı savaş, Basra Savaşı (Cemel Vakası) örneğinde olduğu gibi, İslâm toplumu içerisinde bir kandırmayı, başıbozukluğu, bir fesâdı ifade eden bir anarşidir. Buhârî’nin Abdullah İbn-i Ömer’den naklettiği gibi bu, ortadan kaldırılması, izale edilmesi için savaşılması gereken bir fitne/şirktir.

Buhârî’nin aktardığı hadiste de görüldüğü gibi, fitnenin şirk ile iç içe düşünülmesi, bir anarşi olarak fitnenin anlaşılabilmesi açısından da hayli önemlidir. Nitekim İlhami Güler de Kur’an’da Cihad’ın Teoloji-Politiği makalesinde, Kur’an’da fitnenin şirk anlamında kullanıldığını ve fitnenin yok edilmesinin cihad düşüncesinin maksimi olarak tanımlanabileceğini belirtmektedir. Şirkin ortak koşmaya, yani bir çoktanrıcılığa (politeizm) işaret ettiği hatırlandığında; devletin, bir fitne (anarşi) olarak kodladığı sosyalist hareketleri, kendi otoritesine, kendi varlığına bir alternatif; bekasına ilişkin bir tehdit, bir fâsid (fesâda yol açan) olarak değerlendirdiği de görülebilir.

Fitne, şirkle özdeşleşir, fitne çıkaranın suçu katilinkinden daha ağır bir cürüm olarak tanımlanır, fitne ile mücadele savaşın, cihadın, maxima regulası olarak ele alınırken; Türkiye’deki algılanışında anarşi de devlete ilişkin bir ontolojik sorgulamaya; devletin “bir”liği ile ilgili bir hesaplaşmaya dönüşür. Cihadın maksimi olarak fitne ile mücadeleden, komünizmle mücadelenin maksimi olarak solcularla mücadeleye geçiş, bu açıdan sorunsuzdur. Bu noktada, fitne ile şirk arasında kurulan bu rabıta hayli önem taşımaktadır. Çünkü Hasan Kurt’un da İslâm İnancında Nifak ve Münafık başlıklı doktora tezinde tartıştığı gibi, bu rabıta sayesindedir ki, fitne, artık, herhangi bir ayartma, baştan çıkartma işi olmaktan çıkar; artık o, bir gizliden gizliye ortak koşma, alternatif bir iktidarı devirmek için halkı kandırma, bir şirke tahvil edilmiştir.

Fitne herhangi bir ayartma, kandırma, baştan çıkartma işinden şirke, şirk anarşiye doğru kayıp giderken; Türkçedeki anarşi de anarchydeki iktidar yokluğu anlamından tamamen kopar. Tabir-i caizse, anarchy kavramının etimolojisinde mevcut an (yokluk) arche (iktidar) bileşiminden, “made in Turkey” anarşi kavramında ima edilen, bir nevi alter-arche’a geçiş de bu yolla tesis edilmiş olur. Anarşi, artık, bir iktidar yokluğunun ya da buna ilişkin bir felsefî argümanın adı değil; müesses arche ile alternatifi arasındaki bir kapışma, bu kapışmanın müesses rejimin dilindeki ifadesi, açıklaması haline gelir. Müesses archenin dilinde anarşi, artık, basit bir iktidar yokluğu (an-arche) değil, kendi yokluğunun (ya devlet başa) yaratacağı sivil savaş (fevzâ) tehdidinin (ya kuzgun leşe) ifadesine dönüşür. Yetmişlerin Türkiye’sinde anarşi ile mücadeleyi bir “var”lık hesaplaşması; bir fenâ-beka (yokluk-varlık) kapışması; alternatif şehzadeler (alter-arche) arasındaki bir taht kavgası (fetret) olarak tanımlamayı kolaylaştıran; onu bir bağy (silahlı isyan, ayaklanma) suçu olarak kodlamaya zemin hazırlayan da bu niteliği olacaktır. Bu tam da, bazı müfessirlerce kılıç ayeti olarak da anılan Tevbe suresi 5. ayette ifade edilen türden bir kavgadır: “…müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün ve onları yakalayın ve onları muhasara edin.” Tevbe suresinin bazı radikal İslamcılarca da kabul gören bu kavga yorumunun tek farkı, artık ikincisinde iktidar için mücadele eden şehzadelerin yerine, kapitalizm (ma’rûf) ve sosyalizmin (münkerin, müşrikin) geçmiş olmasıdır. Anarşi kavramı da, bu beka kaygısı, bu varlık kapışmasının müesses rejimin dilinde, onun ideolojik aygıtlarında üretilmiş senaryosu haline gelir. İktidara (arche) ortak, şirk koşanlar (müşrikler), mevcut iktidara itaat etmeyenler (münkir) artık sosyalistlerdir; onlar da –mesela Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence gibi- bulundukları yerde -mesela Ankara Bahçelievler Mahallesi 15. Sokak 56/2 numaralı evde -bulundukları anda- mesela 8 Ekim 1978’de- öldürülmelidirler.

Anarşi kavramının ikinci F’si Fesâd; bir anlamda, fitnenin yol açtığı durumu işaret etmektedir. Devellioğlu’nun Osmanlı Türkçesi Lugatı’ndan yararlanarak söylersek, fitne hem bir fesâd, hem de buna yol açacak bir nifak anlamlarına gelirken, fesâd bir bozulmayı, eski işlevlerini yerine getirememeyi vurgular. Şemsettin Sami de Kamus-i Fransevi’sinde fesâdın, ahlâkî bozukluk, çöküntü, bozulma, yozlaşma gibi anlamları ihtiva ettiğini vurgular. Mehmet Salahi Bey’in, Kamus-i Osmani’sinde de kelimenin bozulma, çürüme anlamları vurgulanır. Nitekim Yunus Apaydın da fesâd teriminin İslâm fıkhında “…bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması” anlamına geldiğini belirtmektedir. İslâm Ansiklopedisi’ndeki makalesinde İlhan Kutluer ise fesâdın “Tabii dengenin, sosyal düzenin ve ahlâkî yapının bozuluşunu ifade eden bir terim” olduğunu belirtmektedir. Kelime anlamı olarak fesâd, bozulmak, çürümek, çalkantı, düzensizlik gibi anlamlara da sahiptir. Zaten modern Arapçada fesâd, artık, yolsuzluk (corruption) anlamındaki bir bozulmaya daha yakın anlamda kullanılmaktadır. Fesâd; münafığın, nifak sokanın, kafa karıştırıp bozgunculuk yapanın; siyasal anlamda kullanıldığında ise anarşistin neden olduğu (durum) anlamındadır. Münafığın aslında Müslüman olmamakla birlikte, dışarıdan öyle görünen (kişi) anlamına geldiğini de mutlaka not etmek gerekiyor. Ali Toksarı, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi’nde yer alan Nifak makalesinde kavramın, ikiyüzlülük, samimiyetsizlik hatta riyayı da kapsayan bir kavram olduğunu belirtir. Mehmet Bahaeddin’in Yeni Türkçe Lügati’nde de fesâd kelimesi için yazılan karışıklık, ihtilâl ve dinsizlik anlamları da benzer noktalara dikkat çekmektedir.

Antik Yunan klasiklerinin Arapça çevrilmeye başlamasıyla birlikte, İslâm dünyasında fesâd kavramının felsefî bir veçhe kazandığını da söylemek mümkündür. Aristoteles’in, oluş ve bozuluş kavramı (De Generatione et Corruptione) ya da bu kavramların İslâm dünyasındaki felsefî analizi bu çalışmanın kapsamı dışında olsa da –ki bu konuyla ilgili olarak T.J. De Boer’in The History of Philosophy in Islam’ına bakılabilir- fesâd kavramına yüklenen anlamları tartışabilmek için göz atmak da fayda vardır. Kasım Turhan, İslâm Ansiklopedisi’nde yer alan Kevn ve Fesâd başlıklı makalesinde, İslâm coğrafyasının bu kavramla Aristoteles’in yukarıda anılan kitabının çevirisi vesilesiyle tanıştığını vurgulamaktadır. Ya’küb bin İshak el-Kindî Bekir Muhammed bin Zekeriyya bu yazarlardan bazılarıdır. Aristoteles’in kitabının çevirisi kevn ve fesâd başlıklarıyla yapılır. Turhan, makalesinde, İbn Sînâ da eş-Şifa’ adlı eserinin tabiat ilimlerine dair kısmında (et-Tabî’iyyat) kevn ve fesâd (oluş ve bozuluş) tartışmasına ayrı bir bölüm ayırdığına dikkatimizi çekmektedir. Aristoteles’in De Generatione et Corruptione kitabının İngilizceye On Coming-To-Be and Passing-Away olarak tercüme edildiğini de ayrıca not edelim. Redhouse sözlüğünde pass-away Osmanlı Türkçesine, günümüz Türkçesindeki bozuluşa yakın ama ondan kısmen de farklı olarak, ölmek, göçüp gitmek, fenâ bulmak şeklinde aktarılmıştır. Fenâ (pass-away) tasavvufta ölüm, yok oluş; ama kulun Tanrı’nın varlığında bir olarak yok oluşu anlamında kullanılmaktadır. Sevan Nişanyan’ın, Sözlerin Soyağacı-Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nde, Süryanice akşamın oluşu, günbatımı anlamındaki kelimeden türediğini belirttiği fenâ, siyasal anlamda bekanın zıt anlamlısıdır.

Günümüz Türkçesinde fenâ kelimesine, Arapçasındakinden farklı, ama ondan çokta uzak olmayan üzücü ve istenilen nitelikte olmayan, hoşa gitmeyen ve rahatsız edici anlamları yüklenilmekte olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. İster bekanın tersi olarak, bir yok oluş, ölüş, bozuluş anlamında kullanalım, ister hoşa gitmeyen, rahatsız edici anlamında, fenânın, fesâd kavramını nitelemede önemli bir kavram olduğunu belirtmek gerekiyor.

Agâh Hüseyin Bey’in Lugatçe-i Istılâhât-ı Resmiye’deki fesâd maddesi, diğer sözlüklerle kıyaslandığında, kavramın yetmişler Türkiye’sindeki siyasal izdüşümünü en iyi izah edebilenidir. Agâh Hüseyin anarşisti, sâî-bi’l-fesâd olarak ele tanımlar. Farklı bir ifadeyle kavramı, ayaklanma çıkartmaya, fevzâya hazırlık aşamasında olan anlamında kullanmaktadır. Redhouse sözlüğü ise anarşinin doğrudan doğruya fesâd ve ihtilâl anlamına geldiğini belirtilir. Tome Premier, Dictionnaire Francais-Turc isimli Fransızca Osmanlıca sözlüğünde ise anarşi için fitne; anarşist için de bağy (silahlı isyancı) kavramını önermektedir. Premier’in kavramı yanlış tercüme ettiğini söylemek mümkün: Bağy suçun adıdır; o suçu işleyene, silahlı isyancıya yani Tome Premire’in tanımına uygun olarak anarchiste, bâğî denmesi gerekirdi. İlginç olan Premier’in anarşiyi fitne, anarşisti ise bağy, zorba olarak tanımlamasıdır. Yeri gelmişken Hanefi mezhebinin ünlü fıkıh kitabı, Mülteka El Ebhur’da İbrahim Halebi, bağyı devlet başkanına karşı ayaklanıp bir yeri ele geçirme olarak tanımlandığını da hatırlatmak gerekmektedir.

Adnan Akalın, İslâm Hukukunda Devlete İsyan Suçu başlıklı doktora tezinde bağy (suçu) kavramını inceler. Yazar, “…haddini aşmak, haktan ayrılmak”,”…hakka tecavüz etmek, zulüm etmek” anlamlarına gelen bağyın, siyasî bir suç olarak “…güç ve kuvvet sahibi Müslüman bir topluluğun meşru devlet başkanına karşı üstünlük kurmak için kendilerince haklı gördükleri bir tevile dayanarak ayaklanması [fevzâ] olarak tarif edebil[eceğini]” belirtmektedir. Nitekim Naci Aslan da Adalet Medeniyeti başlıklı makalesinde adaleti, bağy ve zulmün zıddı olarak tanımlamaktadır. Arif Atalay, İslâm Ceza Hukuku Açısından İnsan Hakları ve Şiddet başlıklı makalesinde bağy suçunu işleyenlere yönelik verilecek cezaların nev’ini tartışır. Yazar “İslâm hukukunda had[din], şâri’ tarafından tayin ve tahdit edilen ve değiştirilmesi caiz olmayan” cezalardan olduğunu belirttikten sonra “Bu suçların cezalarında kıyas ve yorum[un] uygun” olmadığını” hâkimin takdir hakkının bulunmadığını da ekler. Had kavramını, Andrew Rippin de Muslims Their Religious Beliefs and Practices kitabında ele almaktadır. Had cezasını gerektiren yedi ayrı suçtan biri ise bağy suçudur. Atalay, bu yedi suç için verilmesi kesin, hâkimin takdir hakkı bile olmayan cezaları makalesinde tartışır. Bağy suçunun sezası ise ölümdür. Yazar, bağyın ölüm cezasını gerektirdiğine dair Maide suresi 33, 38 ve 45. ayetleri referans gösterir. Atalay, “…ayaklanmayla doğrudan alakası bulunan hukuka aykırı fiiller[in]… teker teker cezalandırılmayıp siyasî suç kapsamında bir bütün olarak değerlendiril[eceğinin] isyan devam ettiği sürece suç failleriyle fiilî çarpışmaya devam edil[eceğinin], bu esnada gerekiyorsa failler[in] öldürül[eceğinin]” de altını çizer. Üstelik “Hanefî mezhebi hukukçuları[na göre], ayaklanmak amacıyla toplanan isyancılara, öngörülebilen açık tehdit ve tehlike sebebiyle, kendileri saldırıya geçmeden devlet güçlerinin saldır[ılabilecekir.]”

Bağy suçu, Osmanlı’da taht kavgalarının ve siyaseten katl cezalarının da en malum isnatlarından birini oluşturmaktaydı. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti’nde Siyaseten Katl başlıklı doktora tezinde, siyaseten katl ve mal müsaderesi mekanizmasının, ilk defa uygulanmaya başladığı zamanlardan kurumsallaştığı dönemlere ve Tanzimat ile birlikte kaldırıldığı zamana kadar ki tüm serencamını ele almaktadır. Mumcu’nun, Osmanlı’da -buna Cumhuriyet Dönemi’ni eklemek de yanlış olmayacaktır- sadece siyaset kelimesinin (bir fiil olarak “siyaset etmek”) bile, bu ölüm emrini ifade etmeye yettiğinin de altını çizer. Sadece bu çalışmada yer alan bir belgeden yararlanarak I. Süleyman’ın (Kanunî) oğlu Şehzade Bayezid’in siyaseten katli ile ilgili fermanında geçen şu ifadeyi paylaşmak bile, İslâm hukukundaki bağy suçu ile siyaseten katl arasındaki rabıtayı örneklendirmeye yetecektir. Ferman, şehzadenin suçunu sayarken “kudve-i taife-i bağıyân [Bağy suçu işleyenlerin, anarşist grubun lideri!] Sultan Bayezid bağyu tugyân edüb [ayaklanarak haddini aşıp] zulüm ve gadr [zulüm ve hainlik] ile üzerime gelib” ifadesini kullanır. Gerçekten de sadece Kanuni’nin gözünden Şehzade Bayezid’in durumunu ifade ederken değil, 1970’lerin Türkiye’sinde devletin gözünden sosyalistleri (taife-i bağıyân) tarif ederken de bağyu tuğyan etmekle suçlandıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.***

Türkiye’deki anarşi algısını anlayabilmek açısından fitne, nifak, fesâd ve bağy arasındaki bu rabıta da hayli önemlidir: fitne çıkaranlar, münafıklar; İslâm içinde görünüp de ondan olmayanlar, hatta başka bir tanrının düzeni (başka bir sosyal sistem, sosyalizm) peşinde koşanlardır -ki silahlı bir metotla rejimi değiştirmeye (bağya) çalışırlar. Onları siyaset biliminin diliyle ve Carl Schmitt’in The Concept of Politics’te, kullandığına yakın anlamda bir kamusal düşman -hostis- gibi de düşünebiliriz. Fitneye neden olan kişiyi bir kâfir (aleni düşman) değil de bir münafık; bir baştan çıkarıcı, aldatıcı, doğru yoldan saptırıcı, bir fettan olarak tanımlamaya imkân veren de onun bu yönüdür. Fitne, fesâdı yaratan, yani anarşiye neden olan (kişi), politik sistemin dışında konumlu bir kâfir olmadığı gibi, sistem içinde tanımlı olan bir gayri, bir diğeri; Osmanlı’nın kavramlarıyla söylersek kendisine emanet edilmiş, zimmete alınmış anlamındaki zımmîye de benzememektedir. Osmanlı İmparatorluğu, kendi topraklarında yaşayan, tebaası olan gayri Müslimleri bu kategori içerisinde tanımlamaktaydı.

Bir hostis olarak münafığın yol açtığı tehdit (yani fesâd durumu) siyasal sınırların dışındaki kâfirin ya da onun içinde yaşayan diğerinin –zımmînin- yaratması muhtemel tehditten çok daha farklıdır. Münafık ve/ya müşrik (kamusal düşman, hostis) zımmî ya da kâfirden farklı olarak “biz”in içindeki “biz” olmayandır; “biz”den olmamasına rağmen “biz”den görünen, “biz”i içeriden yıkmaya çalışan, bağy eden, otoriteye isyan edendir. Ahmet Akgündüz de bağyı devlete isyan suçu olarak tanımlamakta ve kavramın Osmanlı’daki siyaseten katl uygulamasının temelini oluşturduğunu belirtmektedir. Akgündüz’e göre bağy, Müslümanlardan bir veya birkaçının mevcut devlet düzenine haksız olarak başkaldırmaları ve devletin emirlerine itaat etmemeleridir. Yazara göre, bağy suçunun temel unsuru devlete (imama, padişaha) karşı ayaklanarak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (mağalebe) ve açık bir isyan kastı içinde bulunmaktır. Bağy suçu, kısmen İslâm hukukundaki had, kısmen de ta’zir suçları arasında yer almaktadır. Bu, bağy suçunun hangi safhada işlendiğine göre değişmektedir. Akgündüz’ün sözleriyle devam edelim -ki onun sözleri 1970’lerde anarşi kavramına yüklenen detayı yakalayabilmemiz için önemli ayrıntılar içermektedir: “Farklı düşündüğü halde bir grup teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak başkaldırmayanlara dokunulmaz. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse ta’zir cezası ile cezalandırılırlar… Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır.”

Fesâd, münafığın (nifak sokanın) fettanlığının (fitneciliğinin) ürünüdür. Münkerin nehyi, kötülüğün bertarafı işte bu noktada devreye girer. Daha önce de bahsedilen denklemi yeniden hatırlayalım: Komünizm bir münker, (bir anti-komünizm olarak) milliyetçilik de onu nehyedecek bir ma’rûf olarak ele alınabildikten sonra, komünizmin devlet bekasıyla (daha doğrusu fenâsıyla) ilişkisini kurmak kolaylaşıyordu. Fitne ve fesâd kavramları tam da bu noktada devreye girerek iyi ile kötüye dair popüler kanaatin –doxanın- 1970’lerin ülkücü ve devrimci figürlerine nasıl pay edileceğini, Truman Doktrini’nden mülhem komünizmle mücadele nosyonunun sinopsisindeki rollerin nasıl dağıtılacağını tayin ederler -ki yetmişlerin tüm politik senaryosu, anarşinin üçüncü katmanı da bu sinopsisten hareketle kurgulanacaktır. Bir başka değişle, ma’rûf ve münker kavramları iyi ve kötü rollerini; fitne ve fesâd kavramları da bu rollerin yetmişler Türkiye’sine nasıl aplike edileceğini belirlerler.

Anarşinin 4F’sinden ilk ikisinin anarşinin nedenine, son ikisinin ise niçinine odaklandığını söyleyebiliriz. Fitne, fesâd ve bu kavramları tartıştığımız bölümde ele aldığımız tüm yan kavramlar, o dönemde, her türlü sol düşünceyi kapsayan bir kamusal düşman (hostis) olarak komünistlerin, neden anarşist olduklarını izah etmeye çalışıyorlardı. Fitne, fesâd ve onlarla yakın anlam ve iş birliği içerisindeki tüm diğer kavramlar bu zorunluluk ilişkisini, komünizm ve anarşi arasında kurulan nedensel ilişkiyi tesis etme konusunda işlevseldiler.

3K4F lejantının bu başlıkta tartışacağımız son iki F’si ise anarşinin ne içininiçini- üzerinde durmaktadırlar. Niçin, kronolojik olarak nedenden sonra gelendir; ne için sorusu yönelinene, hedeflenene işaret eder; amaca gönderme yapar; tıpkı bir kez anarşist olarak kodlandıktan sonra, komünistlerin yöneleceği hedefin fevzâ ve fetret olması gibi: Yemek yemek için lokantaya giden kişi, aç olması nedeniyle, karnını doyurmak için lokantaya gitmiştir. Bu espriyi yetmişler Türkiye’sinin resmî ideolojisine ve komünizmle mücadele düşüncesine uyarlayarak tekrarlayalım: Yetmişlerin komünistleri fitne ve fesâda yol açmaları nedeniyle anarşisttirler; anarşistler “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” yıkmak için (fevzâ ve fetret) siyasî faaliyet göstermişlerdir. Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki kelime anlamı itibariyle fetretin siyasi anlamı dahi yoktur; İki nokta arasındaki belli bir zaman dilimi, sükûnet ve durgunluk gibi anlamlara karşılık gelir. Bizim dilimizde yüklendiği siyasi karışıklık ve başıbozukluk anlamı muhtemelen Osmanlı Dönemi’nde yaşanan Fetret asrının taşıdığı hususiyetlerden kaynaklanmaktadır.

Yukarıda kurulan ilişkide anarşistlerin niçini, (fevzâ ve fetret) anarşiyle mücadelenin nedenine dönüşür. Anarşiyle (onun niçinini; yöneldiği hedefi, niyeti) ortadan kaldırmak için mücadele edilir. Başka şekilde söylemek gerekirse, anarşist olarak kodlanan sosyalist hareketlerle fitne ve fesâda neden olduğundan değil; anarşinin nedeninde gizli fitne ve fesâd, fevzâ ve fetrete yol açtığı; yani devletin bekasını tehdit ettiği, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne halel verdiği için mücadele edilir. Çünkü -bu mantık silsilesine göre- devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü sağlanamadığında, yani devletin başta olmadığı koşulda (ya devlet başa) kuzgunların leşlere üşüşeceği bir fevzâ durumunu varsaymaktadır. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1961 Anayasası’na 1973 yılında yapılan değişiklikler sonrasında girdiğini; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kavramının ilk kez 1961 Anayasası’nda (anarşinin ikinci –yerel- katmanında) yer aldığını hatırlarsak, yukarıda zikredilen ilişkinin soyut ve teorik değil, örgütsel ve (ana)yasal pratik bir mücadeleye tekabül ettiğinin altını da çizebilmiş oluruz. Nitekim söz konusu bu kavram, yetmişlerin ortalarından itibaren anarşiyle mücadelenin mottosu haline gelecektir. 1961 Anayasası’nın ilk şeklinde sadece 4 maddede temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran bir genel ilke olarak getirilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kavramının, 12 Mart Darbesi’nden sonra Eylül ayı içinde yapılan anayasa değişiklikleri ardından 16 farklı maddede; 1982 Anayasası’nın ilk şeklinde ise 19 defa doğrudan zikredildiğini de notlarımıza ekleyelim.

Bu genel değerlendirmelerin ardından anarşi lejantı 3K4F’nin son iki F’si, anarşinin niçini, fevzâ ve fetret kavramlarına daha yakından bakalım: Fevzâ, fetret birbirlerine oldukça yakın kavramlar olmalarına rağmen, bir tek, ama oldukça önemli bir farklılıkları vardır; zaman farkı. Fetret kavramı, fevzâ için gelecek zaman; tersinden söylersek fevzâ, fetret için geçmiş zamanıdır.

Mehmet Akif Ersoy’un Bir Gece şiiri, her iki kavramı zihnimizde canlandırabilmemiz açısından mükemmel bir örnektir. Ersoy, şiirini 11 Rebîülevvel 1347 (28 Ağustos 1928) tarihinde yazmıştır. Bu tarihin, Peygamberin veladetine denk geldiğini de not edelim; zaten şiir de onun doğumu ve öncesini tasvir etmektedir. Ersoy şiirine Peygamberin doğduğu geceyi tasvir ederek başlar. O gece bir öksüz doğuverir. Kimse ıssız bir çölün ortasında doğmuş bu babasız, öksüz çocuğun binlerce yıldır beklenen bir peygamber olduğunu fark edememiştir. Ersoy’un kelimeleri ile devam edersek “Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;/ Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi!/ Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î/ Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;”

Ersoy, Peygamberin doğduğu günün toplumunu tam bir karmaşa, keşmekeş ve bölünmüşlük içinde tasvir eder. Ersoy’la devam edersek “Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar/Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi./ Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/ Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!/  Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin/ Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.” Özetlersek, Ersoy’a göre, Peygamberin doğduğu günün dünyası bugünden de beter buhranlar içindedir; insanları sırtlanlardan da vahşidir; o kadar ki, sanki bir insan dişsiz olsa kardeşleri onu parçalayıp yiyecektir; fevzâ tüm ufku kaplamış; bugün Doğu’yu yıkan bölünme, ayrılık derdi, o gün de salgındır.

Bu bir nevi Homo Homini Lupus ortamı, bu fevzâ, peygamberin kırk yaşına gelmesiyle -Kur’an’ın nüzulüyle- sona erecektir. Ersoy şöyle devam eder: “Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki Öksüz,” Peygamber, doğumundan önceki dönem, (fevzânın âfâkı sardığı dönem) sona erecek, “…insanlığı kurtar[acaktır] o Masum”, Bir hamlede kayserleri, kisrâları” yere serecek, tüm hakkı ezilmek olan acizleri diriltecek, zevali aklına getirmeyen zulmü gebertecektir: “Âlemlere, rahmetti[r], evet, Şer’-i mübîni”

Fetret kelime anlamıyla gevşemek, erimek, çözülmek anlamında bir kelime. İslâmî terminolojide İsa ve Muhammed peygamberler arasında geçen dönemi ifade etmek için kullanılıyor. Neredeyse tüm sözlükler fetretin bu İslâmî rengine vurgu yapmayı ihmal etmezler. Hatta Seyid Ali Bey’in sözlüğünde olduğu gibi, kelimenin gevşeme, erime gibi anlamlarını değil de sadece iki peygamber arası dönemi ifade ettiğini yazan sözlükler çoğunluktadır. Peygambere vahyin gelmeye başlamasından sonra bir süre kesintiye uğradığı döneme de fetretü’l-vahy denmektedir. Aynı mantık, kavramın siyasî kullanımında da devam eder. Nitekim I. Bayezid’in (Yıldırım) Timur’a yenildiği 1402’den sonra başlayan ve 1413’te I. Mehmet’in (Çelebi) tahta sıkmasıyla son bulan taht kavgalarını tanımlamak için de aynı kavram kullanılmaktadır. Özetle fetret kavramının -kelime anlamından mülhem ifadelerle- Tanrısal düzenin ya da devlet iktidarının gevşediği, eridiği, çözüldüğü dönemleri, bu çözülmenin ardından ifade etmek için kullanılan bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Onu fevzâdan ayıran da fetretin bu yönüdür. Söz temsili, 1402-1413 yılları arasındaki taht kavgalarına 1407’de bakan birisinin gördüğü fevzâdır; 1415’te bakan birisinin gördüğü ise fetret. İşte bu yüzdendir ki fetret, fevzânın gelecek zamanı; benzer şekilde, fevzâ da, fetretin geçmiş zamanıdır.

Aynı mantıktan hareketle, fevzâ ve fetret kavramlarını yetmişler Türkiye’sine taşıdığımızda da değişen bir şey olmayacaktır. 1981’in Türkiye’sinden 1965 sonrasına bakan bir Komünizmle Mücadele Derneği üyesi o dönemde fetreti görecekken; 1976’nın Türkiye’sinden yine aynı koşullara bakan yine aynı kişinin göreceği şey fevzâdır. Ülkü dergisince yayınlanan Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzunda fevzâ kelimesi için tek kelimeyle anarchie karşılığının verilmiş olması ve okuyucunun fetret kelimesine yönlendirilmesi de bu açıdan manidardır. Nitekim fevzâyı –tabiri caizse- anarşi kavramı değil, anarşi ortamı olarak tanımlamanın, kuzgunun leşe üşüştüğü an olarak nitelemenin daha doğru olacağını da belirtmek gerekiyor. Tanım, şimdiki zaman düzleminden değil de geçmiş zaman kipinde kurulduğunda o fevzâ anı, dönemi, fetret dönemi olarak tanımlanabilecektir.

Fevzâyı nihayete erdirip, aynı dönemi, fetret olarak tanımlamaya imkân verecek şey, Peygambere Kur’an’ın nüzul etmesi, Çelebi Mehmet’in diğer şehzadeleri bertaraf ederek saltanat koltuğuna oturması ya da 1980’lerin Türkiye’sinde Kenan Evren’in darbesiydi. Kenan Evren, 1971 Mart’ında Memduh Tağmaç’ın yapmak isteyip de yapamadığını yapacak, fevzâyı sona erdirerek onu artık geçmiş zamanda vukuu bulmuş bir güvenlik sorunu -bir fetret dönemi- olarak kodlamaya imkân tanıyacaktır. Fevzânın, fetrete dönüşümü -komünizmle mücadelenin başarısı- o kadar katidir ki, Türkiye, artık, her türlü demokratik talebin rahatlıkla “12 Eylül öncesine dönmek” olarak kodlanarak gayri meşrulaştırılabileceği bir siyasal iklimde, fevzâya yol açan kötülerin asılmayıp da beslenmesinin lüzumsuzluğunu konuşmaya başlayacaktır.

NOT: Bugün (13 Mart) Route Sahne’de bu konu üzerine konuşacağım, herkesi beklerim.

Keyifli pazarlar…

Mete Kaan Kaynar Imza2

 

 

Barışçıl, Anarşist, İşçi Savunucusu Bir Ressam: Camille Pisarro

Bir Cevap Yazın

PAZAR PAZAR

Mete Kaan Kaynar
Akademisyen, Yazar
spot_img